Kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Şubat 2025 Cuma

James Clavell’in Shogun’unda İnsan Doğası

 

James Clavell’in Shogun adlı romanı, sadece bir tarihsel roman olmanın ötesinde, derin psikolojik ve kültürel katmanları barındıran bir eserdir. Japonya’nın feodal yapısını ve Batı ile Doğu arasındaki uçurumu anlatırken, aynı zamanda bireylerin içsel çatışmalarını ve kültürel kimliklerinin nasıl evrildiğini gözler önüne seriyor. Shogun’daki karakterler, farklı kültürlerin ve ideolojilerin, insanların düşünce süreçlerine ve davranışlarına nasıl yansıdığına dair derinlemesine bir inceleme sunuyor. Bu bakış açısı hem psikolojik bir dönüşümün hem de kültürel çatışmanın ne denli iç içe geçtiğini anlamamıza yardımcı oluyor.

Kültürel Şok ve Psikolojik Uyum: Blackthorne’un Yolculuğu

Romanın baş karakteri olan John Blackthorne, Batı dünyasında bir denizci olarak yaşamış bir adam olarak, Japonya’ya düşer ve burada bambaşka bir dünya ile karşılaşır. Kültürel şok, onun hem psikolojik hem de fiziksel bir dönüşüm geçirmesine neden olur. Batı’nın bireyci, rasyonel dünyasından Japonya’nın katı hiyerarşik ve kolektif yapısına geçiş yapmak, Blackthorne için başta bir travma gibi görünse de zamanla bu yeni dünyada hayatta kalmak için bir psikolojik adaptasyon sürecini başlatır. Bu sürecin ilk aşamalarında, Blackthorne’un içsel çatışmaları belirginleşir. Batılı bir denizci olarak sahip olduğu kimlik, Japon toplumunun geleneksel değerleri karşısında sorgulanır. Bu noktada, Blackthorne’un psikolojik olarak yeniden şekillendiğini ve aslında sadece fiziksel bir yolculuk yapmadığını, aynı zamanda kendi iç dünyasında derin bir keşfe çıktığını görmek mümkündür.

Kültürel bir yapının içinde kendi kimliğini yeniden inşa etmek, bir anlamda psikolojik olarak yeniden doğmaktır. Blackthorne’un karşılaştığı bu kültürel engeller, onun Batı’nın bireysel özgürlük ve egoyu ön planda tutan değerlerinden, Japonya’nın kolektif sorumluluk, sadakat ve özdenetim gibi değerlerine geçişini gerektirir. Bu geçiş, onun benlik algısını dönüştürürken, aynı zamanda kendisini daha derin bir anlam arayışına itmektedir. Shogun’da Blackthorne’un bu içsel değişimi, psikolojik anlamda bir yeniden doğuşu temsil eder.

Sadakat, Güç ve İnsan Doğası

Roman, sadakat kavramını çok derinlemesine işler. Japonya'da, özellikle savaşçı sınıfı olan samuraylar için sadakat, bir hayat felsefesi olmuştur. Bu değer hem toplumsal hem de bireysel bir yükümlülüktür. Psikolojik açıdan bakıldığında, sadakat insanları bir hedefe, bir otoriteye bağlar; bunun ötesinde, bireyin kendi benliğini ortaya koyma biçimi haline gelir. Blackthorne’un Japon kültürüne uyum sağlaması, aynı zamanda ona sadakat ve güç ilişkilerinin anlamını yeniden öğretir. Japonya’da sadakat sadece bir toplumsal değer değildir; bu değer, bireyin kimliğinin en önemli parçası haline gelir.

Güç mücadelesi de romanda sıkça yer alan bir temadır. Shogun’da güç, sadece fiziki değil, kültürel ve psikolojik bir faktördür. Blackthorne, bir yabancı olarak bu mücadeleye katılırken, sadece kendi hayatta kalma içgüdüsünü değil, aynı zamanda kendi egosunu da bir kenara bırakması gerektiğini öğrenir. Bu noktada güç, sadece bir liderin değil, aynı zamanda bir kişinin içsel gücünün ve sadakatinin bir yansımasıdır. Japon kültüründe, bir kişinin sahip olduğu güç, genellikle başkalarına hizmet etme kapasitesiyle ölçülür. Bu felsefe, Batı’nın bireysel özgürlük ve kendini ön planda tutan anlayışından çok farklıdır ve Blackthorne’un psikolojik olarak yeniden şekillendiği yer burasıdır.

Toplum ve Birey: Shogun’da Psikolojik Denge

Shogun’daki toplumsal yapılar, bireyi sınırlayan ve şekillendiren sistemler olarak karşımıza çıkar. Yabu, Omi, Mura gibi karakterler, Japonya'nın feodal yapısını temsil ederken, Blackthorne gibi Batılı bir karakterin bu yapıya uyum sağlaması gerektiği gerçeği, onun bireysel kimliğini bir tür yeniden yaratma sürecine sokar. Psikolojik açıdan bakıldığında, birey toplumla olan ilişkisini sürekli olarak sorgulayan bir varlık olarak belirir. Clavell, Shogun’da bu gerilimi çok ustaca işler. Toplumun bireyi nasıl şekillendirdiğini ve bireyin bu yapıdan nasıl etkilendiğini gösterirken, aynı zamanda kültürlerarası bir çatışmanın da ortaya çıkmasına neden olur. Blackthorne’un Batı'dan getirdiği bireysel özgürlük anlayışı, Japonya'nın kolektivist yapısında yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Romanın sonlarına doğru, Blackthorne’un Japon toplumuna entegrasyonu hem kültürel hem de psikolojik bir olgunlaşma sürecinin zirveye ulaştığını gösterir. Birey ve toplum arasındaki dengeyi bulmak, onu hem dış dünyada hem de içsel dünyasında güçlü kılar. Burada Clavell, kültürlerarası çatışmanın ve psikolojik dönüşümün birbiriyle nasıl iç içe geçtiğini çok başarılı bir şekilde resmeder.

Sonuç olarak, James Clavell’in Shogun’u, kültürler arası bir geçişin psikolojik derinliklerine inerek, bireylerin içsel dünyalarıyla dışsal dünyaları arasındaki gerilimi ustaca işler. İnsan doğasının sadakat, güç ve kimlik gibi temel unsurlarını ele alırken, aynı zamanda kültürel bağlamda bu unsurların nasıl şekillendiğine dair önemli dersler sunar. Bu eser, sadece tarihsel bir anlatı değil, aynı zamanda bir psikolojik ve kültürel keşif olarak okunmaya değerdir.

 

 

 

 

 

 

 

16 Ocak 2016 Cumartesi

SOSYAL MEDYADA İMZALARIMIZ

Hobbes'e göre en kötü durum, insanın doğa durumuna geri dönüşüdür.  Leviathan'nın 13. ve 14. bölümlerinde Hobbes'in tasvir ettiği insanın doğal yaşam durumu mahkum ikilemi durumu bağlamında  örnek olarak sosyal medyada tartışmalara nasıl yön belirlemektedir... İnsanın doğa durumuna geri dönüşü ise rüzgarın şeklini suyun üzerinde görmek gibidir...
Hobbes:

  • Fizik ve fiziksel güçleri bakımından eşittirler. 
  • Kendi çıkarlarını düşünür. Hobbes, tüm insanlar açısından psikolojik egoizmin olduğunu destekler.
  • İnsanlar yaratılışları itibariyle ölümden kaçma eğilimindedir.
  • Diğerlerinkiyle çatışan arzulara sahiptir. Böylece birbiriyle yarışan arzuların olduğu yerde rekabete bağlı çatışma doğar.
  • İleri görüşlüler. En azından asgari derecede rasyonel insanlar, uzun vadeli esneklikleri hesaba katarlar. 
  • Başkalarından gelecek saygı ararlar.
  • Herkes bir başkasının kendisine boyunduruk altına alabileceğinin farkındadır. Ve her insanın fırsat verildiğinde bir başkasının kendisini boyunduruğu altına almaya çalışacağını beklentisi içinde olması da yadsınamaz. 

Yukarıda saydığımız  Hobbes'e göre insan doğa durumundan '' Diğerlerinkiyle çatışan arzulara sahiptir ve Kendi çıkarlarını düşünür'' açısından ele almaya çalışacağım. Bize farklı görüş sunan rakibin üstün olduğunu görüp, haksız çıkacağımızı fark edince işi kişiselleştirerek hakaret, saygısızlık ve kabalığa başvurabiliriz. Kişiselleştirme, tartışılan konudan ayrılarak (ki o alanda oyun zaten kaybedilmiştir) rakibin üzerine gitmek, bir şekilde onun kişiliğine saldırmaktır. İnsana yönelik tartışma ortamından ayrılarak, kişiye yönelik argümana dönüşmüştür. Bir konu hakkında nesnel tartışmalardan uzaklaşmakla birlikte, rakibin söylediklerine ve kabul ettiklerine yönelir. Kişiselleştirme yapılırken konu tamamen terk edilir. Bütün etkenleri rakibin şahsına yöneltilir. Yaralayıcı, kötücül, aşağılayıcı kabalıkta oluruz. Bu insanın ego (benlik hakimiyeti) gücü olarak kullanmasıdır. Kişiselleştirme insan doğasının kitle psikolojisi  genelinde çok sevilen bir yoldur. Çünkü herkes kolayca yapabilir ve bu kolaylıktan dolayı da kullanır. Önemli sorun: Kişisel saldırıya muhatap kalındığında nasıl cevap vereceğimizdir. Aynı yöntemle karşılık verildiğinde aynı yöntemin içinde kalabilme tehlikesi doğacaktır. Tam bu noktada Sokrates'e sorulan soru ve verdiği cevap yol gösterici nitelikte önemlidir. ''Şu adam size küfür ve hakaret etmiyor mu? diye soran adama verdiği yanıt: ''Hayır, çünkü onun söyledikleri bana hitap etmiyor.'' der

Kendimizi kişiselleştirmemede de tek taraflı olarak bunun yeteceğini sanmak da büyük yanılgı olacaktır. Şöyle ki; çünkü sakin tavırla karşıt görüşe haksızlık yaptığını, yanlış yargıda bulunduğunu ya da düşündüğünü gösterebilirsiniz ama böylece karşıt görüşü ancak sakin tavırla daha da öfkeli hale getirebilir. Bunun sonucunda tartışmayı kazanabilirsiniz ya da kaybedebilirsiniz. Hobbes'in dediği gibi; ''Tüm keyif ve sevinçler, insanın kendini onlarla kıyaslayarak üstün göreceği kişiler olmasına bağlıdır'' (Hobbes, de cive, Bölüm 1) İnsanoğlunda hiçbir şey egonun tatmin edilmesi kadar önemli değildir ve hiçbir yarada insanoğlunun canını egonun yaktığı kadar da yakmaz. Bu kıyaslamayı içinizde yapın, insanlara verdiğiniz nedensellik tepkileri nedendir. Dolayısıyla en etkili kuvvetli tartışmalarda kıyaslama zihinsel ya da maddesel unsurların güç alanı önemlidir. Bir tartışmada yenilmiş olanın, kendisine hiç haksızlık yapılmış olmasa da kırılıp öfkelenmesi ve hileye başvurması, kıyaslamalarla yalan söylemesi de buradan gelir. Bunun için en güvenli yöntemlerden biri ya da karşı önlem. Aristotales'in Topika'nın son bölümünde ortaya koyduğu sosyal ve kişisel ilişkilerde iletişim kurarken dikkate almamız gereken kural: ''İlk karşına çıkanla tartışma; yalnızca iyi tanıdığın, saçmasapan şeyleri savunmayacak kadar anlam yetisine sahip olduğunu ve utanılacak durumlara düşmeyeceğini bildiğin kişilerle tartış; otoritenin ( toplum, siyasal erk, din, ekonomik, kültürel) dikte ettiklerine göre değil, nedenlere, gerçeklere dayanarak tartışmayı bilenlerle; sunulan nedenleri dinleyip dikkate alanlarla; ve nihayet gerçeğe değer veren, karşı tarafın ağzından bile olsa iyi nedenleri memnuniyetle dinleyen ve doğruyu karşı tarafa söylediğinde, yani kendisi haksız olduğunda da bunu hazmedebilecek kadar adalet duygusuna sahip olanlarla tartış.'' Aristo'nun önermesi bize kitle içinde tartışabilecek yüz kişi içinde bir elin parmaklarını geçemeyecek önermesi vermektedir. Aslında tartışma akılların karşılaşması, çarpışması için olanak sağlar; kendi düşüncelerimizi de düzeltmek için fırsat, yeni görüşler üretmeye de olanak tanır. Ama bunun için, tartışmacıların bilgi ve zihin gücü bakımından birbirine oldukça yakın düzeyde bulunmalıdır. Birinin bilgisi eksik olunca sonuç içinden geçirilen sürecin kısır döngüsünde akıntıya karşı  kürek çekmek olacaktır. Örneğin: A kişisi aynı konuda B kişisinin kendisinden farklı düşündüğünü saptarsa, önce kendi düşüncesini gözden geçirip hata aramak yerine, ötekinin düşünüşünde hata olduğunu varsayar. Yani kısacası insan doğası gereği dediğim dedik bir varlıktır. Sosyolojik bir gerçektir: Bir yerde sosyal, kültürel, dini ve siyasal tartışmalar kaos içinde varsa orada; dinin, ideolojinin, sosyal tabakaların radikal yorumları da yaygınlık kazanır. Çünkü kaos ya da trajedi, insanın doğası gereği düşündürmeyecek böylece kitle psikolojisi içinde kendini arındırma eylemine girdirecektir. Ve ne zaman bir yalan söylense  dünyanın bir kısmını öldürür. Bunlar insanların hatayla yaşam olarak adlandırdıkları mahkum ikilemi içinde egonun solgun ölümleridir. Düşünsenize bundan 400 yıl sonra var olacak insanlar yazılı dijital kaynakları okudukların da ne düşünecekler....İnsanlığın bilim, tarih ve kültürüne dair atılan imzalarımız gibi sosyal medya paylaşımları....

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...