Nostalji, başrollerinde Oleg
Yankovsky, Domiziana Giordano ve Erland Josephson'un
oynadığı ve Andrey
Tarkovski'nin 1983 yılında İtalya'da çektiği
ilk filmdir.
Film,
ülkesini terk etmiş ve vatan özlemi duyan bir entelektüelin hikâyesini
anlatır. Sinema dilinde pek rastlanmayan monologlar bu
filmde fazlaca kullanılmış, böylelikle vatana duyulan özlem pekiştirilmiştir.
Filmin çekimleri sırasında Tarkovski'nin sürgünde olması
filmin başrol oyuncusunun aslında Tarkovski'yi oynadığı fikrini ortaya
çıkarmıştır. Burada filmin eleştirisini değil, insanı ve var olduğu dünyayı sorgulatmaya yönelik kendi penceremden anlatmaya çalışacağım.
Nostalghia filminde, Tarkovski, beynimize buzdan balyoz gibi inen monolog unutulmaz!
"Deli bir adam size kendinizden utanmanızı söylüyorsa ne biçim bir
dünyadır burası!"
Ne
zaman hayal kırıklığına uğrasak beynimizdeki zigzag düşünceler, düz bir çizgi
oluveriyor sanki...
Duyduğumuz
her olumsuz cümle, olumsuz bir bakış tepetaklak ediyor.
İçimiz
mezarlıklar şehri gibi, neyin yükü, neyin hamallığı bu?
İnsanın
yüklendiği ''anlam'' ne olabilirdi?
Şairlerin, şiirleri yazdıkları kadar güzel
okuyamamaları, nedense hep garip gelmiştir insanlara!
İnsan, kendi üzerindeki ''benlik'' şairane
duygularını mı kaybediyordu?
Her şeyi görünür etmek, görünür kılma, nesneye dönüştürmek...
Bir nesneden öte de anlamımız kalmamıştı
sanki...
Film, bizlere,'' sahi gerçekte bizler kimleriz?'' Sorusunu sorgulatıyor:
Kendi varlığını anlamlı kılmaya çalışan bizler, kimleriz,
nerede duruyoruz?
Bu yaşamın neresindeyiz?
"Her insanda dünyanın, gördüğü ve algıladığı
şekilde var olduğunu sanma eğilimi vardır. Ancak dünya ne yazık ki
bambaşkadır''der Tarkovsky
Bir Delinin Haykırışı'nı şu sözlerle, içinde bulunduğumuz sistemi özetler gibi seslenir: ''İnsanlar
arasında ilişki öyle şekil almıştır ki, sonuçta hiç kimse kendinden bir şey
beklememekte, herkes kendisini etik çabalardan soyutlayarak kendisiyle ilgili
talepleri diğer insanların, bir anlamda tüm insanlığın sırtına yıkmaktadır. Uyumlu
olmak, kendini feda etmek, geleceğin inşasına katılmak; bunlar hep
başkalarından beklenen hasletlerdendir. kişinin kendisi bu sürece hiçbir
şekilde katılmamakta, dünyada olup bitenlerden kişi olarak kendisini sorumlu
tutmamaktadır.
Bu sorumluluktan kaçmak, kendi bireyci çıkarlarını genelin yüce görevlerine
feda etmemek için de binlerce neden öne sürmektedir. Hiç kimsede dönüp kendine
bakacak, kendi hayatına, kendi ruhuna karşı olan sorumluluğunu ele alacak ne
bir istek, ne de cesaret vardır."
Hayatımıza dair bir sürü izlenimleri böylece özenle katlayarak saklarız.
Hemen
her şeyi yazmak mı, yazmamak mı? Kim bilir...Biraz kendimize, iç kabuğumuza
çekilmek... Dünyamızı dinlemek, doğayı dinlemek nasıl olurdu?
İnsanın
kendisiyle tanışması, tanışma korkusu yutar benliğindeki gerçek var olma özünü...
Tanımak istediğiniz kendinizle tanışın, tanıyın.
Her tanışıklıkta kişi bir başka boyuta evrilen benliğinizdeki kendi tablonuzu seyredin, yoksa bir başkası kendi duvarındaki ayna blokların da var olursunuz...
Kendinizi, var olma gerçekliğinizi seyretmediğiniz de, bilmediğiniz de, başkalarının aynasında gölgenizin izin verildiği kadar
izlersiniz, kendi aldığınız oyun payını.
İnsan
için değişmenin vakti geldiğinde, hayat bazen öyle rahatsız kılar ki sonunda
değişmek ya da gelişmekten başka çareniz kalmaz da...
Görüntülerle oynamak, pekala kelimelerle oynamaktan daha eğlenceli olabilir.
Ve daha tehlikeli...
Çünkü
"Yağmur birleştirir, şemsiye böler.'' Bir Delinin Haykırışı filmi, yağmurla bedenin birleşmesinin ince temasını işler. Avucumuzun
içinde bir "sevgi-merhamet-saygı" kaldı, savurun gökyüzüne doğru,
bir başka sevgiyle, bir başka merhametle, bir başka saygınlıkla buluşsun
maviliklerde, ıssız derinliklerinizde...
Görüntümüzle değil, iç ses kelimelerimizle oynamak
hayatı eğlenceli, tutkulu daha doğal ve yaşanılır kılacaktır.