13 Ekim 2015 Salı

''EFENDİLER VE KÖLELER''


        
Roussau'nun ''Toplumsal Sözleşme'' kitabı 1762'de yayımlandığında, halk egemenliğini ve genel irade ilkelerini gündeme getirerek, yeni bir çığır açtı. Kısa zamanda modern düşüncenin ve siyaset felsefesinin temel eserlerinden biri olmuştur.

Egemenliğin devredilemez olduğunu, insanların özgür doğduklarını, medeni bir özgürlük için insanların tabiat halindeki bağımsız özgürlüklerinden feda etmemeleri gerektiğini, bunun da herkesin özgürce kabul ettiği bir toplumsal sözleşmeyle mümkün olabileceğini iddia etmiştir.

Toplumsal Sözleşme, Efendiler ve köleler bölümünde Rousseau, ''Bir kalabalığı boyunduruk altına almakla, bir toplumu yönetmek arasındaki fark, varlığını daima koruyacaktır. Dağınık bir  şekilde yaşayan insanların- sayıları ne olursa olsun- birbiri ardınca tek kişinin boyunduruğu altına girmelerine baktığımda, bir köle sahibi ile kölelerini görürüm ben, yoksa bir halka onun başbuğunu değil; deyim yerindeyse, bir yığılmadır; burada ne kamu malı, ne de siyasi bir gövde vardır. (...) Gerçekten de, eğer daha önce gelen bir anlaşma mevcut değilse, seçim oy birliği ile yapılmadıkça, azınlığın çoğunluğa tabi olma mecburiyeti diye bir şey olur muydu? Ve de kendilerine bir efendi isteyen yüz kişi, böyle bir şey istemeyen on kişi namına oy verme hakkını nereden bulurdu? Oy çoğunluğunu kanunun kendisi de bir anlaşma müessesesidir ve en azından bir kez oy birliğini şart koşar.''çerçevesinde toplumsal yaşama bakmıştır.



Rousseau, '' İnsan özgür doğar, her yerde zincire vurulmuştur'' der. Dünyayı tanımayan biz insanlardan önce var olan (ebeveyn, eğitim sistemleri, kanunlar, yetiştiğimiz çevremiz ) bizleri şekillendirir. Aslında insana, ''insan'' olarak değil, hali hazırda doldurulacak boş kutu gibi bakmakta olan toplumsallık içindeyiz. Hali hazırda bireyi doldurulacak bir  kutu gibi gören çoğunluk hep var olmuştur, olacaktır..

Örneğin, anneniz sizin hangi tatları sevip sevmeyeceğimize bebeklik döneminde beslenme alışkanlıklarınızla başlamıyor mu?
Kim bilir ıspanağı hiç sevmeyebilirdik bile...
Basit ama ıspanağı tanımak ve tadını sevmek zorunda bırakılmış olmuyor muyuz? Buna benzer örnekler çoğaltılabilir.
Yani kısacası her açıdan doldurulan bir kutu gibiyiz. Fiziksel dış görüntümüz ne kadar öznel olursa olsun, düşüncede öznel bırakılmıyoruz.

Doğduğumuz andan itibaren şekiller verilen bireyleriz. Cinsiyetlerimiz üzerinden oyun tercihlerimiz düzenlenmiş. Kız çocuklar bebeklerle, erkek çocukları silahlarla oynamalı düşüncesini biz mi ürettik...Geçmişten bize aktarılan toplumsal kurallar mı?

İçinde yaşadığımız toplum, toplumsal olarak kabul etmek için sizi ancak onlar gibi düşünmek ve onların yaşam şartlarını iyileştirmeye zorunlu kılar. ''En kuvvetli olan, kuvvetini hak ve itaati vazife şekline dönüştüremezse asla hükmeden olarak kalabilecek kadar kuvvetli olamaz.Kuvvetlinin hakkı işte buradan kaynaklanır''
Peki kuvvetli kimdir?

Siz, biz, kısacası ben var olmadan, önce yeryüzünün yaşam şekillerini ve şartlarını belirleyenler, bizlerden öncekiler değil mi?

Toplumsal olarak aynı yönergede, farklı düşünenlere karşı ön yargılarımızla doğmuyoruz ama ön yargılı olarak şekillendiriliyoruz. Çünkü
Her birimiz dünyaya farklı bakmak, farklı algılamak veya farklı olanı kabul etmek üzerine yetiştirilmiyoruz. Kuvvetli olmak için bizim gibi düşünen birilerine, kalabalıklara ihtiyaç duymayı daha çocukluk evresinde öğreniyoruz.  Aksi halde kendimizi zayıf cılız olarak buluruz toplumsal yapının tam içinde. Zayıflık kelimesi nasıl da kulağımızı tırmalar...İnsan doğası gereği hep ''toplumsal hayvan'' olmaya şartlandırılmış varlık değil midir?  Bu dünyanın sistemini kime sorsanız şekillendiren ''ben değilim'' diyecektir. 

''İnsanın toplumsal sözleşme ile kaybettiği şey, tabii özgürlüğü ve onu cezbeden ve erişebilecek olduğu her şeyi sınırsız elde etme hakkıdır. Kazandığı şey ise, medeni özgürlük ve tasarrufu altında bulunan her şeyin mülkiyetidir.' Bu takas işinde aldanmamak için, bireyin kuvvet derecesinden başka sınırı olmayan tabii özgürlüğü, genel irade tarafından sınırlanan medeni özgürlükten ve kuvvetten ya da işgal hakkından başka dayanağı olmayan tasarrufu, ancak pozitif bir belgeye dayanan mülkiyetten iyice ayırmak lazımdır.''der Rousseau

Medeniyeti, modern hayatları elde etmek adına kullanıyoruz.
Ruhun, bedene takasını gerçekleştiriyoruz.
İşin en kötü tarafı, bizden sonrakilere de öğrendiklerimizi aktaracağız.
Saflık ve yalnızlık  insanlar tarafından her zaman cezalandırılır ve aşağılanır. Oysa erdemin en güçlü temsili kendini saflıkta ve yalnızlıkta gösterir. 
İşte sırf bu nedenle makinemsileşmiş kalabalık hayatlardan korkmalıyız, adeta ölümden korkan bir can gibi...

 Alıntılar ( sayf. 16, 30, 33, 46)                                        

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...