Bilinmeyen Bir Kadına Mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilinmeyen Bir Kadına Mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Kasım 2016 Pazartesi

BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU

Edebiyatın mızmızlara, nazeninlere ait bir alan olmadığının en güzel kanıtını  Zweig'in derin duygulu kelimeleridir. Sert bir yumruk, hatta surata atılmış bir tekme gibi iner adeta...

STEFAN ZWEİG Avusturyalı romancı, öykücü, araştırmacı, oyun yazarı ve şair. Tarih, psikoloji üzerine eğitim görür. Tolstoy, Nietzche, Balzac, Dostoyevski, Baudelaire üzerine yaptığı psikolojik içerikli incelemeler onun tanınmasını sağlar. Duygulu bir  kişiliği Zweig savaşa karşıtlığı, barış yanlısıdır. Şu sözü onun ne kadar barışçıl olduğunu ortaya koyar. '' Savaşa karşı savaşmak gerek'' diyerek insanın, insancıl yönüne dikkat çekmek ister. Faşizm'den nefret eder.

Maksim Gorki'nin yakın dostudur. Hitler döneminde kitapları meydanlarda yakılır. Eserleri arasında Duygu Karmaşası, Yıldızın Parladığı Anlar, Bir Satranç Öyküsü, Kalbin Sabırsızlığı, Masalımsı Bir Gece ve Vicdan Zorbalığa Karşı, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu eserleri önemli yer tutar. Zweig'in Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Eserinde oluşturduğu kadın portresi tarihe ışık tutacak niteliktedir.

Orta Avrupa'da 1870' lerde başladığı kabul edilen bu dönem kozmopolit, Yani çok-kaynaklı kültürün Avrupa'daki doruk noktasını oluşturur ama aynı zamanda çarpıcı bir çelişkiyi de sergiler. Sözü edilen bu zaman parçasında belli bir çöküş ve yine belli bir yükseliş eş zamanlı ve birlikte yaşanır. Çöküş aileden devlete ve iktidar mekanizmalarına kadar uzanan çok geniş bir yelpaze boyunca, hemen bütün toplumsal kurumlarda yaşanır. Kültürdeki eskimişlikten ya da Sigmund Freud’un doğru nitelendirmesiyle, bu eskimişlik sonucu “Kültürde Tedirginliğin” başlamasından kaynaklanan bir çöküştür.

Böyle bir çöküşü eşi bulunmaz bir hesaplaşma fırsatı sayan dönemin sanatçıları, düşünürleri ve bilim adamları, alanlarındaki hesaplaşmalarını somutlaştıran eserleriyle ve buluşlarıyla, bu defa aynı çöküşe koşut ilerleyecek bir yükselişin altına imza atacaklardır. Bu arada özellikle psikoloji alanında Freud, Adler ve Jung’un buluşları ile bu buluşlar temelinde geliştirilen kuramlar, insana ve topluma ait o güne kadar bütün bilinenlere artık çok farklı açılardan bakılmasını kaçınılmaz kılacak, insan  karakterinin   belirleyici etmenlerini yeni yorumların süzgecinden geçirtecek ve bu arada insanlar arasındaki türlü iletişim biçimleri ve ilişkiler de bu yorumlardan paylarını alacaklardır. Yaşadığı yıllar bağlamında (1881-1942) bütünüyle orta Avrupa’nın bu kendine özgü kozmopolit yapısıyla biçimlenen bir “çöküş ve yükseliş” döneminin ürünü olan Stefan Zweig, bir yandan Rönesans’ın ve onun has çocuğu Erasmus’un büyük mirası olan Batı Hümanizmi’ni tam olarak özümsemiş, aynı mirasın bir başka temsilcisinin ve yaratıcısı, Montaigne’in düşünsel eğitiminden geçmiş kimliğiyle –bu kimliği yüzünden Zweig, ölümünden sonra çoğu çağdaşlarınca “Son Avrupalı” diye anılacaktır–, öte yandan da bu kimliğin doğal  Rönesans uzantısı olan araştırmacılığıyla, sözünü ettiğimiz dönemin önderlerinden biridir.  

Psikoloji alanında, Freud öncesinden Freud’a ve ondan sonrasına uzanan çok geniş bir birikime sahip olan Zweig, dünya edebiyat tarihinde biyografi türünün en büyük birkaç ustasından olmasını da özellikle bu birikimine borçludur. Çünkü belli dönemlerin, tarihe geçmiş kişilerden yola çıkılarak ve o kişiler açısından anlatılması diye tanımlayabileceğimiz biyografi türünün başarısı, ele alınan kişilere ilişkin psikolojik çözümlemeler aracılığıyla tarihe “onlar açısından bir bakış”ın ne ölçüde gerçekleştirilebildiğinden bağımlıdır.

Zweig, bu bağlamda biyografi türünde yakaladığı ustalığı biyografi dışındaki anlatılarının karakterlerini oluştururken de sergiler.  Örneğin bu açıdan bakıldığında, yazarın en ünlü biyografilerinden Marie Antoinette   ile Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı uzun öyküsünün adsız kahramanı arasında çok ilginç bir koşutluk vardır; gerek Marie Antoinette’in Habsburg’ların Viyana’daki sarayları Schönbrunn’dan Paris’te, Versailles Sarayı’ndaki Fransa Kraliçeliği tahtına uzanan yolu, gerekse öyküdeki bilinmeyen kadının inanılmaz bir aşkın örgüsüne yerleştirilmiş olan kaderi aynı taşlarla, her iki karakteri oluşturan psikolojik özelliklerle ve aşamalarla örülmüştür. Bu örgüler okura Marie Antoinette örneğinde, büyük Fransız Devrimi’nin hemen öncesinde ve gerçekleşme sürecinde dünya tarihinin çok önemli bir dönemini, yazarın nitelendirmesi ile “sıradan bir karakterin portresi” aracılığıyla ve portre de resmedilen kişinin karakter özellikleri temelinde sunulur. 
Burada Zweig’ın sözünü ettiği “sıradan bir karakter”, Fransa Kraliçesi Marie Antoinette’e aittir; gerçekten de Marie Antoinette sonunda merdivenlerini çıkacağı taht bağlamında kendisini aday kılacak hiçbir niteliğe ve özelliğe sahip değildir. XVIII yüzyıl sonlarının çalkantılı Fransa’sında o, ancak hep aklına estiğini yapan, bulunduğu yer bakımından hiçbir sorumluluk duygusu taşımayan, zengin bir sosyete kadını olmaya aday bir kişiliktir ve yoluna “devrim” gibi sıra dışı bir olay çıkmasa, bu sıradanlık onu taşıyanın eceliyle ölümüne kadar varlığını hiç sarsılmadan sürdürebilecektir. 

Ne var ki, adına “devrim” denilen olay, zengin bir sosyete kadını için suçlanan hiçbir yanı bulunmayan bir hayatın milyonların kaderine hükmeden bir mevkide, kraliçelik tahtında oturan bir kadın için ne büyük bir yıkıma sürüklenişin kaynağı olabileceğini çok acı bir biçimde kanıtlar. Ancak iktidarın  zirvelerinde iken bulunduğu yerin sorumluluklarını hiç umursamayan bu kraliçe, iktidardan düşüşünden giyotine kadar uzanan yol boyunca şaşırtıcı karakter özellikleri sergiler; Devrim Mahkemesi’nin suçlamaları karşısındaki kişilik onurundan hiç ödün vermeyen tutumuyla, ölüm karşısındaki yürekliliği ile Marie Antoinette, sıradan bir kimliği geride bırakıp,  çok güçlü bir eş, sorumluluğunun bilincinde bir anne olarak karşımıza çıkar. 
Zweig’ın ifadesiyle, tahtta iken sergileseydi kendisini Avrupa’nın ve Fransız Halkı’nın gözünde gelmiş geçmiş sayılı iktidar sahiplerinden biri kılabilecek bu karakter özellikleri, Marie Antoinette’e ancak ölüme uzanan yolunda yardımcı olabilir.


Tek bir mektuptan ibaretmiş gibi görünen Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, bir kadının yıllarca süren, umutsuz, acı dolu fakat bir yandan da her şeyin farkında olan bir fedakârdır, adeta tek bir hayat amaçsallığı bağlamında okunabilir. Saplandığı aşkı öyle bir derinlikle anlatır ki, Ortak bir acıyı paylaştığınız hissine kapılırsınız. Tüm kitap boyunca umuda dair tek bir cümle arar gözleriniz.... Ve adamın kayıtsızlığı, duygusuzluğu, umursamaz ve önemsemeyen halleri, nazik tavırlarıyla sevilesi görünse de kıymet vermez unutuşları. Hepsi ama hepsi okurken duygularınızı  oradan oraya fırlattırır adeta... 

Kızar, kırılır, yıpranırsınız. Adamın kayıtsızlığına, duygusuzluğuna, kadının hissettikleri uğruna yaşadıklarına, kendine yaşattıklarına... Fakat bir yandan da yazarın bu denli hisleri okuyucuya geçirebilmesi karşısında kalemine bir kez daha şaşkınlık ve takdire şayandır.
R. doğum gününde isimsiz bir mektup alır. Bu mektup yıllar yılı süren uzun, ıstıraplı, Asla tanımamış, Ait olamamışlık... 

Sessizlik içindeki sancılı bir aşkın son seslenişidir. Bir kadının sevdiği, uğruna ömrünü adayıp, yine de hayatında yer bulamadığı adama açık yüreklilikle ilk ve son seslenişidir...




 “Beni hiç tanımamış olan sana,”ifadesiyle başlar mektubuna.

“Senin içinde hiçbir şeyin artık beni tanımadığını, senin hayatındaki küçücük bir anının bile benim hayatımla ilişkili olmadığını gösteren bakışının karşısında uyanarak gerçeği ilk defa gördüm, kaderimi ilk defa fark ettim...”

“Aslında sadece biraz bakıp bırakacaktım elimden. Ne ara o ilk cümleyi okudum, ne zaman ara bile vermeden son sayfayı çevirip kapağını kapattım bilmiyorum. İçimde anlatılmaz bir enkaz hissi, çöküklük ve kederle kalıverdim. Yazar durgun deniz hisleri keskin dalgalarla coşturup; ıstırap ve acıyla karışık kumu, taşı, çakılı kaldırdı diplerden. Kısacası Zweig, yine kaleminin ustalığıyla kadın portresi yaratır.

“Sana her şeyi başından anlatmamı sabırla bekle sevgilim, senden rica ediyorum, on beş dakika beni dinleyiver! Ben bir ömür boyu seni sevmekten usanmadım..."
“Tek arzum sadece seni bir defa görmek, sadece seninle bir defa karşılaşmak, sadece yeniden gözlerimle yüzüne uzaktan sarılabilmekti...”

“Ama sen, beni hiçbir zaman, asla tanımayan sen, su kenarından geçer gibi, yanımdan geçip giden, bana bir taşa basar gibi basan, hep giden ve sürekli giden ve beni hep bekleten sen benim için kimsin?”

“...seni ne kadar sevmiş olduğumu biliyorsun artık; hayır, anlıyorsun ve bu aşk sana hiç yük olmuyor. Beni özlemeyeceksin, bu benim için bir teselli. Güzel, aydınlık hayatında hiçbir şey değişmeyecek...”

“Beni teselli edecekler ve birtakım sözcükler söyleyecekler, sözcükler, sözcükler; fakat ne yardımı dokunabilir ki sözcüklerin bana? Biliyorum, ondan sonra yine yalnız olacağım. Ve insanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur.”

 “O andan başlayarak seni sevdim. Biliyorum, kadınlar bu kelimeyi sana, senin gibi hep şımartılan bir erkeğe çok sık söylemişlerdir. Fakat inan bana, seni kimse o kız kadar, yani benim kadar, olduğum ve senin için hep öyle  kalan  ben kadar köle gibi ve bir köpeğin sadakatiyle kendini adayarak sevmedi, çünkü yeryüzünde hiçbir şey kuytuluklardaki bir çocuğun fark edilmeyen sevgisiyle karşılaştırılamaz;  çünkü bu sevgi, yetişkin bir kadının tutkulu ve bilinçaltında hep talep eden aşkının hiçbir zaman olamayacağı kadar umarsız, kendini karşısındakine hizmet etmeye adayan, boyun eğen, hep pusuda yatan ve tutkuyla yoğrulmuş bir sevgidir. Sadece yalnızlık çeken çocuklar tutkularını bütünüyle, dağılmaksızın koruyabilirler, ötekiler, duygularını başkalarıyla beraberlik atmosferinde gevezeliklerle harcarlar, yakınlıklarla köreltirler, aşk hakkında çok şey okumuşlardır, duymuşlardır ve aşkın ortak bir kader olduğunu bilirler. Onunla bir oyuncakmışçasına oynarlar, tıpkı ilk sigaralarını içen erkek çocukları gibi, onunla böbürlenirler.”

“Senin için bir hiç olduğumu, bana ait herhangi bir hatıranın en hafif biçimde bile seni etkilemediğini bilseydim eğer, herhalde nefes bile alamazdım.”
“Şimdi artık benim için yalnız sen varsın dünyada, yalnızca sen, benimle ilgili hiçbir şey bilmeyen sen, bu arada hiçbir şeyden haberi olmayanı oynayan veya her şeyi ve herkesi alaya alan sen. evet, yalnızca sen, beni asla tanımamış olan ve hep sevdiğim sen.”

“Yalnızca seninle konuşmak istiyorum. sana ilk defa her şeyi söylemek istiyorum; bütün hayatımı bilmelisin, o hayat ki, hep senindi ve sen onu asla bilmedin. Fakat benim sırrımı ancak öldüğümde, artık bana cevap vermek zorunda kalmadığında, uzuvlarımı şimdi bunca buz gibi ve bunca ateşle sarsmakta olan şey gerçekten son bulduğunda öğrenmelisin. Hayata devam etmek zorunda kalırsam eğer, o zaman bu mektubu yırtacağım ve hep sustuğum gibi, bundan sonra da susmayı sürdüreceğim. Fakat mektubum ellerinde ise eğer, o zaman bil ki, burada artık ölmüş olan biri sana hayatını, ilk dakikasından son nefesine kadar hep senin olmuş olan hayatını anlatmaktadır. Kelimelerim seni korkutmasın; ölmüş olan biri artık hiçbir şey istemez, sevilmeyi de, kendisine acınmasını da, teselli edilmeyi de istemez. Senden tek istediğim, şu anda sana kaçmakta olan acımın hakkımda ele verdiği her şeye inanmandır.”

“Matemdeydim ve matem tutmak istiyordum, seni görmekten yoksun oluşuma, kendimi mahkûm ettiğim bütün öteki yoksunlukların esrikliğini ekliyordum. Ve ayrıca, dikkatimin sadece sende yaşamaya ilişkin tutkumdan başkaca bir şeye kaymasını istemiyordum. Yalnız başıma evde oturuyordum, saatlerce, günlerce ve seni düşünmekten başka hiçbir şey yapmıyordum, sana ait yüzlerce küçük anıyı, her karşılaşmayı, her bekleyişi kendim için yeniliyordum, bu küçük olayları birer tiyatro oyunu gibi kendime oynuyordum.”

“Hayatımdakilerin hepsi ancak seninle bağlantılı olduğu ölçüde anlamlıydı.”
“Sen, beni asla, asla tanımayan, bir su birikintisinin yanından geçercesine yanımdan geçip giden, bir taşa basarcasına üstüme basan, hep, ama hep yoluna devam eden ve beni sonsuz bir bekleyiş içerisinde bırakan sen, kimsin ki benim için?”

BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU

Edebiyatın mızmızlara, nazeninlere ait bir alan olmadığının en güzel kanıtını  Zweig'in derin duygulu kelimeleridir. Sert bir yumruk, hatta surata atılmış bir tekme gibi iner adeta...

STEFAN ZWEİG Avusturyalı romancı, öykücü, araştırmacı, oyun yazarı ve şair. Tarih, psikoloji üzerine eğitim görür. Tolstoy, Nietzche, Balzac, Dostoyevski, Baudelaire üzerine yaptığı psikolojik içerikli incelemeler onun tanınmasını sağlar. Duygulu bir  kişiliği Zweig savaşa karşıtlığı, barış yanlısıdır. Şu sözü onun ne kadar barışçıl olduğunu ortaya koyar. '' Savaşa karşı savaşmak gerek'' diyerek insanın, insancıl yönüne dikkat çekmek ister. Faşizm'den nefret eder.

Maksim Gorki'nin yakın dostudur. Hitler döneminde kitapları meydanlarda yakılır. Eserleri arasında Duygu Karmaşası, Yıldızın Parladığı Anlar, Bir Satranç Öyküsü, Kalbin Sabırsızlığı, Masalımsı Bir Gece ve Vicdan Zorbalığa Karşı, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu eserleri önemli yer tutar. Zweig'in Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Eserinde oluşturduğu kadın portresi tarihe ışık tutacak niteliktedir.

Orta Avrupa'da 1870' lerde başladığı kabul edilen bu dönem kozmopolit, Yani çok-kaynaklı kültürün Avrupa'daki doruk noktasını oluşturur ama aynı zamanda çarpıcı bir çelişkiyi de sergiler. Sözü edilen bu zaman parçasında belli bir çöküş ve yine belli bir yükseliş eş zamanlı ve birlikte yaşanır. Çöküş aileden devlete ve iktidar mekanizmalarına kadar uzanan çok geniş bir yelpaze boyunca, hemen bütün toplumsal kurumlarda yaşanır. Kültürdeki eskimişlikten ya da Sigmund Freud’un doğru nitelendirmesiyle, bu eskimişlik sonucu “Kültürde Tedirginliğin” başlamasından kaynaklanan bir çöküştür.

Böyle bir çöküşü eşi bulunmaz bir hesaplaşma fırsatı sayan dönemin sanatçıları, düşünürleri ve bilim adamları, alanlarındaki hesaplaşmalarını somutlaştıran eserleriyle ve buluşlarıyla, bu defa aynı çöküşe koşut ilerleyecek bir yükselişin altına imza atacaklardır. Bu arada özellikle psikoloji alanında Freud, Adler ve Jung’un buluşları ile bu buluşlar temelinde geliştirilen kuramlar, insana ve topluma ait o güne kadar bütün bilinenlere artık çok farklı açılardan bakılmasını kaçınılmaz kılacak, insan  karakterinin   belirleyici etmenlerini yeni yorumların süzgecinden geçirtecek ve bu arada insanlar arasındaki türlü iletişim biçimleri ve ilişkiler de bu yorumlardan paylarını alacaklardır. Yaşadığı yıllar bağlamında (1881-1942) bütünüyle orta Avrupa’nın bu kendine özgü kozmopolit yapısıyla biçimlenen bir “çöküş ve yükseliş” döneminin ürünü olan Stefan Zweig, bir yandan Rönesans’ın ve onun has çocuğu Erasmus’un büyük mirası olan Batı Hümanizmi’ni tam olarak özümsemiş, aynı mirasın bir başka temsilcisinin ve yaratıcısı, Montaigne’in düşünsel eğitiminden geçmiş kimliğiyle –bu kimliği yüzünden Zweig, ölümünden sonra çoğu çağdaşlarınca “Son Avrupalı” diye anılacaktır–, öte yandan da bu kimliğin doğal  Rönesans uzantısı olan araştırmacılığıyla, sözünü ettiğimiz dönemin önderlerinden biridir.  

Psikoloji alanında, Freud öncesinden Freud’a ve ondan sonrasına uzanan çok geniş bir birikime sahip olan Zweig, dünya edebiyat tarihinde biyografi türünün en büyük birkaç ustasından olmasını da özellikle bu birikimine borçludur. Çünkü belli dönemlerin, tarihe geçmiş kişilerden yola çıkılarak ve o kişiler açısından anlatılması diye tanımlayabileceğimiz biyografi türünün başarısı, ele alınan kişilere ilişkin psikolojik çözümlemeler aracılığıyla tarihe “onlar açısından bir bakış”ın ne ölçüde gerçekleştirilebildiğinden bağımlıdır.

Zweig, bu bağlamda biyografi türünde yakaladığı ustalığı biyografi dışındaki anlatılarının karakterlerini oluştururken de sergiler.  Örneğin bu açıdan bakıldığında, yazarın en ünlü biyografilerinden Marie Antoinette   ile Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı uzun öyküsünün adsız kahramanı arasında çok ilginç bir koşutluk vardır; gerek Marie Antoinette’in Habsburg’ların Viyana’daki sarayları Schönbrunn’dan Paris’te, Versailles Sarayı’ndaki Fransa Kraliçeliği tahtına uzanan yolu, gerekse öyküdeki bilinmeyen kadının inanılmaz bir aşkın örgüsüne yerleştirilmiş olan kaderi aynı taşlarla, her iki karakteri oluşturan psikolojik özelliklerle ve aşamalarla örülmüştür. Bu örgüler okura Marie Antoinette örneğinde, büyük Fransız Devrimi’nin hemen öncesinde ve gerçekleşme sürecinde dünya tarihinin çok önemli bir dönemini, yazarın nitelendirmesi ile “sıradan bir karakterin portresi” aracılığıyla ve portre de resmedilen kişinin karakter özellikleri temelinde sunulur. Burada Zweig’ın sözünü ettiği “sıradan bir karakter”, Fransa Kraliçesi Marie Antoinette’e aittir; gerçekten de Marie Antoinette sonunda merdivenlerini çıkacağı taht bağlamında kendisini aday kılacak hiçbir niteliğe ve özelliğe sahip değildir. XVIII yüzyıl sonlarının çalkantılı Fransa’sında o, ancak hep aklına estiğini yapan, bulunduğu yer bakımından hiçbir sorumluluk duygusu taşımayan, zengin bir sosyete kadını olmaya aday bir kişiliktir ve yoluna “devrim” gibi sıra dışı bir olay çıkmasa, bu sıradanlık onu taşıyanın eceliyle ölümüne kadar varlığını hiç sarsılmadan sürdürebilecektir. 

Ne var ki, adına “devrim” denilen olay, zengin bir sosyete kadını için suçlanan hiçbir yanı bulunmayan bir hayatın milyonların kaderine hükmeden bir mevkide, kraliçelik tahtında oturan bir kadın için ne büyük bir yıkıma sürüklenişin kaynağı olabileceğini çok acı bir biçimde kanıtlar. Ancak iktidarın  zirvelerinde iken bulunduğu yerin sorumluluklarını hiç umursamayan bu kraliçe, iktidardan düşüşünden giyotine kadar uzanan yol boyunca şaşırtıcı karakter özellikleri sergiler; Devrim Mahkemesi’nin suçlamaları karşısındaki kişilik onurundan hiç ödün vermeyen tutumuyla, ölüm karşısındaki yürekliliği ile Marie Antoinette, sıradan bir kimliği geride bırakıp,  çok güçlü bir eş, sorumluluğunun bilincinde bir anne olarak karşımıza çıkar. Zweig’ın ifadesiyle, tahtta iken sergileseydi kendisini Avrupa’nın ve Fransız Halkı’nın gözünde gelmiş geçmiş sayılı iktidar sahiplerinden biri kılabilecek bu karakter özellikleri, Marie Antoinette’e ancak ölüme uzanan yolunda yardımcı olabilir.


Tek bir mektuptan ibaretmiş gibi görünen Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, bir kadının yıllarca süren, umutsuz, Acı dolu fakat bir yandan da her şeyin farkında olan bir fedakârdır, Adeta tek bir hayat amaçsallığı bağlamında okunabilir. Saplandığı aşkı öyle bir derinlikle anlatır ki, Ortak bir acıyı paylaştığınız hissine kapılırsınız. Tüm kitap boyunca umuda dair tek bir cümle arar gözleriniz.... Ve adamın kayıtsızlığı, duygusuzluğu, umursamaz ve önemsemeyen halleri, nazik tavırlarıyla sevilesi görünse de kıymet vermez unutuşları. Hepsi ama hepsi okurken duygularınızı  oradan oraya fırlattırır adeta... 

Kızar, kırılır, yıpranırsınız. Adamın kayıtsızlığına, duygusuzluğuna, kadının hissettikleri uğruna yaşadıklarına, kendine yaşattıklarına... Fakat bir yandan da yazarın bu denli hisleri okuyucuya geçirebilmesi karşısında kalemine bir kez daha şaşkınlık ve takdire şayandır.
R. doğum gününde isimsiz bir mektup alır. Bu mektup yıllar yılı süren uzun, ıstıraplı, Asla tanımamış, Ait olamamışlık... 

Sessizlik içindeki sancılı bir aşkın son seslenişidir. Bir kadının sevdiği, uğruna ömrünü adayıp, yine de hayatında yer bulamadığı adama açık yüreklilikle ilk ve son seslenişidir...




 “Beni hiç tanımamış olan sana,”ifadesiyle başlar mektubuna.

“Senin içinde hiçbir şeyin artık beni tanımadığını, senin hayatındaki küçücük bir anının bile benim hayatımla ilişkili olmadığını gösteren bakışının karşısında uyanarak gerçeği ilk defa gördüm, kaderimi ilk defa fark ettim...”

“Aslında sadece biraz bakıp bırakacaktım elimden. Ne ara o ilk cümleyi okudum, ne zaman ara bile vermeden son sayfayı çevirip kapağını kapattım bilmiyorum. İçimde anlatılmaz bir enkaz hissi, çöküklük ve kederle kalıverdim. Yazar durgun deniz hisleri keskin dalgalarla coşturup; ıstırap ve acıyla karışık kumu, taşı, çakılı kaldırdı diplerden. Kısacası Zweig, yine kaleminin ustalığıyla kadın portresi yaratır.

“Sana her şeyi başından anlatmamı sabırla bekle sevgilim, senden rica ediyorum, on beş dakika beni dinleyiver! Ben bir ömür boyu seni sevmekten usanmadım..."
“Tek arzum sadece seni bir defa görmek, sadece seninle bir defa karşılaşmak, sadece yeniden gözlerimle yüzüne uzaktan sarılabilmekti...”

“Ama sen, beni hiçbir zaman, asla tanımayan sen, su kenarından geçer gibi, yanımdan geçip giden, bana bir taşa basar gibi basan, hep giden ve sürekli giden ve beni hep bekleten sen benim için kimsin?”

“...seni ne kadar sevmiş olduğumu biliyorsun artık; hayır, anlıyorsun ve bu aşk sana hiç yük olmuyor. Beni özlemeyeceksin, bu benim için bir teselli. Güzel, aydınlık hayatında hiçbir şey değişmeyecek...”

“Beni teselli edecekler ve birtakım sözcükler söyleyecekler, sözcükler, sözcükler; fakat ne yardımı dokunabilir ki sözcüklerin bana? Biliyorum, ondan sonra yine yalnız olacağım. Ve insanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur.”

 “O andan başlayarak seni sevdim. Biliyorum, kadınlar bu kelimeyi sana, senin gibi hep şımartılan bir erkeğe çok sık söylemişlerdir. Fakat inan bana, seni kimse o kız kadar, yani benim kadar, olduğum ve senin için hep öyle  kalan  ben kadar köle gibi ve bir köpeğin sadakatiyle kendini adayarak sevmedi, çünkü yeryüzünde hiçbir şey kuytuluklardaki bir çocuğun fark edilmeyen sevgisiyle karşılaştırılamaz;  çünkü bu sevgi, yetişkin bir kadının tutkulu ve bilinçaltında hep talep eden aşkının hiçbir zaman olamayacağı kadar umarsız, kendini karşısındakine hizmet etmeye adayan, boyun eğen, hep pusuda yatan ve tutkuyla yoğrulmuş bir sevgidir. Sadece yalnızlık çeken çocuklar tutkularını bütünüyle, dağılmaksızın koruyabilirler, ötekiler, duygularını başkalarıyla beraberlik atmosferinde gevezeliklerle harcarlar, yakınlıklarla köreltirler, aşk hakkında çok şey okumuşlardır, duymuşlardır ve aşkın ortak bir kader olduğunu bilirler. Onunla bir oyuncakmışçasına oynarlar, tıpkı ilk sigaralarını içen erkek çocukları gibi, onunla böbürlenirler.”

“Senin için bir hiç olduğumu, bana ait herhangi bir hatıranın en hafif biçimde bile seni etkilemediğini bilseydim eğer, herhalde nefes bile alamazdım.”
“Şimdi artık benim için yalnız sen varsın dünyada, yalnızca sen, benimle ilgili hiçbir şey bilmeyen sen, bu arada hiçbir şeyden haberi olmayanı oynayan veya her şeyi ve herkesi alaya alan sen. evet, yalnızca sen, beni asla tanımamış olan ve hep sevdiğim sen.”

“Yalnızca seninle konuşmak istiyorum. sana ilk defa her şeyi söylemek istiyorum; bütün hayatımı bilmelisin, o hayat ki, hep senindi ve sen onu asla bilmedin. Fakat benim sırrımı ancak öldüğümde, artık bana cevap vermek zorunda kalmadığında, uzuvlarımı şimdi bunca buz gibi ve bunca ateşle sarsmakta olan şey gerçekten son bulduğunda öğrenmelisin. Hayata devam etmek zorunda kalırsam eğer, o zaman bu mektubu yırtacağım ve hep sustuğum gibi, bundan sonra da susmayı sürdüreceğim. Fakat mektubum ellerinde ise eğer, o zaman bil ki, burada artık ölmüş olan biri sana hayatını, ilk dakikasından son nefesine kadar hep senin olmuş olan hayatını anlatmaktadır. Kelimelerim seni korkutmasın; ölmüş olan biri artık hiçbir şey istemez, sevilmeyi de, kendisine acınmasını da, teselli edilmeyi de istemez. Senden tek istediğim, şu anda sana kaçmakta olan acımın hakkımda ele verdiği her şeye inanmandır.”

“Matemdeydim ve matem tutmak istiyordum, seni görmekten yoksun oluşuma, kendimi mahkûm ettiğim bütün öteki yoksunlukların esrikliğini ekliyordum. Ve ayrıca, dikkatimin sadece sende yaşamaya ilişkin tutkumdan başkaca bir şeye kaymasını istemiyordum. Yalnız başıma evde oturuyordum, saatlerce, günlerce ve seni düşünmekten başka hiçbir şey yapmıyordum, sana ait yüzlerce küçük anıyı, her karşılaşmayı, her bekleyişi kendim için yeniliyordum, bu küçük olayları birer tiyatro oyunu gibi kendime oynuyordum.”

“Hayatımdakilerin hepsi ancak seninle bağlantılı olduğu ölçüde anlamlıydı.”
“Sen, beni asla, asla tanımayan, bir su birikintisinin yanından geçercesine yanımdan geçip giden, bir taşa basarcasına üstüme basan, hep, ama hep yoluna devam eden ve beni sonsuz bir bekleyiş içerisinde bırakan sen, kimsin ki benim için?”

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...