''İnsan,
insanı hakkında bir yargıda bulunamadığı sürece sever, yüceltir. Özlem, eksik
tanımanın bir sonucudur.'' der Thomas MANN
Özlem, birşeyi '' yanlış yere koymak'', aslında o şeyi nereye koyduğumuzu unutmak anlamına gelir. Ya da ''yerine konulanı unutma'', yeri değiştirilmiş olanların bulunma koşulları nedeniyle ilgimizi çeker. Bir şeyin yerini değiştirmenin asıl sebebi oradan ayrıldıktan sonra aradığınızı bulmamanın tuhaf keskin kokusudur, ruhunuzdaki.... Oysa güncel hayatta çalışırken kendimizi bile özler hale geliyoruz ve hatta unutabiliyoruz.. Sabahleyin akşama kadar neler yapacaklarımız konusunda bir şeylerin niyetine gireriz. Bütün gün hatırlayabiliriz. Oysa bu niyetimizi sürekli aklımızda tutmak zorunda değiliz de. Tutmak zorunda bırakan toplumsal görevler ile kabul edilmememiş içsel tahminler arasında mücadele vermemizden kaynaklanır.
Her
hangi bir nesnel düşünme yoluyla değil ama içselliğin sonsuz tutkusuyla insan
(özne) hayatı boyunca neye sahip olmaya çalışır? İnsan olarak masumiyet
halimizi kaybetmedeki halimizde nesnel olmaya başladığımızı anlamamak olabilir
mi? Eğer bir insan ''yanlış yere koymak''la özlemin ölümsüzlüğünü nesnel bağlamlara bağlar ve bir başkası
da sonsuzluk tutkusunu özlem belirsizliğine bağlarsa; her iki yanda da aynı
eşit bulunma içinde varolan kişiler için yaşam dengesi söz konusu olması
mümkün müdür? Nesnel olarak, soru yalnızca düşünmenin katagorileri hakkındadır
ki... öznel olarak, özlem de, yargı da öznenin içselliğindedir...
Toplumsallık içinde öznel olabilen ya da olabilmek isteyen yargı veremiyor, bildiremiyorsa... yaşamın hangi alanında çocukluktan başlayarak hangi konuda kendi içsel özlemimiz adına yargıya varabiliyoruz? Yargıya vardığımızın düşünme becerisi sistemi içinde yetiştirilmedik
mi? İnsanı ön plana alan, insanı yücelten ancak kapitalist sistemde
varlığını sürdürmeye çalışan sayısızca işletme var. Burada işletmeden kasıt
toplumun içindeki insan işletim sistemidir. Toplumların salt ideolojilerinin varolmak için kullandığı özneler. İnsanlar için hayatlarının
geçmişini en baştan başlayarak hatırlamak ürkütücü gelmiştir. Özlemi ''yanlış yere koymak'' , '' yerine konulanı unutmak'' eylemini bilinçsizce tekrar eder durur. Bu nedenle insanlık hep
gelecek tutkusuyla beslenmiş ya da sonsuzluk tutkusunu özlem belirsizliğiyle örtmeye
çalışmıştır. Şüphesiz, bu ikilem içinde olmaktan öğrendiğimiz şeyleri nasıl
anlamamız gerektiğidir.
''Nasıl
olur da insan kendine uygun gördüğü rol uğruna, kendini ortadan kaldırır?'' der Simone
de Beauvoir