Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2025 Çarşamba

Arthur Schopenhauer ve Sigmund Freud İlişkisi

Arthur Schopenhauer ve Sigmund Freud arasındaki ilişki, hem felsefi hem de psikolojik açıdan son derece derin bir tartışma alanı yaratır. Her iki düşünür de insanın bilinçaltı, arzular ve içsel çatışmalarını anlamaya çalışmış, fakat bunu farklı bakış açılarıyla ele almışlardır. Schopenhauer'ın, bilinçaltına dair ortaya koyduğu kavramlar, Freud'un psikanaliz teorileriyle şaşırtıcı bir şekilde paralellik gösterse de, aralarındaki yaklaşım farkları, her iki düşünürün de insan doğasına dair benzersiz görüşler geliştirmelerine neden olmuştur.

Schopenhauer, bilinçaltını "İrade" kavramı üzerinden tanımlar. "İrade", sadece bireysel arzuların bir toplamı değil, insanın tüm varoluşunu şekillendiren, evrensel bir güçtür. Bu "İrade", acı, ıstırap ve varlık mücadelesiyle ilişkilidir. Schopenhauer için hayatın özü, acı ve mücadeleyle iç içe geçmiştir ve insanın yaşamı, bu evrensel iradenin yansımasıdır. Freud ise bilinçaltını daha çok bastırılmış arzular ve psikolojik yapılarla ilişkilendirir. Onun psikanalizinde, bilinçaltı, özellikle geçmişte yaşanan travmaların ve bastırılmış arzuların etkisiyle şekillenir. Freud, Schopenhauer'ın "İrade"sini, insanın içindeki kötücül, hayvansı güdülerle ilişkilendirerek, bu kavramı olumsuz bir güç olarak tanımlar. Ancak Schopenhauer için "İrade" sadece olumsuz bir güç değildir; o, aynı zamanda insanın varoluş mücadelesinin ve hayatın acı veren doğasının temel itici gücüdür.

Freud'un, Schopenhauer'ı tam olarak anlamadığı görüşü de bu farkı derinleştirir. Schopenhauer'ın felsefesi, bireysel ve evrensel ölçekte bir varlık mücadelesini tanımlar. Onun "İrade" kavramı, insanın arzularının ötesinde, daha geniş bir evrensel güçtür. Freud ise bu kavramı, daha dar bir perspektiften, insanın bastırılmış arzu ve içsel çatışmalarıyla ilişkilendirerek yorumlamıştır. Bu nedenle, Freud’un fikirleri Schopenhauer'ın felsefesinin derinliğini tam anlamıyla kavrayamaz ve onun "İrade" kavramını, Schopenhauer'ın ortaya koyduğu anlamda bir varoluşsal güçten ziyade, bireysel bir psikolojik etmen olarak daraltır.

Schopenhauer'ın, Doğu felsefesiyle olan ilişkisi de önemli bir noktadır. Özellikle Budizm ve Upanişadlar gibi öğretilerde, Schopenhauer benzer bir düşünsel derinlik ve yaşamın acı veren doğasına dair benzer bir bakış açısı bulmuştur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: Schopenhauer, Doğu felsefelerini doğrudan taklit etmemiştir. Bunun yerine, bu öğretileri, kendi içsel düşünce sürecinde bağımsız bir şekilde değerlendirmiştir. Schopenhauer'ın felsefesi, hiçbir dogmaya dayanmadan ve başka bir düşünürün etkisinde kalmadan, tamamen onun kişisel içsel sorgulamalarının ürünüdür. Bu, onun entelektüel bağımsızlığını ve özgün düşünme tarzını gösteren önemli bir unsurdur.

Schopenhauer'ın felsefesinin önemi, özellikle bağımsız düşünmeye çalışan bireyler için büyüktür. O, yalnızlık, acı ve insan doğasıyla ilgili derin düşüncelerini, kişisel bir yolculuk olarak geliştirmiştir. Bağımsız düşünmenin zorluğu, özellikle dışarıdan gelen baskılar ve toplumsal normlarla çatışma yaşayanlar için oldukça belirgindir. Schopenhauer, insanın bu baskılara karşı durarak kendi iç yolculuğunu yapmasının önemini vurgular. Onun felsefesi, yalnızca toplumsal ve dışsal dünyaya bakmakla kalmaz, aynı zamanda bireyin içsel dünyasına da derin bir bakış açısı sunar. Schopenhauer'ın yazıları, yalnızlık ve acıyla yüzleşmeye çalışanlar için bir rehber, bir yol arkadaşı işlevi görür.

Özetle, Schopenhauer'ın felsefesi, yalnızca kendi zamanında değil, günümüzde de büyük bir öneme sahiptir. O, dış dünyadaki dogmalara ve öğretmenlere değil, içsel düşünceye ve sorgulamaya dayalı bir yolculuk arayanlara derin bir anlam taşır. Schopenhauer, insanın gerçeğe ulaşmasının tek yolunun, dış dünyadaki öğretmenlere ve dogmalara değil, içsel düşünceye ve özgün sorgulamalara dayandığını hatırlatır. Onun felsefesi, insanın varoluşuna dair derin bir anlayış geliştirmek isteyen, bağımsız düşünmeyi arzulayanlar için bir ışık kaynağıdır.

15 Ağustos 2023 Salı

NİETZCHE VE BABA WARGNER

 

Friedrich Nietzsche’nin tanıdığı tüm insanlar arasında besteci Richard Wagner (1813-1883) şüphesiz, onda en derin izlenim bırakan kişidir. Nietzsche, Wargner ile müzik açısından düşünsel anlamda aynı yaştaydı. Bu nedenle 1868’de tanıştıklarında 23 yaşındaki genç bilge, Wargner'i bir tür vekil baba gibi gördü denilebilir. Ama Nietzsche’nin asıl önemsediği şey Wagner’in birinci sınıf yaratıcı bir dahi olmasıydı. Nietzsche’nin düşüncesine göre dünyayı ve tüm acılarını haklı çıkaran türden bir biridir Wargner.

Nietzsche erken yaştan itibaren müzik tutkusu ve öğrenciyken doğaçlama yeteneğiyle sınıf arkadaşlarını etkileyen yetenekli bir piyanisttir. 1860’larda Wagner’ın yıldızı yükselir. 1864’te Bavyera Kralı II. Louis’in desteğini almaya başladı; Tristan ve Isolde 1865’te, The Meistersingers 1868’de, Das Rheingold 1869’da ve Die Walküre 1870’te gösterildi. Opera izleme fırsatları hem konumu hem de finansal açıdan kısıtlı olsa da Nietzsche Tristan’dan bir piyano notası aldı ve “geleceğin müziği” olarak düşündükleri şeyin büyük hayranlarıydılar.

Nietzsche Wagner’i ziyaret etmeye başladıktan sonra da, Wargner’in eşi Cosima ve çocuklarını da ziyaret etmeye başlar. Luzern Gölü kenarında güzel bir evdir. Nietzsche’nin klasik filoloji profesörü olduğu Basel’den trenle yaklaşık iki saat uzaklıktadır. Hayata ve müziğe bakışlarında, her ikisi de Schopenhauer’den çok etkilenmiştir. Schopenhauer’un yaşamını esasen trajik olarak da gördü. Sanatın değerini vurguladı, insanoğlunun varoluşun sefaletleriyle yüzleşmesine yardımcı oldu ve müziğin gururunu dünyanın altında yatan durmaksızın savaşan iradenin en saf ifadesi olarak bahşetti görünüş ve içini oluşturan.

Wagner genel olarak müzik ve kültür hakkında çok şey yazmıştı ve Nietzsche yeni sanat formları aracılığıyla kültürü canlandırmaya çalışma hevesini paylaştı. Nietzsche, ilk yayınladığı çalışmasında, Tregadyanın Doğuşu (1872) Yunan trajedisinin ‘müziğin ruhundan’ ortaya çıktığını savundu. Karanlık ve mantıksız bir “diyonisya” dürtüleri tarafından kullanıldı. Sonunda Aiskhylos ve Sophokles gibi şairlerin büyük trajedilerine yol açtı. Sonrasında ise Euripides tiyatro oyunlarında ve özellikle Sokrates’in felsefi yaklaşımında bariz rasyonalist eğilim de ustalaştı ve böylece Yunan trajedisinin ardındaki yaratıcı dürtüyü öldürmüş oldu. Nietzsche’yi bitirmek için şu anda gerekli olan şey Sokratik rasyonalizmin hakimiyetine karşı yeni bir diyonisya sanatıdır.



Söylemeye gerek yok. Richard ve Cosima kitaba bayıldılar. O sırada Wagner, Bayreuth’ta  operalarının yapılabileceği ve işine adanmış festivallerin yapılabileceği yeni bir opera tiyatrosu inşa etmek için para toplamaya çalışıyordu. Nietzsche’ye olan hevesi ve yazıları kesinlikle samimi olsa da, aynı zamanda onu akademisyenler arasında amaçlarının savunucusu olarak yararlı olabilecek biri olarak da gördü. Nietzsche, 24 yaşında  profesörlüğe olağanüstü bir şekilde atanmıştı. Bu nedenle görünüşe göre yükselen yıldızın desteğine sahip olmak Wagner’in şapkasında da olağanüstü bir kalem olacaktı. Cosima da Nietzsche’yi gördü.

Ama Nietzsche, Wagner’e ve müziğine ne kadar tapsa da ve muhtemelen Cosima’ya aşık olsa da kendi tutkuları vardı. Bir süre Wagnerler için ayak işleri yapmaya istekli olmasına rağmen Wagner’in baskın bencilliği ile giderek daha kritik hale geldi. Kısa süre sonra bu şüpheler ve eleştiriler Wagner’in fikirlerini, müziğini ve amaçlarını asimile etmek için yayıldı.

Wagner bir Yahudi karşıtıydı, Fransız kültürüne düşmanlık besleyen Fransızlara karşı şikayetleri daha da ağırlaştırdı ve Alman milliyetçiliğine sempati duyuyordu. 1873’te Nietzsche, Dr. Paul Rée ile arkadaş oldu.

Nietzsche, bir piyanist olarak arzu ettiği şöhreti yakalayamamış olsa da; felsefesi hayata karşı iyimser bir şarkıdır. Düşünceleri notasıdır onun….ancak paradoksal olarak ve kişisel durumuyla az uyumlu olmasına rağmen Nietzsche’nin eserleri her zaman varoluşa “evet” demek için sınırsız fırsatları da gösteriyor: kendi iç yaşamını onaylayan, ruhunun patolojileriyle savaşan bir Apollon’dur.


Nietzsche okumak kadar, onun yaşamını kaleme almak parçalı bir dünyada düzyazıya yerleştirilmiş kaotik bir düşünceyle yüzleşmektir. Kelimelerinin ruhani yoğunluğuna rağmen, aforizmaları anlamsızlığa batmıyor. Nietzsche’nin kendisine karşı olsa da; insanlığa bıraktığı eserlerin dümeni her zaman bir şeylere doğru gidiyor, yazısı limanı kaybetmiyor, denizde bile.

Nietzsche acılarını takdire şayan bir şekilde atlattı. Fiziksel hastalıkları onu çöküşe, intihara ve yaşama karşı ilgisizliğe bağışık yaptı. Acı çekmesi onu dünyada yaşamanın başka bir yolunu düşünmeye itti. Hiçbir şeyin canını acıtmayacağı bir ışık bulmak için çaresizdi. Felsefesi acıya rağmen günlük olaya kök salmak isteme saplantısının saplantısı, derin bir acı eseridir. Nietzsche felsefesi aşkın, ruhunun müziğinin, ondaki derin yaşama sevgisinin eseridir.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

"Hayat Bana Düşünmeyi Öğretti, Fakat Düşünmek Bana Yaşamayı Öğretmedi"

Rus düşünürü, edebiyatçı, filozof Aleksandr Herzen siyasi görüşleri açısından devrimci demokrat olarak bilinir. 6 Nisan 1812'de Moskova'da dünyaya gelir. Bir Rus Soylusuyla bir Alman çocuk bakıcısının evlilik dışı çocuğu olduğu bilinir. Herzen, düşünsel anlamda tarihsel belirlenimciliğe inanmaz. Umutlarını daha çok oluşun yaratıcı gücüne bağlar. Batıcılığa olan zaafına rağmen , Rus köylü geleneğine inancını korur. 

Köy topluluğunu tarıma dayalı sosyalizmin temeli olarak görür ve bu topluluğu Rusya açısından korunması ve geliştirilmesi gereken bir kurum olarak değerlendirir. Rusya'da bir çeşit küçük burjuva köylü ideolojisi anlamına gelen "Narodnizm"in kurucularındandır. Düşünceleri ve eylemleri nedeniyle Rus Çar'ı tarafından iki kez sürgün cezasına çarptırılır. 1847'de Avrupa'ya göç eder. İngiltere'de "Özgür Rus Basım Evi"ni kurar. Çan dergisini yayımlar. Rus halkının aydınlatılması için kitaplar yazar. Herzen'in önemli kitapları arasında: Bilimsel Heves, Kabahat Kimde?, Geçmişim ve Düşüncelerim yapıtları sıralanabilir.

19. yüzyıl başından ortasına kadar olan sürede Rus edebiyatında, çok tanınmış edebi karakterlerle yaygınlaşmış bir “lüzumsuz adam” geleneği olmuştur. Aylak/Lüzumsuz Adam fikri Rusya’ya özgü olsa da kültürlerin, insanları konformist ve uyumsuz olarak sınıflandırması daha geniş bir olgunun parçasıdır.
Batılılaşma yanlısı olan aydınlar ise Rusya’nın kurtuluşunun bireycilik ve akılcılık değerlerinde yattığını öne sürmüşlerdir. İşte Batılılaşma yanlısı/Batılılaşmış Rusların arzuları lüzumsuz adam portrelerine yansımıştır. Genellikle Batı Avrupa üniversitelerinde okumuş ve ülkelerine geri dönmüş olan aydınlar Batı tarzı eğitimleri nedeniyle Rusya’ya, Rus oldukları için de Avrupa’ya uyum sağlayamamışlardır.
Rus yazarların uyumsuz kahramanı ikircikli bir tavırla yansıtmaları ile Rus edebiyatında lüzumsuz adam geleneği oluşmuştur. 
Herzen, Suçlu Kim? (1846) adlı toplumsal romanında aylak, hayata uyum sağlayamadığı için kendini toplumdan soyutlamış, kitap ve düşünce dünyasına kapanmıştır.


Rus edebiyat tarihinde, saf anlamda ilk “toplumsal” roman olarak değerlendirilmektedir.
Ünlü Rus Edebiyatı eleştirmeni Belinski, Suçlu Kim? adlı romanı, çağdaş Rus yaşamını toplumsal ve psikolojik açıdan ele alması bakımından çok önemli olduğunu niteler.
İngiliz felsefeci Isaiah Berlin ise “Herzen’in romanı 1840’ların düşünsel mayalanmasında ciddi bir rol oynadı. Toplumsal ve ahlaki anlamda önemli bir yapıttır ve Herzen’in kişiliğinin de mükemmel bir ifadesidir” demiştir.
 Aynı zamanda Herzen'in  asi ve uysallık içinde çarpışan kişiliğini, karakterinin parçalarını oluşturan özel yanlarını yaşamını konu aldığı kitapta şöyle özetler:

"En aptalca hataları kendime rağmen yaptım; her zararı, her şey apaçık biçimde gözlerimin önünde gerçekleştiği halde sineye çektim. Bütün önemli olaylarda, kendime itaat etme, irademin sözünü dinleme gücüne sahip olsaydım, acaba yaşamımdan kaç talihsizlik, kaç felaket eksik olurdu? (...)Neden daima itilip kakılmama izin verdim? Uysallığımın nedeni, çocukça bir utanç ve çoğu kez karakterimin iyiliğinden- dostluk, sevgi, düşkünlük- kaynaklanan bir tezcanlılık ve ataklıktır."der

Kendi hayatı da lüzumsuz adam edebi tipi gibidir, içinde yaşadığı toplumla çatışan aciz aristokrat gibi; hayalci ve faydasızdır; başarısızlığa uğramış bir idealisttir; toplumsal ve etik sorunlara duyarlı, ama kısmen kişisel zaafları, kısmen de eyleme geçme özgürlüğü üzerindeki toplumsal ve kişisel sorunlarından dolayı eyleme geçemeyen bir yapısallığı yansıtır.


Her insanın doğası gereği, doğar doğmaz yaşadığı ilk duygular, hayata karşı güvensizlik, umutsuzluk beslemek ve yaşlılık korkusudur. Herzen'in de yaşı ilerledikçe melankoliye kapıldığını, yaşlılığın verdiği korkusunda da başkalarına muhtaç olma korkusu yattığını, hayatın ve insanların onu umutsuzluğa sevk ettiğini 1864 kaleme aldığı şu cümlelerle ifade eder:

"1851'den bu yana hiçbir yıla böyle dehşet duygusu içinde girmememiştim; ne kendimle ilgili olaylarda ne de politik faaliyetlerimde hiçbir umut ışığı göremiyorum... Hayat boyu kurduğum bağlar birer birer kopuyor. Kendimizi birbirimizin gözünde düşürüyoruz. Bu mu yaşlılık? Defne dalları soluyor, geride sadece genç görünmeye çabalayan yaşlı yüzler kalıyor. Aile yaşamımda uyum yok. Görevler gittikçe zorlaşıyor, bencillikler daha inatçı...Hepsi bütün ağırlığıyla yeni kuşağın üzerine çökecek. Her yerde kasvet, dehşet ve kan..."der

Batılı akılcı düşünce onu, yalnızlaşma, bireycilik, maddi ya da manevi ölüm; diğeri ise, dünyayı olduğu gibi kabul eden, karşılıksız sevgiyle ve herkes, herkesten sorumludur yaklaşımıyla belirlenen sona doğru ilerletir. 

Tarihsel süzgeç Herzen'i son yıllarında içine düştüğü umutsuzlukla onu hatırlamaz; tam tersine 1855'te oğlu Aleksandr'a yazdığı ithaf mektubuyla anar:

"Yaratmıyoruz, yıkıyoruz; yeni bir gelecek vaat etmiyoruz, sadece eski bir yalanı reddediyoruz. Çağdaş insan sadece köprü kurar; başkası, yarının henüz meçhul insanı geçsin diye. Belki sen onu göreceksin. Bu yakada kalma. Devrimle birlike mahvolmak, kutsal gericilik içinde kurtulmaktan çok iyidir.
Devrim, büyük toplumsal değişim dini; sana öğütlediğim yegane dindir. Bu din; cennet, ödül vaat etmiyor; kendi bilinci ve vicdanı yok. Zamanı geldiğinde vatanına, halkına bu dini anlatmaya git; onlar bir zamanlar sesimi sevmişlerdi, belki de beni hatırlayacaklardır."der

Aslında tam olarak yaşlanma korkusu değildir onun yaşadığı; dünyada bir iz bırakamadan yok olup gitmekten korkmaktadır. Herzen, hayatını istediği gibi yaşayamamak ve zamanın da haddinden çabuk geçmesi ile hiçbir hayali gerçekleşmez.
İnsanlar hayatı sevdikleri yaşlanınca ya da ölünce unutacaklarını düşünürler. Suyun şelaleden akışındaki intihar gibidir, hayat...

Bu korkunun nedenlerinden biri de ölüme yaklaşması, bir açıdan bilinmeyene yaklaşması. Malum ne olacağını bilmeyen bilmediğinden yaşlanma ve ölüm korkusu iç içe geçer, insanlarda. Herzen'de acı sona doğru hayatı çözümsüz bırakıp ayrılmıştır, 1870 başında akciğer kanserine yakalanan Herzen dünya hayatından ayrılır...
Böylece sorunları biter; ölüm, ölen adına tüm sorunları çözer.
İnsanlar birbirlerini değiştirmeye çalışır. Değişimi isteyen başaramazsa değişmeyene öfke duyar, şayet başarırsa değişen değiştirene öfke duyar...Herzen adına aşk  hayatı onun için dünyanın bir felaketi ve menfur deliliğine yol açmıştır hayatında ve ruhunda...

Tahmin edeceğiniz gibi bir sonraki blog konusu Herzen'in aşkları olacak.

6 Ocak 2016 Çarşamba

''Başkalarını kendi amaçlarını gerçekleştirmek için araç olarak görme.''

6 Ocak Dünya İyilik Günü olarak kutlanan bu önemli günde Kant'ın, ahlak felsefesi bizlere dünyanın içinde nasıl yaşadığımıza ışık tutacağı düşüncesinden yola çıkarak yazmaya çalıştım. Kant on sekizinci yüzyıl Aydınlanma düşünürüdür.  Kant,''ÖyIe davran ki, davranışIarın geneI kuraI haIine geIsin'' der. Bu bağlamda Kant'a kulak kesilmek gerekir diye düşüyorum. 

Kant ''Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.

 Bireyi, insan aklını merkeze alan ve insan aklını her şeyin başı sayan anlayışa sahiptir. Kant, aklın, insanı diğer varlıklardan ayıran temel yetenek olduğunu belirtir. Bilgi alanından  metafizikten kaçınırken, ahlak alanında tam bir rasyonalisttir; akılda her türlü veriden önce önceden mevcut ilkeler ve yasalar vardır. İnsanı insan yapan işte bu ahlak donanımıdır, önceden mevcut ilkeler ve yasalardır ki bunlar sonradan edinilemez. 

Kant'ın ahlak teorisi (Aristo'nun erdem etiği ve faydacı ahlak anlayışı ile beraber) günümüze kadar gelen ahlak anlayışlarındandır. Ahlak felsefesi, yalnızca mutluluk felsefesi demek olsaydı onun temel oluşturacak a piori bir ilkeyi araştırmak anlamsız olurdu. Ahlak, her kişinin özgür olduğu ve akıl sahibi bulunduğu varsayımından hareket eder. Akıl aracılığı ile insan, kendi algılarını kurallar içinde toplar, bilinç halinde birleştirir. Böylece duyular evreninin fenomenleri konusunda bilgiye ulaşır. Ayrıca insan, akli bir varlık olarak ahlaki özgürlüğe ulaşır. Duyuların ve nedensellik kanunun etkisinden kurtulabilir. 

Kant'ın özgürlük anlayışının temeli de burada belirir. Ahlaki emirler, insanın özel eğilimlerinden değil, özgür ve akıl sahibi benliğine yönelir. Akıl bize nasıl davranmamız gerektiğini gösterir. Hatta bu davranışın herhangi bir örneği bulunmasa dahi. İnsan aklı ile istediğini istemediğinden ayırır, davranışlar arasında seçim yapar. İsteme ve istememe akılla ilgili olduğu veya aklın müdahalesi içinde bulunduğu zaman seçim söz konusu olur. Kant'ta ahlak yasaları da bireyin aklından çıkmaktadır. 
Kant ahlak felsefesinde bireyci ve rasyonalisttir. Ahlak yasaları, yere, zamana, göre değişmeyen, aklın ortaklığında evrensellikleri olduğundan ahlak yasaları evrensel ve mutlaktır. Yani Kant'a göre ahlak yasaları her durumda her birey için geçerlidir. Her hangi bir koşula bağlı değildir, koşulsuzdur. Kant'ın ahlak anlayışını anlatan temel kavram ''ödev etiği''dir. 

Ödev etiği, sonuçlara göre değerlendirilmeyen bir alandır. Çünkü sonuçsalcı yaklaşımda ahlaki davranış dış dünyada yaratacağı sonuca bağımlı ve insan da bu yüzden otonom değilken, Kant etiği insanın pratik olarak tam rasyonel bir varlık olduğu temelinden hareketle özgürlüğü önemsenir.  Kant'a göre ''dünyada, hatta dünyanın dışında iyi niyetten başka kayıtsız şartsız iyi sayılabilecek hiçbir şey düşünülemez.'' Kant'a göre, bize bağlı olmayıp bizi bağlayan sonuçlar ne olursa olsun, bireyin niyetinin önemli olması önemlidir. 
Bireyin bu niyeti, dışardan gelen baskılar ile belirlenmemiştir, bireyin otonom varlığından gelir. Dışarıdan gelen toplumsal baskılar, yaptırım korkusu gibi baskılar (yasal, dini- manevi, maddi yaptırım gibi) nedeniyle hareket etmek Kant'a göre niyet ahlaken iyi değildir, çünkü otonomi bozulur, eylemimiz dışardan gelen bir güçle belirlenmiş olur ve özgürlüğe zarar verir. Bireyin ahlakı dışarıdan belirlenmişse, bireyin niyeti ahlaki değildir.

İyi niyet, insanı (bireyi), yardıma muhtaç bulunan başka bir insana, ona karşı hiçbir sempati, bağlılık ( dini- manevi- sevgi- kan bağı gibi) duymasa dahi ödevi ödev olarak yapma ilkesi dolayısıyla yardıma götürür.  Belli bir sonuca ulaşmak için belli bir şekilde davranması, ya da salt başarıya ulaşmak için belli davranış biçimi benimsemesi yeterli değildir. Ödev etiği, rasyonel olmayı, otonom ve iyi irade sahibi olmasını bireyin ahlak yasalarında kendi koymasını ister. Kant,'' İnsanlar ışığı görmez, ışıkla görür''der. Kısaca ahlak etiği, göreni, görmeyen ile eşitleyen tek şey kendi içimizdeki karanlık dünyadır.

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...