Psikoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Psikoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2025 Çarşamba

Arthur Schopenhauer ve Sigmund Freud İlişkisi

Arthur Schopenhauer ve Sigmund Freud arasındaki ilişki, hem felsefi hem de psikolojik açıdan son derece derin bir tartışma alanı yaratır. Her iki düşünür de insanın bilinçaltı, arzular ve içsel çatışmalarını anlamaya çalışmış, fakat bunu farklı bakış açılarıyla ele almışlardır. Schopenhauer'ın, bilinçaltına dair ortaya koyduğu kavramlar, Freud'un psikanaliz teorileriyle şaşırtıcı bir şekilde paralellik gösterse de, aralarındaki yaklaşım farkları, her iki düşünürün de insan doğasına dair benzersiz görüşler geliştirmelerine neden olmuştur.

Schopenhauer, bilinçaltını "İrade" kavramı üzerinden tanımlar. "İrade", sadece bireysel arzuların bir toplamı değil, insanın tüm varoluşunu şekillendiren, evrensel bir güçtür. Bu "İrade", acı, ıstırap ve varlık mücadelesiyle ilişkilidir. Schopenhauer için hayatın özü, acı ve mücadeleyle iç içe geçmiştir ve insanın yaşamı, bu evrensel iradenin yansımasıdır. Freud ise bilinçaltını daha çok bastırılmış arzular ve psikolojik yapılarla ilişkilendirir. Onun psikanalizinde, bilinçaltı, özellikle geçmişte yaşanan travmaların ve bastırılmış arzuların etkisiyle şekillenir. Freud, Schopenhauer'ın "İrade"sini, insanın içindeki kötücül, hayvansı güdülerle ilişkilendirerek, bu kavramı olumsuz bir güç olarak tanımlar. Ancak Schopenhauer için "İrade" sadece olumsuz bir güç değildir; o, aynı zamanda insanın varoluş mücadelesinin ve hayatın acı veren doğasının temel itici gücüdür.

Freud'un, Schopenhauer'ı tam olarak anlamadığı görüşü de bu farkı derinleştirir. Schopenhauer'ın felsefesi, bireysel ve evrensel ölçekte bir varlık mücadelesini tanımlar. Onun "İrade" kavramı, insanın arzularının ötesinde, daha geniş bir evrensel güçtür. Freud ise bu kavramı, daha dar bir perspektiften, insanın bastırılmış arzu ve içsel çatışmalarıyla ilişkilendirerek yorumlamıştır. Bu nedenle, Freud’un fikirleri Schopenhauer'ın felsefesinin derinliğini tam anlamıyla kavrayamaz ve onun "İrade" kavramını, Schopenhauer'ın ortaya koyduğu anlamda bir varoluşsal güçten ziyade, bireysel bir psikolojik etmen olarak daraltır.

Schopenhauer'ın, Doğu felsefesiyle olan ilişkisi de önemli bir noktadır. Özellikle Budizm ve Upanişadlar gibi öğretilerde, Schopenhauer benzer bir düşünsel derinlik ve yaşamın acı veren doğasına dair benzer bir bakış açısı bulmuştur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: Schopenhauer, Doğu felsefelerini doğrudan taklit etmemiştir. Bunun yerine, bu öğretileri, kendi içsel düşünce sürecinde bağımsız bir şekilde değerlendirmiştir. Schopenhauer'ın felsefesi, hiçbir dogmaya dayanmadan ve başka bir düşünürün etkisinde kalmadan, tamamen onun kişisel içsel sorgulamalarının ürünüdür. Bu, onun entelektüel bağımsızlığını ve özgün düşünme tarzını gösteren önemli bir unsurdur.

Schopenhauer'ın felsefesinin önemi, özellikle bağımsız düşünmeye çalışan bireyler için büyüktür. O, yalnızlık, acı ve insan doğasıyla ilgili derin düşüncelerini, kişisel bir yolculuk olarak geliştirmiştir. Bağımsız düşünmenin zorluğu, özellikle dışarıdan gelen baskılar ve toplumsal normlarla çatışma yaşayanlar için oldukça belirgindir. Schopenhauer, insanın bu baskılara karşı durarak kendi iç yolculuğunu yapmasının önemini vurgular. Onun felsefesi, yalnızca toplumsal ve dışsal dünyaya bakmakla kalmaz, aynı zamanda bireyin içsel dünyasına da derin bir bakış açısı sunar. Schopenhauer'ın yazıları, yalnızlık ve acıyla yüzleşmeye çalışanlar için bir rehber, bir yol arkadaşı işlevi görür.

Özetle, Schopenhauer'ın felsefesi, yalnızca kendi zamanında değil, günümüzde de büyük bir öneme sahiptir. O, dış dünyadaki dogmalara ve öğretmenlere değil, içsel düşünceye ve sorgulamaya dayalı bir yolculuk arayanlara derin bir anlam taşır. Schopenhauer, insanın gerçeğe ulaşmasının tek yolunun, dış dünyadaki öğretmenlere ve dogmalara değil, içsel düşünceye ve özgün sorgulamalara dayandığını hatırlatır. Onun felsefesi, insanın varoluşuna dair derin bir anlayış geliştirmek isteyen, bağımsız düşünmeyi arzulayanlar için bir ışık kaynağıdır.

21 Şubat 2025 Cuma

James Clavell’in Shogun’unda İnsan Doğası

 

James Clavell’in Shogun adlı romanı, sadece bir tarihsel roman olmanın ötesinde, derin psikolojik ve kültürel katmanları barındıran bir eserdir. Japonya’nın feodal yapısını ve Batı ile Doğu arasındaki uçurumu anlatırken, aynı zamanda bireylerin içsel çatışmalarını ve kültürel kimliklerinin nasıl evrildiğini gözler önüne seriyor. Shogun’daki karakterler, farklı kültürlerin ve ideolojilerin, insanların düşünce süreçlerine ve davranışlarına nasıl yansıdığına dair derinlemesine bir inceleme sunuyor. Bu bakış açısı hem psikolojik bir dönüşümün hem de kültürel çatışmanın ne denli iç içe geçtiğini anlamamıza yardımcı oluyor.

Kültürel Şok ve Psikolojik Uyum: Blackthorne’un Yolculuğu

Romanın baş karakteri olan John Blackthorne, Batı dünyasında bir denizci olarak yaşamış bir adam olarak, Japonya’ya düşer ve burada bambaşka bir dünya ile karşılaşır. Kültürel şok, onun hem psikolojik hem de fiziksel bir dönüşüm geçirmesine neden olur. Batı’nın bireyci, rasyonel dünyasından Japonya’nın katı hiyerarşik ve kolektif yapısına geçiş yapmak, Blackthorne için başta bir travma gibi görünse de zamanla bu yeni dünyada hayatta kalmak için bir psikolojik adaptasyon sürecini başlatır. Bu sürecin ilk aşamalarında, Blackthorne’un içsel çatışmaları belirginleşir. Batılı bir denizci olarak sahip olduğu kimlik, Japon toplumunun geleneksel değerleri karşısında sorgulanır. Bu noktada, Blackthorne’un psikolojik olarak yeniden şekillendiğini ve aslında sadece fiziksel bir yolculuk yapmadığını, aynı zamanda kendi iç dünyasında derin bir keşfe çıktığını görmek mümkündür.

Kültürel bir yapının içinde kendi kimliğini yeniden inşa etmek, bir anlamda psikolojik olarak yeniden doğmaktır. Blackthorne’un karşılaştığı bu kültürel engeller, onun Batı’nın bireysel özgürlük ve egoyu ön planda tutan değerlerinden, Japonya’nın kolektif sorumluluk, sadakat ve özdenetim gibi değerlerine geçişini gerektirir. Bu geçiş, onun benlik algısını dönüştürürken, aynı zamanda kendisini daha derin bir anlam arayışına itmektedir. Shogun’da Blackthorne’un bu içsel değişimi, psikolojik anlamda bir yeniden doğuşu temsil eder.

Sadakat, Güç ve İnsan Doğası

Roman, sadakat kavramını çok derinlemesine işler. Japonya'da, özellikle savaşçı sınıfı olan samuraylar için sadakat, bir hayat felsefesi olmuştur. Bu değer hem toplumsal hem de bireysel bir yükümlülüktür. Psikolojik açıdan bakıldığında, sadakat insanları bir hedefe, bir otoriteye bağlar; bunun ötesinde, bireyin kendi benliğini ortaya koyma biçimi haline gelir. Blackthorne’un Japon kültürüne uyum sağlaması, aynı zamanda ona sadakat ve güç ilişkilerinin anlamını yeniden öğretir. Japonya’da sadakat sadece bir toplumsal değer değildir; bu değer, bireyin kimliğinin en önemli parçası haline gelir.

Güç mücadelesi de romanda sıkça yer alan bir temadır. Shogun’da güç, sadece fiziki değil, kültürel ve psikolojik bir faktördür. Blackthorne, bir yabancı olarak bu mücadeleye katılırken, sadece kendi hayatta kalma içgüdüsünü değil, aynı zamanda kendi egosunu da bir kenara bırakması gerektiğini öğrenir. Bu noktada güç, sadece bir liderin değil, aynı zamanda bir kişinin içsel gücünün ve sadakatinin bir yansımasıdır. Japon kültüründe, bir kişinin sahip olduğu güç, genellikle başkalarına hizmet etme kapasitesiyle ölçülür. Bu felsefe, Batı’nın bireysel özgürlük ve kendini ön planda tutan anlayışından çok farklıdır ve Blackthorne’un psikolojik olarak yeniden şekillendiği yer burasıdır.

Toplum ve Birey: Shogun’da Psikolojik Denge

Shogun’daki toplumsal yapılar, bireyi sınırlayan ve şekillendiren sistemler olarak karşımıza çıkar. Yabu, Omi, Mura gibi karakterler, Japonya'nın feodal yapısını temsil ederken, Blackthorne gibi Batılı bir karakterin bu yapıya uyum sağlaması gerektiği gerçeği, onun bireysel kimliğini bir tür yeniden yaratma sürecine sokar. Psikolojik açıdan bakıldığında, birey toplumla olan ilişkisini sürekli olarak sorgulayan bir varlık olarak belirir. Clavell, Shogun’da bu gerilimi çok ustaca işler. Toplumun bireyi nasıl şekillendirdiğini ve bireyin bu yapıdan nasıl etkilendiğini gösterirken, aynı zamanda kültürlerarası bir çatışmanın da ortaya çıkmasına neden olur. Blackthorne’un Batı'dan getirdiği bireysel özgürlük anlayışı, Japonya'nın kolektivist yapısında yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Romanın sonlarına doğru, Blackthorne’un Japon toplumuna entegrasyonu hem kültürel hem de psikolojik bir olgunlaşma sürecinin zirveye ulaştığını gösterir. Birey ve toplum arasındaki dengeyi bulmak, onu hem dış dünyada hem de içsel dünyasında güçlü kılar. Burada Clavell, kültürlerarası çatışmanın ve psikolojik dönüşümün birbiriyle nasıl iç içe geçtiğini çok başarılı bir şekilde resmeder.

Sonuç olarak, James Clavell’in Shogun’u, kültürler arası bir geçişin psikolojik derinliklerine inerek, bireylerin içsel dünyalarıyla dışsal dünyaları arasındaki gerilimi ustaca işler. İnsan doğasının sadakat, güç ve kimlik gibi temel unsurlarını ele alırken, aynı zamanda kültürel bağlamda bu unsurların nasıl şekillendiğine dair önemli dersler sunar. Bu eser, sadece tarihsel bir anlatı değil, aynı zamanda bir psikolojik ve kültürel keşif olarak okunmaya değerdir.

 

 

 

 

 

 

 

15 Eylül 2023 Cuma

Pozlamayı unutmayın!

 

Her psikoloğun terapi pratiğinde, danışanının endişesi, korku ya da panik halinde olduğu anlarda yardımcı olmak zorunda olduğu durumlar vardır. Bu yazımda böyle durumlarda danışanı sakinleştirebileceğiniz ve onunla ilk karşılaşmada güvenli iletişimi dile getirmeye çalışacağım. Psikoloji bilimi bana göre ilkin iletişim kurma becerisi çatısı altında daha güçlü olacaktır. Yine nefes/egzersiz eğitmeni olarak sizlere iletişim kurarken kullanabileceğiniz yöntemler paylaşmaya karar verdiğim için bu yazıyı kaleme aldım. Sürçü-lisan edersem şimdiden afola! 

Belirtmeden geçmek istemiyorum: ayrıca nefes egzersizi ve iletişim pozlama kopyalamasını gündelik hayatın içinde psikologlar haricinde insana karşı hassasiyeti olan ve duyarlı herkes uygulayabilir.

İletişim kurmada özellikle güçlü duygu durumlarında beden dili ve ses tonu çok önemlidir. Diğerine kelimelerden önce beden dilimiz, ses tonumuz ve nefes alırken dinginliğimizle duygusal refahın güvenini de aktarırız. Özellikle bir danışanın ilk kez bir psikologla karşılaştığı an anılarının, acılarının, geçmiş deneyimlerinin çıplak kalacağı anların başlangıcıdır. Danışanla ilk karşılaşmada yoğun duygu anlarda sözlü olmayan sinyallere karşı daha çok hassas olacaktır. Ve yine hepimiz hassas olmaz mıyız? Elbet ki hassas oluruz. Doğal olanda bu denilebilir.

Yardımınıza ihtiyacı olan bir insanın pozunu kopyalamaya çalışın. Ciddi şekilde rahatsızlandığında, bilinçsiz olduğunda bir istisna yoktur ve onun duruşunu kopyalarsanız. Bilinçsizliği sizi kendisine olan tehditten ya da herhangi bir stres veya kaygıdan uzaklaştırır. Ve bu aranızdaki güven oluşturma yolunda ilk adımdır. Bu noktada günlük hayatın içinde iletişim kurduğumuz her insan pozlama anında  kendi duygularını sizin kendi duygularınız gibi algılar.


Pozu takip ederek nefes almayı da kopyalanabilirsiniz: Nefesin hızı, ritim ve derinliği önemlidir. Yardıma ihtiyacı olan bir insanın o anki nefes ritimlerini sizin ritimlerinizle senkronize etmesi gerekir. Böylece nefes almaları kontrolsüz bir hareket haline gelmez, çünkü aralıklı ve kararsız nefes ritmi, stresli deneyimlerin şiddetlenme olasılığı durumunda o kadar artar ki hızının, ritminin ve derinliğinin sakinleşmesi gerekir. Bir süre sonra onunla birlikte nefes aldığınızdan emin olmak, nefes ritmini yavaşlatmaya ve derinliğini artırmaya başlarsınız. Sizin ritimleri senkronize ederek yavaş yavaş nefes alması sizinle aynı duruma gelecektir.

Konuşmaya hazır olduğunu anladığınız da ise asla sözünü kesmeyin! İpuçları veya tavsiyeler vermeyin! Dinleyin! Duygusal dinlemeniz bağlamında sakinleşirken durumu hakkında sorular sorun. Unutmayın, telaffuz edildiği zaman, kod onun ve sizin için gereklidir. Onun için- gerginliği düşürmek, önemli şeylerden konuşmak; sizin için- durumu düşünmek ve ortak bir tartışmaya hazırlanmak için zaman ayırmak içindir. Bu insanın o anki düşüncelerinin saçma olduğunu düşünüyorsanız da, onun düşüncelerine katılın! Bu bir destek ve kabul eylemi olacaktır. Çünkü onun için orada yani yardım almak için sizin yanınızdadır.

 

Kısacası, çok basit: danışanın pozunu kopyalayın, onun nefesi kopyalayın- böylece temel bir güven ilişkisini kurun ve sonra bu güvene dayalı olarak onu duygusal olarak dinlemeye başlayın. Ve bir insan sakinleştiğinde, ihtiyacı olan kaynakları aramasına yardımcı olmak için mantık, analiz ve gerçeklerle çalışmaya başlanabilir.

Kendinize ve size yakın olanlara iyi bakın! 

Onları pozlamayı unutmayın!

28 Ağustos 2023 Pazartesi

MASKELİ DEPRESYON

Bu yazımda sizlerle kılık değiştirmiş depresyondan bahsetmeye karar verdim  çünkü  depresyondaki  kişi yalnızca “her şeyin faydasız olduğunu” düşünerek kendini eve kapatan, çökkün duygu durumu yaşayan kişi değildir. Günümüzde maskeli depresyonun önemli bir bilimsel rolü olmasa bile bilmenin önemli olduğunu düşünüyorum. O nedenle de bu yazımda  maskeli depresyonu ele almaya karar verdim.

Depresyondaki bir kişinin düzenli olarak işini yaptığını ve hatta herkese gülümsediğini kim hayal edebilirdi? Burada  karanlık ve hüzünlü depresyon  var olan tek biçim değil. “Atipik depresyonların” pek çok türü vardır ve “maskeli” olanı da bunların arasında sayılır.

 ararsanız bulamazsınız: ancak  maskelenmiş depresyon  somut bir gerçektir. Tanısal ve klinik açıdan bakıldığında, 1925 ile 1980 yılları arasında oldukça “moda” idi. Bugün, genel olarak somatoform bozukluklarda “Tanısal El Kitabı'ndan (DSM-V)” kaybolmuştur. Yetkili ICD-10’da (Hastalıkların ve İlgili Sağlık Sorunlarının Uluslararası İstatistiksel Sınıflandırması) “bedensel belirtileri olan depresyon” olarak görünür.

Maskeli Depresyon

“Depresyon” terimi çok abartılı gibi algılansa da: kimin çöplükte olduğunu, kimin üzgün veya melankoli olduğunu belirtmek için kullanılıyor. Bu genellemeler nedeniyle  depresyonun kılık değiştirmiş anlamını  anlamak daha da zorlaşıyor.

Bu tür bir depresyon sizde var ama sizde olduğunu bilmiyorsunuz. Bu bir paradoks gibi görünüyor ancak teşhis zorlukları tam da burada yatıyor.

Majör depresyondan  mustarip olanlar, aktivitelerini sürdüremezler, geri çekilirler, sosyal geri çekilmenin uzun aşamalarını yaşarlar ve sadece yıkanmakta bile zorluk çekerler! Maskeli depresyondan  mustarip olanlar  tüm aktivitelerini belki zorlukla, yorgunlukla ve ıstırapla yerine getirebiliyorlar ama psikolojik rahatsızlığın bedene yansıdığı bir “direnç” halinde yaşadıkları için bunları tamamlayabiliyorlar.

Kılık değiştirmiş  depresyon çok yaygın bir olgu gibi görünmektedir. Bazı yazarlara göre  gizli depresyon, daha yaygın olmasa da, açık depresyon kadar sık ​​görülür (özellikleri nedeniyle istatistiksel veriler hafife alınabilir).

 

Kaynak araştırması yaptığımızda bu alana yatırım yapan birçok isimle anılıyor:

Gizli depresyon türü (Lange J., 1928)

Gizli Depresyon ve Maskeli Depresyon (P.  Kielholz, 1983; P. Pichot ve  J. Hasson, 1973)

Depresyonsuz depresyon (K. Schneider 1925)

Somatize edici depresyon (L. Gayral 1972) vs…

 

Somatik belirtilerin baskın olduğu  ve hepimizin bildiği klasik depresyon belirtilerinden yalnızca bazılarını gösteren atipik bir depresyon şeklidir. 

Maskeli depresyon  geçiren kişiler, kendilerini başka türlü ifade edemedikleri ve tanıyamadıkları için bilinçdışındaki tüm rahatsızlıklarını bedenlerine yansıtma eğilimindedirler.

“Maskeli depresyon terimiyle, öncelikle somatik düzeyde kendini gösteren depresif bir süreci ifade ediyoruz. Bu nedenle maskelenmiş depresyonlar, depresif distiminin maskelendiği, yani somatik bir semptomla kaplandığı endojen depresyonlardır” (Kielholz 1973). 

Ne yazık ki tanısal bir test bulunmamaktadır. Bu tür gizli depresyon  hakkında pek bir şey duymuyoruz  çünkü teşhisi çok karmaşık olabilir: Bundan muzdarip olanlar durumlarının hiçbir şekilde farkında değildirler ancak fiziksel rahatsızlıklardan muzdarip olduklarına ikna olmuşlardır.

Buna ek olarak, bilim camiası (özellikle doktorlar, bu kategoriye işaret etmemde bir sakınca görmüyorum!), fiziksel semptomları duygusal-duygusal alandaki rahatsızlıklarla ilişkilendirme konusunda hala isteksizler denilebilir.

Fiziksel bir semptom ortaya çıktığında, “uzmanlar” somatik belirtilere dayanarak farmakolojik tıbbi tedavi ararlar; bu da birçok maskeli depresyon  vakasına yanlış teşhis konulmasına ve görünürde bir nedeni olmayan fiziksel hastalıklar olarak yanlış tanımlanmasına neden olur . Bu “yanlış teşhislere” ilişkin tahminler %5 ile %60 arasında değişmektedir; istatistiksel çalışmaların objektif ölçütlerden yoksun olduğu göz önüne alındığında bu büyük bir boşluktur. 

Son veriler, doktora başvuran kişilerin yaklaşık %10’unun aslında fiziksel belirtiler gibi görünen duygusal bir bozukluktan muzdarip olduğunu ortaya koyuyor. En yaygın örnek psikosmatik mide yanmasıdır, ancak romatoid artrit ve diğer otoimmün hastalıklar gibi ciddi hastalıkları psikosomatik matrisle ilişkilendiren çalışma ve teoriler eksik değildir.

Duygular ve duygular, özellikle bilinçsiz bir düzeyde sessizce çalıştıklarında, kendilerini fiziksel (daha doğrusu  psikosomatik )  bozukluklarla ortaya koyabilirler ve bu sadece bir teori değil, psikosomatik tıp ve psiko-nöroendokrinoimmünoloji gibi yerleşik disiplinlerin de dayandığı temeldir.

Maskeli depresyondan  muzdarip olanlar, sonunda depresyonun  tüm tipik  belirtilerini “bedenselleştirirler” ve  duygusal  düzeyde, klasik depresyonun psikolojik rahatsızlığının yalnızca küçük bir kısmını algılarlar.

Maskelenmiş depresyonda, tipik depresif belirtiler eşiğin  altındadır ve açık depresyon tanısı için dahil edilme kriterlerini karşılamamaktadır.

Maskeli depresyonun  belirtileri  doğası gereği psikosomatiktir ve birden fazla olabilir:

Kas ağrıları

Eklem ağrıları

Bacaklar ağır ve şişmiş

Mide yanması ve şişmesi

Dermatit ve diğer cilt bozuklukları

kaşıntı

Baş ağrısı

Sindirim zorlukları

Göğüste sıkışma ve kalp problemlerinin algılanması

Fiziksel yorgunluk 

Lütfen aklınızda bulundurun. Fiziksel semptomlar  şiddetli stres ve duygusal zorluklar zamanlarında şiddetlenir ve döngüsel bir yapıya sahip olma eğilimindedir: aniden kaybolurlar ve daha sonra belirgin fizyolojik nedenler olmadan daha sonra ortaya  çıkarlar . Ayrıca aşağıdaki gibi psikolojik belirtiler  de vardır  :

Anksiyete ve/veya disosiasyon

Kendine güvensiz

Sürekli sağlığı hakkında düşünmek

Ölme korkusu

Somatik semptomatolojinin bir fonksiyonu olarak depresif tipte duygular

Durumlarla başa çıkmada zorluk ve erteleme eğilimi

Hipokondri

Düşük iç gözlem becerileri

Kişinin içsel durumlarına erişememe

Endişe ve umutsuzluk

Belirtildiği gibi maskeli depresyondan  muzdarip olanlar, psikolojik rahatsızlıklarının  farkında olmayıp, hastalıklarının nedenlerini tıbbi/fiziksel alanda aramaktadırlar. Aslında bu kişi, en farklıları bile olsa, çeşitli teşhis testlerine tabi tutulabilir. 

Tıbbi bir test herhangi bir fizyolojik açıklama sunmadığında, gizli depresyondan mustarip olanlar “boş raporun güvenini tazelediğini” hissetmez, aksine daha da cesaretlerini kırarlar.

Kaynaklar:

 Erol, E., & Zabcı, N., & Şimşek, Faruk, Ö.,“Çocuk Depresif Belirti Değerlendirme Ölçeği geliştirme”, Anadolu Psikiyatri Dergisi 2020; 21(Ek sayı.2):14-20.

Tekintaş, Subaşı, N., & Yanartaş, Ö., & Durmuş, Benk, F., Sayar, K., “Major Depresif Bozukluk ve Fibromiyalji Sendromu Hastalarında İşlevsel Bedensel Belirtiler ve Belirleyicileri”, Arch Neuropsychiatry 2022;59:274−280.

Amerikan Psikiyatri Birliği, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı, 5. Baskı (DSM-5), Tanı Ölcütleri Başvuru Elkitabı’ndan, Çeviri: Köroğlu E, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 2013.


10 Nisan 2023 Pazartesi

YAŞAM: ACIYA İHTİYAÇ DUYMAKTI


Çağdaş kapitalizmin uzmanı Felix Guattari kapital sisteme karşı kapitalizmin “psideolojik” arzu devriyelerini sorgulamıştır.

Guattari’ye göre hepimiz her gün kriz yaşıyoruz. Bu kriz sadece maddi değil, belirli bir yaşamın ve biçiminin zorlantı halinde yaşamsal biçimlerin arz ekonomisiyle sunulması biçiminde aşınan acının boşluğu olarak tanımlanabilir.


Kapitalizm, bireye yaşamsal biçim olarak hep bir eksiklik yaşatma üzerine kuruludur.

Doğumla birlikte toplumsal yaşamda her şeyde denge sağlamaya çalışmak zorundalığı ile, biçimlen(diril)iyoruz.


Toplumsal yaşamın akışına devam edebilmesi için yeni yaşamsal delikler açmak yerine, yeni düşünceler inşa etmek ve kapitalizmin biçimlendirmesi için çaba harcamak yerine, sistem tarafından biçimlendirilmiş olan acıdan kaçınmanın yol hatlarına doğru yol almayı tercih edebiliyoruz.


‘Acı’ kelimesi hayatta tatmaya ya da elde etmeye çalıştığımız hazzın karşıtı olarak kaçındığımız hoş olmayan özel duyguların veya duyularımızın genel adıdır.


Acıyı algılamak ve yaşamak farklı mutsuz duyguları ifade etmek için kullanılırken, hemen onun karşıtı olarak hazzın kalesi “kapitalizm” terimi algımızda sömürü ve eşitsizliğin sosyal ilişkilerini gizleyen olarak acıyla yani ötekiyle değiştirilir.


Kapitalizmi yaşamı yok eden farksızlık şiddeti olarak düşündüğümüzde acının ihtiyacını ve kalıcılığını olumlamak gerektiğini kabul edebiliriz.


Çünkü şiddet kalabalık tarafından üretilip tüketilmesi gerekmektedir.

Kapitalizm, endişe, üzüntü, hayal kırıklığı, nostalji, korku ile karıştırılır ve kapitalist denmesi gereken toplum, piyasa, sistem, gerçeklik, dünya olarak nitelendirmemize neden olabilmektedir.


Bilincimizde ağırlıklı olarak kapitalist toplumun devamlılığı için seçilen acıyı aşmak için bireyselci ve özgürleştirici potansiyelimizi kaybetmemiz arzulanır.


Çünkü kapitalizm ya da kapitalist toplumun görünürlüğünü örten figürler acı yaşamların hazza koşarken vicdan adaletsizliklerini gizleyerek var olan ama kullanılmayan vicdan örtüleri kapitalist ahlakın çıplak kalmasına da dayanamaz.


Acıya mı, arzuya mı sahip olmak istiyoruz?


Arzu, kapitalist toplumda bireye kendisini veya bireyi acıya karşı arzusunun koruyucu bir ideal, hayali bir yetenek, incelik barındıran bir düello, bireyin kendisine olan kayıp güvenliği geri kazanmak için arzuyu bir sistem aracılığıyla sunmaktadır.


Kapitalizmin arzu şiddetini imkansıza sahip olmasını arzulamasını ister. Arzunun karşısındaki acı ise güvenlik ister: Sonsuza kadar acının ahlaksal varlığı kapitalizmde ulaşmak istediğimiz hazzın, acı veren mesafeyi bastırmasını ahlaksal bir arzuyla kulağımıza söylediğinde, reddedilen sahipliğin öfkesinin böylece kendimiz olduğumuzu unuturuz.


Çünkü kapitalist haz, ulaşılamaz olanın kanıtıyla daha çok yanan içimizdeki arzunun şiddet örtüsü gibidir.


Kapitalizmin arzusu bizlere genellikle bir örümcek ağını salgılayan haz duygusunu algılatmak için aynı zamanda umutsuzca tek başınalığın hiçbir şeyle tamamlamayı beklemeden yaşattığı boşluk duygusunu vermesinde de olabilir.


Acı, bireyden güvenlik istediği kadar arzunun şiddeti kapitalizm için mutluluktur, ancak güvenlikli acı deneyiminden kurtulmuş, hazzın içinde yaşamsal bir varlığın donmuş sembol figürü gibidir elde edilmek istenen acının hazzı…kapitalizmde, sevgi, arkadaşlık, aile olma çılgınlığından kaçınarak antikapitalist suç ortaklıkları oluşturmak melankolik bireysellik gibidir.

Kapitalizmde arzu melankoli gibidir, bir çılgınlık, bir ele geçirmek, acıdan sıyrılışta varoluşun çılgınlığı gibidir.


Kapitalizmin akışkanlığına karşı bireyselci bir melankolik varoluş sistemde hastalığa, yaşlılığa yani kontrolü imkânsız olan kendi benliğimize karşı bir isyanın başlangıcıdır.

Ki, solmaya yüz tutmuş bir gücün kendi kendine dönüşünde yüzleşme felaketi ve kişisel düelloyu getirebilir.


Kapitalizmde sınırsız sahiplik örtülü acı, arzunun gizli tutkusudur.

Kapitalizm, sıkıntılı bedenlere, farkındalığı olmayan bilinçlere (bilmedikleri şey) bir şeyler alarak sakinleşmeyi öğretir: oyuncaklar, insanlar, para, eşyalar, yetenek, kamusal kimlik, prestij vs…korku, acı karşısında mutluluğun başka türlerini hayal ettirmeye zorlayan tek çaredir. Kapitalizm ele geçirilmiş hayatlar yaratır; ele geçirilmişler ise artık bu güçten etkilenmezler.


Çünkü onlar özgürlük sanrısının denekleri haline gelmiştir ve hiç sahip olamadığı bir şeyi sahiplendiğini düşünmektedirler.


Acı insan hayatının sonsuzluğu, sessizlik ve yalnızlıktır.


Yalnızlık boşluğunun icadı olmadan arzu olmaz.


Arzu sahip olmayı değil, oluştaki aramayı arar.


Yani arzu hep başlangıçtadır.


Acı ise ihtiyaç halinde sonsuzluğun kalıcılığındadır.


Acı uyumu ararken uyandırır; arzu uyumsuzluğu ararken uyuşturur.

SİYASETTEKİ SİNEMA BÜYÜSÜ

Sigmund Freud’a göre bilinçaltımızda uyuyan çöplüğümüzde itiraf etmediğimiz yani bilince çıkmayan hiçbir düşüncenin asla ölmeyeceği üzerinedir.

Bu olgu, hem psikolojik hem iletişim anlamında da böyledir.

Bilince çıkarmadığımız her şey orada öylece bekler-nefes alarak durur.

Karar anlarımızda zayıf olduğumuz veya tam tersine güçlü olduğumuz anları bekler, biz farkında olmayız.

Bilinçaltımız içinde yaşadığımız çevrenin ekonomik ve siyasal belirsizlik durumlarında algımızı yapılandıranlar tarafından otomatımıza basılmış tuş gibi sözcükler veya görsellerle devreye alınır.

Algımızı biçimlendiren siyasal manipülasyonlara dijital çağın getirisi olarak hemen hemen her yerde maruz kalmaktayız.

Yüksek enflasyonun yol açtığı ekonomik krizin yaşandığı ortamda siyasetten-piyasalara kadar güncel söylemi kanaat önderleri kulaklarımıza sürekli aktarmakta…siyasi yapılanmalar, ana muhalefet partisinden iktidara kadar seçmenle kurdukları söylem ideolojisi aynı gemide olduklarını sık sık tekrar etmek üzerine.

Altılı Masa’nın koalisyonuna baktığımızda ekonomik krize karşı seçmene hiçbir vaat de bulunmaya çekimserlik içinde.

Türkiye’nin sorunu enflasyon, ekonomik kriz, işsizlik ama Altılı Masa’nın ekseninde gezindiği ülke sorunu Sayın Cumhurbaşkanı oluyor.

Muhalefetin tek derdi var: Cumhurbaşkanını bulunduğu konumdan indirmek.

Altılı Masa ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’nın seçime odaklı hedef söylemlerini sinema üzerinden bir benzetme yapmak gerekir.

Çünkü bilinçaltımız hayatımızın her alanında kendine yarattığı öznel kahraman idoller ya da figür liderler sinema aracılığıyla da algı oluşturma etken olduğunu düşünebiliriz.

Umberto Eco, medyanın algı oluşturmada etkilerini dile getirdiği “Yengeç Adımlarıyla” eserinde ana kahraman olarak algılanmak için siyasetçinin ve medyanın düşman/lar yaratması gerektiğini dile getirmiştir.

Eco’nun düşüncesinden yola çıkarak psikolojik açıdan kendimize baktığımızda tekil olarak ebeveyn otoritesi gölgesinde yetiştirilen bir toplum olduğumuzu da göz ardı etmemek gerekir.

Üzerimizde ya annemiz ya babamız etkilidir genelde…medyada izlediğimiz gündeme dair haberlerden ziyade bilinçaltımızı tatlı tatlı kahramanlıkları rüya gibi algılatan sinemada öyledir.

Örneğin, Hollywood sinemasının etkili biçimde kullandığı kurgusal bir gerçeklik algısı vardır bilinçaltımızda oluşturulan.

Hollywood filmlerinde bir ana kahraman vardır ve bu bir kişi iken anti-kahramanların (kötü) sayısı o kadar çok olur.

Ana kahramanımız, anti kötü kahramanlara karşı sürekli mücadele vererek kâh insanlığın geleceğini kâh bir kent ya da bir aileyi kurtarma görevi üstlenen kişidir.

Ana kahraman tek başına yalnız bırakılır ve tek başına, bütün kötülükleri yapan anti-kahramanlarla filmin sonuna hep mücadele eder.

Hatta öyle mücadele eder ki; ailesinden, sevdiklerinden ve hatta kendi hayatından vazgeçecek kadar cesaret gösterir ana kahraman.

Seçmenin algısı tek ana kahramana mı yoksa Altılı Masa’ya mı daha yakın olarak kendini algılayabilir!

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...