16 Eylül 2023 Cumartesi

HANNAH ARENDT: İKİ SAVAŞ ARASINDA DÜNYADA YANKILANAN DÜŞÜNCEDİR

 

HANNAH ARENDT: İKİ SAVAŞ ARASINDA DÜNYADA YANKILANAN DÜŞÜNCEDİR.

 

Hannah Arendt 14 Ekim 1906’da Hannover (Almanya) doğumludur. Zengin ve seküler bir Yahudi tüccarının kızıdır. Arendt, ekonomik açıdan refahı özgürce inceleyerek eleştirel ruhtan vazgeçmeden kendi dönemini düşünebilen ender düşünür kadınlardandır. Nasyonal Sosyalizmin yükselişiyle sürgüne gitmek zorunda kalmasına rağmen 20. yüzyılın en önemli politik teorisyenlerinden biri haline gelmiştir.

 

Ergenlik çağında, 14 yaşındayken Immanuel Kant’ın eserlerini okumuştur. Biyografisi, başarılı bir o kadar tutkulu olduğu 1924’te Marburg’da üniversite eğitimine başladığında hocası Martin Heidegger ile tanıştığını bilmemizi sağlamaktadır. Arendt aynı zamanda Heidegger’le yakın entelektüel ve duygusal bir ilişki de kurdu. Sonrasında Freiburg’da felsefe okumaya devam etti ve 1928’de Heidelberg’de St. Augustine’de “Aşk Kavramı” başlıklı teziyle doktora yaptı.

1933’ten itibaren Adolf Hitler tarafından yönetilen Yahudilere zulüm, iktidara ulaştıktan sonra, Filistin’e göç etmek isteyen genç Yahudilere yardım etmek için aktif olarak çalıştığı Paris’e taşınmaya zorladı. Dört yıl sonra Nazi rejimi vatandaşlığını geri çekti ve 1951’de Amerikan vatandaşlığını kazanana kadar vatansız olarak yaşadı. Bu sayede yoğun bir profesyonel faaliyet geliştirebildi.

 

Gazeteci, Öğretmen, Entelektüel Arendt

Arendt çeşitli medyada politik ve sosyal konularda gazeteci olarak çalışmanın yanı sıra New York, Chicago, Columbia ve Berkeley üniversitelerinde profesörlük görevi de yürütmüştür. 1959’da Princeton Üniversitesi’nde öğretmenlik yapan ilk kadın oldu. Her zaman halka açık bir şekilde “tehlikeli düşünceler yoktur,” diye düşünce özgürlüğünü savundu. Arendt’e göre, insanın kendisini düşünmesi tehlikelidir.


20. yüzyılın ilk yarısında iki dünya savaşının şiddetiyle karakterize tarihi bir döneme tanıklık durumu, Arendt’in hakların kırılganlığının ve vatandaşların kalıcı olarak maruz kaldığı hassasiyetin farkında olmasını sağladı. “Özgürlüğün düşmanları değişir ama yok olmazlar,” düşüncesini tekrar tekrar ısrar ederek dillendirmiştir. Bu yüzden onun kararlılığı ve zamanına olan bağlılığıdır denilebilir.

Bir cerrahın kendi yeteneğiyle, analiz yeteneğini gibi düşünce alanlarına müdahale etmede doğru bir neşter gibi kullandı kalemini ve konferans konuşmalarını. Çevresindekiler dönemin konjonktürü gereği onun gerçekliğini parçalamak için dürüstlüğünü ve bağımsızlığını kıskandı. Ancak Arendt kültürel çevresinin baskılarına boyun eğmedi. Siyonizm de dahil olmak üzere herhangi bir ideolojiyle özdeşleşmeyi reddetmiştir.

Hem doğru kelimeleri, her zaman hareket eden bir hedefe yöneltilen dartlara dönüştürdü hem de keskin cümleleri onu dinleyenlere “düşünce enjekte” etme şeklinde ortaya çıkan penisilin gibidir. İsrail devletinin kurulması vesilesiyle ambages olmadan şöyle demesine şaşmamalı: “Hayatımda hiçbir halkı veya kolektifi, ne Alman halkını, ne Fransızları, ne Amerikalıları, ne işçi sınıfını, ne de bunun gibi bir şeyi ‘sevmedim’, gerçekten sadece arkadaşlarımı 'seviyorum' ve bildiğim ve inandığım tek aşk türü insanlara sevgidir.”

O, Yorulmak bilmeyen düşünce işçisi, çevik kalem yazarının aminleridir. The New Yorker’da haftalık makaleler yayınlıyordu ve hak sahibi olma hakkını savunmak için ısrar ediyordu. Başlıca eserleri arasında: İnsanlık Durumu, Sivil İtaatsizlik, Şiddet Üzerine, Devrim Üzerine, Sorumluluk ve Yargı, Geçmişle Gelecek Arasında, Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün sıradanlığı ve Karanlık Zamanlarda İnsanlar, Totalitarizmin Kaynakları.

 

Dünün ve Bugünün Totalitarizmi

1951’de Totalitarizmin Kökenleri, anti-semitizm, emperyalizmin ve totalitarizmin doğuşunu ve tarihsel gelişimini gözler önüne seren kapsamlı bir çalışma yayınladı. Yazıları aracılığıyla popülist kitle liderlerin insanları pasif ve sessiz tebaaya dönüştürmek için takip ettikleri siyasi stratejiyi ve politik hileleri kaleme aldı.

Diğer taraftan, birçok siyasi liderin, sık sık popülist seçmenleri sürekli stratejiler ve yanlışlarla baştan çıkarmaya çalıştığı bir stratejiydi. Arendt; siyasilerin stratejik gerçeklik yalanlarına sığınarak belli bir güce ulaşmadan önce ihtiyaçları olan propagandalarını insani gerçeklere karşı aşırı olduğu için onları nitelerken “küçümseme” olarak tanımlanmıştır.

 

Ölümünün üzerinden yaklaşık yarım asır geçmesine rağmen Arendt’in özgürlükçü sesi hala güçlü bir şekilde yankılanmaktadır.

Zamanının İlerisinde Arendt

Arendt için belki de içine doğduğu iki savaş konjonktürü dünya için Nietzsche’nin deyimiyle düşünce dünyasında günümüz perspektifinden baktığı için bir tür “prematüre doğum” olduğu söylenebilir. Ve yine de hayatı boyunca yüzleşmek zorunda kaldığı zorluklara rağmen ahlaki ilkeleri savunmak için kusursuz bir özerklik için kalıcı bir miras bırakmıştır. Bu nedenle ne kişisel kararları ne de eleştirel düşüncesi hiçbir zaman solgun kalmayacaktır denilebilir.

 

Aslında, zamanla çeşitli Avrupa ülkelerinde ve ABD'de politik teori çalışmalarının katılığı ve derinliği için çeşitli ödüller ve övgüler almasına rağmen, 'dünyamızda hiçbir şey daha geçici, daha az istikrarlı ve katı değildir' Bu tür bir başarı, şöhret getirir; hiçbir şey başarıdan daha hızlı ve hızlı gerçekleşmez."

 

Şu anki ABD başkanı Joe Biden, senatör olarak ilk dönemine başladığı, 28 Mayıs 1975’te Arendt’e mektup yazarak “Siyasette Yalan”ın bir kopyasını da istemiştir. Arend bu eserinde reklam makinelerinin yarattığı yalanları ve pazarlamanın politik yaşamı manipülasyonu üzerindeki etkisini analiz etmektedir. Provalar aynı zamanda sahte haberlerin yumurtadan çıkmasını ve çoğalmasını öngörüyordu.

Arendt son günlüklerinden birinde şöyle kaleme alıyor düşüncesini ve onun düşünce özgürlüğünün ne kadar sağlıklı, hümanist ve dokunaklı bir gösterge yansıması olarak da okunabilir: “Ölüm, yaşadığımız yaşam için ödediğimiz bedeldir. Bu bedeli ödemek istememek çok acınasıdır.” Arendt’in erken geldiği dünya yaşamı 1975 yılında sonlanmıştır. 

Günlüğüne yazdığı notla biz insanlara bu dünyada düşünceden korktuğumuzu ve her şeyden korktuğumuzdan daha çok düşünceden korktuğumuzu imler. Hatta ölümden daha çok düşünceden korkarız. Çünkü düşünce yıkıcı ve devrimcidir. Totalitarizm için korkunçtur. Düşünce ayrıcalıklara, kurumlara ve rahat adetlere (geleneklere) karşı acımasızdır; düşünce düşünmeye engel yasaların dışındadır. Otoriteye kayıtsızdır, geçmişin bilgeliğine karşı da ikmalsizdir.

SEVGİ, ÖTEKİNE DAYATMAKTAN ÖNCE ÖNERMEKTİR

 

 KİMSENİN SEVME ZORUNLULUĞU YOKTUR

 

Kimsenin bizi sevmek, kurtarmak, yeniden inşa etmek ya da bizi yapmak gibi bir yükümlülüğü yok...

Bu her zaman hayalini kurduğumuz şey gibi algılarız. Ancak bunun nedeni ebeveynlerimizin bizlere sosyal öğrenme yoluyla edindirdikleri tutumdur.

Ebeveynler bilinçli veya bilinçsiz bir tutumla bizlere illüzyona dayalı sevgi ve ihtiyaçlarımıza karşı “HAYIR” demeyi öğretmezler. Kendimiz gibi ötekini de olduğu gibi sevmek, olmasını istediğimiz gibi değil de olduğu gibi sevmek anlamına gelir. Ama, sevgiyi koşullara bağıl olarak öğrendiğimiz için sevgi sunduğumuzda veya sevgi talep ettiğimizde “HAYIR” cevabına karşı olumsuz tepki vermenin normalliğini öğreniyoruz daha küçük yaşımızda…

Ötekinde sadece kendimizde “eksik” olduğunu düşündüğümüz şeyi sevdiğimizi anladığımız zaman “hayır”ın kendimiz için hayırlı olduğunu anlamlandırabiliriz.

Ebeveynlerimizle olan iletişim ve ilişki biçimimiz gibi aynı eksiklikten ve ihtiyaçtan doğan her sevgi çocuklukta edindiğimiz bağlılıktan doğacaktır...

Aslında bir şeylerin eksik olduğunu düşündüğümüz zaman başlattığımız herhangi bir ilişki veya iletişim biçimi derin bir bağ üzerine kurulmayacaktır. Bunun nedeni ise kendimize karşı sevgi, haysiyet, saygı eksikliğini bütünlemek için olduğunu bilmediğimizden kaynaklıdır.

Ötekine bağlanmadan, ona ihtiyaç duymadan derin bir sevgiyle sevmek... Anlamı; paylaşmak ve ötekinden gelen sevgiyi olduğu gibi almak ve kabul edebilmekten geçer. Yine bu nedenle, kendimize duyduğumuz aynı öz saygıyı ötekine de saygıdır.


Unutmamak gerekir ki; ötekiyle kurulan zehirli bir iletişim veya ilişki sadece diğerine sahip olma ve bunun bir parçası olma takıntılı ihtiyacı anlamına da gelmez. Kurulan  bağ zararlı olduğunda o kişiden vazgeçememektir.

 

Sevgi neyin ne anlama geldiğini çok net bilmektir; ötekinden ve ötekine “sınırsız sevgi talep etmek gibi sınırsız sevgi sunmak acı çekmektir.” Bu da şiddetli bir hayal kırıklığına, beklentinin karşılanmaması sonucu öfke patlamalarına, sosyal reddedilme, terk edilme hissi, daha fazla kıskançlığa neden olabilir tabii ki…

Aynı zamanda; duygusal kontrolsüzlük, tamamen başkalarına güvensizlik, kişisel diskalifiye olma, özgüven düşüklüğü, derin değersizlik ve hastalıklı bir bağımlılıkta yaratmayla sonuçlanabilir.

Ötekinin sevgiyi “kabul etmesi” için çabalamanın bir anlamı yoktur. Ne siz ilk reddedenler ne de ötekidir. Bağımlı ve zehirli bir ilişki kurmamak gerekir. Çünkü bu noktada hem kendimize hem ötekine karşı sahte bir güvensizlik ile ego tatminine karşılık ruhu teslim etmek gibidir. 

İnsanın mutlak acı çekmenin garantili bir uçurumunda olduğunu Alman Şair ve Yazar Goethe “Faust” eserinde şöyle dile getirmiştir: “Dur ey zaman,ne güzelsin!” diyecek olursa Faust iddiayı Mefistofeles kazanmış olacaktır. Mefistofeles, Faust’u gençleştirir ve ona sevgi duygusunu tattırır. Sevginin özel mülkiyet fikri, her türlü karışıklığa yol açacaktır. Ama sevgiyi Mefistofeles’ten satın almak imkansız olduğu için herhangi bir talebinin andaki varoluşu zevksiz olduğunu anladığı için Faust zamanı durdurmayı arzulamıştır. Faust’un bir başkasını veya kendisini sevmek gibi bir görevi yoktur aslında diğer türlüsü bir zorunluluk olduğu için de ruhunu satmıştır.

Faust’ta olduğu gibi reddedilmek karşı tarafın temel hakkını reddetmektir...Mefistofeles reddetmeyerek, koşula bağlayarak Faust’un hayatına karar vermek için onun arzusunu yerine getirir. Sevgi, dayatmaktan ya da koşuldan önce önermektir. İhtiyaç için ötekini sevmek, zorunluluk için kendimizi kaybetmektir. Ve en önemlisi bilgisiz sevgi fırtına gibidir. Kendiliğinden olan sevgi farkındalıktır. Sevgi için ötekiyle iletişim kurma, sevgi talebi ve sevgi sunumu için hiçbir zorunluluğu yoktur hiç kimsenin…diğer türlüsü Faust gibi yaşamlarımızı mahvetmektir.

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...