24 Eylül 2023 Pazar

İnsanların vicdanına ve iradesine bağlı olmayan toplum yasaları var mı?

 

Sosyal yaşamı analiz ederken kaçınılmaz soru ortaya çıkıyor.

İnsanların vicdanına ve iradesine bağlı olmayan toplum yasaları var mı? Karl Marx için tarihte bireyin bilincine ve iradesine bağlı olmayan yasalar işliyor. Bu yasalar milyonlarca insanın istekleri ile ortaya çıkar. Ve çoğu zaman bu istekler her birinin istediği yönde hareket etmezler. Sosyal varlığın en doğrudan ve bariz tezahürü insan yaşamının, bilincin, sanatın ve felsefenin bağlı olduğu üretimdir, emektir. Marx’ın toplumun gelişimi hakkındaki görüşlerini özetlediği kilit kavramlar “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” eserinin önsözünde sunulmaktadır (1859). “...Yaşamlarının sosyal üretiminde erkekler kendi iradelerinden bağımsız belirli ve gerekli ilişkiler kurarlar, üretim ilişkileri, maddi üretken güçlerinin gelişmesinin belirli bir aşamasına denk gelir. Bu üretim ilişkilerinin bir bütünü toplumun ekonomik yapısını oluşturur, yasal ve politik üstyapının yükseldiği ve belirli toplumsal bilinç biçimlerinin karşılıklı olduğu gerçek temeldir. Maddi yaşamın üretim şekli genel olarak politik ve manevi sosyal yaşam sürecini koşullandırır. İnsanın varlığını belirleyen bilinci değil, aksine, bilincini belirleyen toplumsal varlıktır.” Marx’a göre, zaman içinde üretici güçlerin gelişmesi onları mevcut üretim ilişkileriyle çelişkiye yol açıyor, yasal ifadesi belirli mülkiyet ilişkileridir. Bu sonuncular üretici güçlerin geliştirme biçimi olmaktan prangaları haline geliyor. Marx şöyle diyor: Belli bir gelişme aşamasına geldiğinde toplumun maddi üretici güçleri mevcut üretim ilişkileriyle çelişkili ya da bunun yasal ifadesinden başka bir şey değildir, içindeki mülkiyet ilişkileriyle Oraya kadar açıldılar. Üretken güçlerin gelişme biçimleri, bu ilişkiler onların engellerine dönüşür ve böylece sosyal devrim zamanı açılır. Ekonomik temel değiştiğinde, hemen hemen hemen tüm büyük üstyapı üzerine kuruldu. Bu dönüşümler incelendiğinde üretim ekonomik koşullarında meydana gelen ve doğa bilimlerinin kendi doğruluğuyla takdir edilebilen maddi değişiklikler arasında her zaman ayırt edilmelidir ve yasal, politik, dini, sanatsal veya felsefi yollar, tek bir kelimeyle, ideolojik yollar erkekler bu çatışmanın farkındalığını kazanır ve çözmek için savaşır.  Marx bizlere diyor ki, bireyi kendi hakkında düşündüklerine göre yargılayamadığımız gibi, bu dönüşüm çağlarını da onun bilincine göre yargılayamayız, ancak bu farkındalığın maddi yaşamın çelişkileriyle açıklanmasıdır. Bu sosyal üretken güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çatışmadan dolayıdır. Ve Marx’a göre hiçbir sosyal oluşum, yeterli yer veren tüm üretken güçler gelişmeden önce yok olmaz ve eski toplumun bağrında varoluşları için maddi koşullar olgunlaşmadan önce yeni ve üstün üretim ilişkileri ortaya çıkmaz. Bu nedenle insanoğlu her zaman sadece ulaşabileceği hedefleri amaçlamaktadır çünkü daha yakından bakıldığında, bu hedeflerin sadece zaten verildiğinde veya en azından gerçekleşmek için maddi koşullar yapıldığında ortaya çıktığını görecektir.  Marx ana üretim modları olarak Asya, eski, feodal ve modern burjuva üretim modlarını vurgulamıştır. Burjuva üretim ilişkileri Marx’a göre, sosyal üretim sürecinin son “antagonik” formudur. Antagonik bireysel değil, ancak bireylerin sosyal yaşam koşullarından gelir. Fakat burjuva toplumunda gelişen üretken güçler, aynı zamanda bu düşmanlığın çözümü için maddi koşullar sunar. Bu sosyal oluşumla birlikte insan toplumunun tarih öncesi kapanarak koşulunu toplumun bireyinin oluşturmadığı; koşulların oluşturduğu toplum ve bireyleri oluşturmaktadır. Buraya kadar anlatılan Marx tarih felsefesinin temelidir ve daha basit bir şekilde ifade edilmiştir: Bu anlayışın özü, iş faaliyetinde üretim ilişkileri geliştiren keşifle ilgilidir ve isteklerine bağlı olarak farkındalık, ancak insanların doğaya karşı tutumlarını karakterize eden üretken güçlerin gelişim derecesi, kullandıkları iş araçlarında (Üretken Güçler ve Üretim İlişkileri). İnsanların doğayla ve birbirleriyle objektif maddi ilişkilerinin tamamı sosyal varlığı oluşturur. Sosyal varlığın doğaldan ayrılması tarihe materyalist bir yaklaşımın başlangıcıdır, toplumsal varlığın bilincini ve toplumsal gelişmenin belirli iç yasalarını belirleyen şeydir. Üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin birliği, bir toplumun sosyal, siyasi ve manevi yaşam süreçlerini belirleyen maddi yaşamın üretim modunu oluşturur. Marx, toplumun yapısını karakterize ederek çeşitli bölümlerinin ekonomik temelde objektif bağımlılıklarından oluşan dikey bir çizgi inşasına dikkat çeker ve bu işlevi üstlenen üretim ilişkileri tarafından gerçekleştirildiğini savunur. Üretim ilişkilerinin temelinin üstünde politik-hukuki üstyapı yükselir: Devlet ve hukuk, temel farklı bilinç biçimlerine (Temel ve üstyapı) karşılık vererek kültürel-sosyal-siyasi ve ekonomik ağlarını oluşturur.

Marx’taki sosyal ağ gelişiminin kaynağı işlevsel üretim modunun çelişkilerinde yatıyor. Üretken güçler geliştikçe mevcut üretim ilişkilerini aşarlar ve onların engelleri haline de gelirler. Bu ise toplumsal devrime yol açan bir çatışma, eski üretim ilişkilerinin yenileriyle değiştirilmesi, geliştirilmiş üretken güçlere (Sosyal Çatışma, Devrim) karşılık olarak ortaya çıkar. Ancak (kapitalist sistemdeki çatışma üst yapının-üretim ilişkilerinin değişimine pozitif yönlü değişim) gösterebilmektedir.  Bu büyük üstyapıdaki değişimler takip edildiğinde ise genel yasa ortaya çıkmaktadır. Toplumdaki sosyal bozukluklar nesnel koşullar kriz ortamları olgunlaştığında ortaya çıkar. Gerçek içeriklerini belirlemek için bu koşulların ve genel yasaların analizine dayanmalıdır. Ancak yine bu genel yasalar algılandıkları gibi ideolojik yollara değildir. Yani devrim asla gerçekleşmemelidir; çünkü Marx’a göre, üretim ilişkisindeki sınıf çatışmaları zenginliğin yeniden dağıtmak (poker el dağıtımı gibi) üst yapılar içindir, yoksulluğu değil….


Dipnot: Antagonist, kurguda, ana karakteri, engellemekle yükümlü kişidir. Karşı kişi ya da Muhalif düşman olarak da bilinir. Asıl karakterin zıttıdır. “Antagonizm ile yaratmak, üretmek” biçiminde Marx’ın da kullandığı bir terimdir.


20 Eylül 2023 Çarşamba

Ebeveyn (Anne) Narsisizmi

 

“Çocuk dünya tarafından nasıl kabul görüyor veya reddediliyorsa sonradan kendini o şekilde kabul veya reddeder. Bu esnada anne baba ve kardeşlerin bir aile yapısı içinde anahtar işlevi vardır, çünkü sağlıklı bir güven geliştirmede çocuğa uygun veya elverişsiz şartlar sunabilirler. Çocukla en yoğun ilişki içinde olan anne olduğu için yaşamın ilk yıllarında genelde en önemli kişi annedir.” Barbel Wardetzki

Ebeveyn Narsisizmi

Kızını yetişkinliğe kadar hasta eden annenin kıskançlığı olarak kabul edilmektedir. Narsist bir anne kızını pek çok nedenden dolayı kıskanabilir: görünüş, başarılar, maddi mal varlığı, gençlik ve hatta babasıyla olan ilişkisi… Her annenin mükemmel ebeveyn olduğuna ve çocuklarını koşulsuz sevdiğine dair bir inancımız vardır ama bazen tam olarak durum böyle olmuyor. Narsistik kişilik bozukluğuna sahip bir anne, kızını kalıcı bir mülk olarak görebilir.

Ancak kız çocuğu annesinin annesi ya da onun bir uzantısı (uzvu) değildir; her birey kendi kişiliğiyle, düşünceleriyle, arzularıyla, duygularıyla benzersiz olmak için doğmuştur. Sağlıklı anneler kızlarıyla gurur duyar, onların başarılarından heyecanlanır, daha fazlasını ve daha fazlasını ister, narsist bir anne ise kızını bir tehdit olarak algılar ve onun büyümesini kıskanabilir.

Çocukken, eğer dikkat anneden uzaklaştırılırsa, bu kız ağır bir misillemeye, aşağılanmaya ve hatta cezaya maruz kalır ve bu da yetişkinliğe kadar psiko-duygusal hasara neden olabilir. Bu eylemleri doğrudan kendisi yapabileceği gibi bazen de büyük kardeşlere veya geniş aile yapısında aile içindeki akrabalara verebilir de…hatta babayı da devreye alabilir. Narsist bir anne genellikle kızını birçok nedenden dolayı kıskanır: görünüm, başarılar, maddi mallar, gençlik ve hatta babasıyla olan ilişkisi.

Pek çok insan kıskanılmanın iyi ve arzu edilen bir şey olduğuna, özgüvenlerine iyi geldiğine inanır, başkalarının da onları fark ettiğini ve kendilerini “tehdit altında” hissettiklerini düşünür. Ama gerçekte kendi anneniz tarafından kıskanılmak hiç kimsenin istemeyeceği bir şeydir.

Her çocuk annesine güvenmeyi, tüm güzel anlarını paylaşmayı, başarılarını kutlamayı ve neşelendirebileceği en iyi arkadaşının olmasını umar; ancak gerçek narsist bir anneyle ilişki de kavgalar ve sürtüşmelerle işaretleneceği anlamına gelir. Ortada nedensiz nafile nedenler bile olsa… çocuğa karşı provokasyonlar da süreklidir.

Narsist anneler kızları büyürken genellikle bu kıskançlığı algılamakta zorlanırlar çünkü bu bir çocuğun beklediği bir şey de değildir. Çünkü onu dünyaya getiren varlıktan kuşku duymak en son çocuğun yapacağı şeydir. Her annenin mükemmel olduğuna ve çocuklarını koşulsuz sevdiğine dair bir inancımız var, ancak bazen durum tam olarak böyle olmuyor. Bazıları bu garip davranışı fark eder ve anne kıskançlığının var olduğunu anlar. Kıskançlığı anlayan çocukta  anneden nefret etmeye başlayabilir ve her ikisi için de çelişkili ve yorucu bir tavır ortaya çıkabilir. 

Ancak çocukluk döneminde anneleri tarafından kıskanılan kızlar bu durumu genellikle göremezler, bunun yerine her zaman yanlış bir şeyler yaptıklarına inanırlar. Hatanın kendilerinde olduğunu kabul ederler. Sorun, annelerin kullandığı bu yaklaşımın olumsuz duyguları içselleştirmesi, çocuğun asla kendini “yeterince iyi” olmadığına dair düşünmesine yol açmasıdır ve böyle bir çocuk ileriki süreçte güvensiz bir yetişkin adayı olacaktır.

Anne kıskançlığının kızının bütünsel gelişiminde engeller yaratabileceğini belirleyen bazı faktörler var. Öncelikle, sağlıksız bir ortamda, narsist bir anneyle doğmanızın çocuğun hatası olmadığını, ancak çocuğun daha sağlıklı bir yuva doğabilmesi için filtrelemenin ve kendisine bakmanın yolları olduğu hakkında bilgilendirilmelidir.

Narsist bir anneyi tanımlamak acı verici ve kafa karıştırıcı bir süreç olabilir. İnsanlar genellikle yıllarını annelerinin davranışlarını anlamaya çalışarak ve onların aşırı mı tepki verdiklerini yoksa çok hassas mı olduklarını merak etmişlerdir. Ancak narsist bir annenin karakteristik tuhaflıklarını tanımak, aile dinamiklerini daha iyi anlamak önemli bir adım olabilir.

Patlayıcı reaksiyonlar gösteren anne

Narsist bir annenin çarpıcı bir özelliği, abartılı duyarlılığı ve eleştiri ya da aksiliklerle karşılaştığında patlayıcı tepkiler verme eğilimidir. Kolayca gücenir ve herhangi bir yorumu kendi mükemmel, harika imajına yönelik kişisel bir saldırı olarak yorumlar. Bu abartılı hassasiyet imajinasyonu öfke patlamalarına yol açar; narsist anne kendini izole edebilir, bağırabilir, hakaret edebilir ve hatta sizi tekrar üstün hissetmeniz için aşağılamanın yollarını arayabilir.

İrade empozesi

Narsist bir anne, başkalarının kendisine hizmet etmek ve ihtiyaçlarını karşılamak için var olduğuna inanan, ilişkilere dair çarpık bir bakış açısına sahiptir. Çocuklarını duygusal olarak sömürmekten, kendi istek ve arzularını tatmin etmek için onları manipüle etmekten çekinmeyecektir. Bu sömürü, sürekli ve özel ilgi talep etmekten, onların bireyselliklerini ve arzularını dikkate almadan kendi istek ve arzularınızı çocuklarınıza empoze etmeye kadar farklı şekillerde kendini gösterebilir. Çocuklarını belirli kariyer yollarını, hobileri veya etkinlikleri takip etmeye zorlayabilir, kendi hayal kırıklıklarını ve yerine getirilmemiş arzularını onlara yansıtabilir.

Duygusal şantaj

Narsist bir annenin en yıkıcı özelliklerinden biri, istediğini elde etmek için duygusal şantaja başvurma eğilimidir. Kendi isteklerine boyun eğmenizi sağlamak için kendinizi suçlu, daha az sevilmiş veya yetersiz hissettirmek gibi manipülatif stratejiler kullanıyor. Beklentilerini karşılamazsanız sevgisini, ilgisini veya duygusal desteğini geri çekmekle tehdit edebilir. Bu duygusal şantaj, çocuğun çatışmalardan veya reddedilme duygularından kaçınmak için annesinin emirlerini yerine getirme konusunda baskı hissettiği zehirli ve kafa karıştırıcı bir ortam yaratır.

Duyguların değersizleştirilmesi

Narsist bir anne, çocuğunun duygularını tanımakta ve onaylamakta güçlük çeker. Çocuğun meşru duygu ve sorularının önemini küçümser, değersizleştirir ve hatta inkar eder. Endişelerinizi, üzüntünüzü veya şüphelerinizi paylaştığınızda, duyarsız bir şekilde yanıt verebilir, duygularınızı göz ardı edebilir veya endişelerinizle alay edebilir. “Abartıyorsun”, “endişelenecek bir şey yok” veya “şikayet (Anadolu’da sızlanmayı bırak) etmeyi bırak, ihtiyacın olan her şey sende var” gibi şeyler söyleyebilir. Narsist anne, sürekli olarak çocuğunun duygularını ve sorularını geçersiz kılarak kontrolü sürdürmeye ve kendi üstünlük görüşüne meydan okuyabilecek yüzleşmelerden kaçınmaya çalışır.

İlgi odağı

Narsist annelerin ilgi odağı olma konusunda doyumsuz bir ihtiyaçları vardır. Herhangi bir durumu parlamak ve dikkatleri kendilerine çekmek için bir fırsata dönüştürme eğilimindedirler. Başarılarınızı paylaşıyorsanız, ilgi odağını hızla kendi başarılarına kaydıracaktır. Hemen hemen her zaman sohbetleri tekeline almanın ve tüm gözlerin onun üzerinde olmasını sağlamanın bir yolunu bulacaktır. Bu sürekli ilgi odağı olma ihtiyacı, narsist bir annenin temel özelliklerinden biridir. 

Sürekli eleştiri

Narsist bir annenin başarılarınızı küçümseme ve çabalarınızı değersizleştirme alışkanlığı vardır. Başarılarınızı paylaştığınızda, olumsuz yorumlarla, eleştirilerle ve cesaretinizi kırarak karşılık verir. Başarılarının önemli olmadığını veya herkesin aynı şeyi yapabileceğini söyleyerek başarılarını küçümseyebilir. Ayrıca görünüşünüz, yetenekleriniz veya seçimleriniz hakkında aşağılayıcı yorumlarda bulunarak kendinize olan güveninizi ve özsaygınızı zedeleyebilir. Bu sürekli eleştiri, kendinizi yetersiz ve beceriksiz hissetmenize, narsist anneden sürekli olarak nadiren kabul edilen onay ve onay aramanıza neden olur.

Başkalarıyla kıyaslama

Narsist bir annenin sizi aileniz, arkadaşlarınız veya tanıdıklarınız olsun diğer insanlarla karşılaştırma eğilimi vardır. Bu karşılaştırmaları onu küçümsemek ve kendi üstünlüğünü pekiştirmek için kullanıyor. Başkalarının sözde başarılarını ve niteliklerini vurgulayabilir, farklı açılardan sizden nasıl üstün olduklarını vurgulayabilir. Bu karşılaştırmalar, sürekli olarak dezavantajlı duruma düşürüldüğünüz ve gerçekçi olmayan standartlara ulaşmanız için baskı yaptığınız, rekabete dayalı bir aile dinamiği yaratır. Bu sürekli rekabet, kardeşler arasında gerginlik ve çatışma yaratır ve duygusal açıdan sağlıksız bir ortama katkıda bulunur.

Kontrol ve esneklik

Narsist bir anne, her şeyin kendi istediği gibi yapılması gerektiği konusunda çarpık bir görüşe sahiptir. Farklı görüşlere veya kendi istekleriyle uyumlu olmayan kararlara tolerans göstermez. Kendi seçiminden günlük yaşamın en önemsiz ayrıntılarına kadar dünya görüşünü etrafındaki herkese empoze eder. Başkalarının kendi taleplerine boyun eğmesini beklemekle kalmaz, aynı zamanda karşı çıkıldığında ya da itiraz edildiğinde kızgınlıkla olumsuz tepki verir. Esnek görünmek ve çocuğu kontrol etmek, narsist bir annenin karakteristik davranışlarındandır.

Narsist bir anneyle yaşamak son derece zorlayıcı olabilir ve duygusal sağlığınızı olumsuz yönde etkileyebilir. Sağlıklı sınırlar koymak ve özgüveninizi geliştirmek için bu davranışları tanıyıp destek aramak önemlidir. Bireysel veya grup terapisi, narsist bir anneye sahip olmanın duygusal sonuçlarıyla başa çıkmak için onun görüş ve eleştirilerinden bağımsız bir öz değer duygusu oluşturmak için değerli bir araç olabilir. Narsist annenin sizden talep ettiği gibi değil, olduğunuz kişi için değer verilmeyi ve sevilmeyi hak ettiğinizi hiçbir zaman unutmayın.

Kaynak:

Barbel Wardetzki- Dişi Narsisizm-Uçlarda Yaşayanlar

19 Eylül 2023 Salı

1500 yıllık Germanica antik Roma kenti, Caligula ve Kahramanmaraş

 

Germanicia Antik Kentti

Germanicia, günümüzde Kahramanmaraş’ta bulunan antik Roma kentidir. 2007 yılında kazı çalışmalarına başlanan kent mozaikleri 2018 yılında gün ışığına kavuştu. 

1500 yıldan bu yana toprağın altında keşfedilmeyi bekleyen antik kente adını veren Roma İmparatoru Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus’u yani nam-ı diğer Caligula’nın yaşamına kısaca göz atmaya ne dersiniz…

Caligula 

Germanicia kentine adını babasının adını veren Roma’nın en kanlı imparatoru Caligula ise M. S 12’de doğmuştur. M.Ö 15- M.S 19  arasında Roma yönetiminde etkin olan General Germanicus Julius Caesar Claudianus, Julios Claudion Hanedanı mensubudur. M.Ö 9 yılında babasının Germania’da (Almanya) kazandığı zaferin onuruna Caligula’ya Germanicus lakabı verilmiştir. Germanicus M.S 18 yılında uyuşuk Roma İmparatoru Tiberius tarafından Asya’ya gönderildi. Kapodokya ve Kommagene krallarını yenerek bu bölgeleri Roma eyaletine dönüştürdü. Tiberus M.S 19 yılında öldü. Kaynaklara göre onu yatağında yastıkla boğarak öldüren Caligula’nın kendisidir.

Caligula, ünlü General Germanicius Julius Caesar Cladianus’un oğlu olarak Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus adıyla doğdu. “Küçük Asker Çizmesi” anlamındaki “Caligula” ismi, çocukluğunda onu çok seven askerler tarafından ona bir lakab olarak takıldı. Caligula (Gaius) 38 yılında Kommagene Krallığı’na getirdiği Antiokhos’u 3 yıl sonra tahttan indirdi. Bu olayın sonrasında da Alman koruması tarafından kanlı bir suikast sonucu öldürüldü. M. S. 41 yılında Caligula’nın yerine Tiberius Claudius Caesar Augustus (dayısı) Germanicus çıktı.

Çılgın İmparator Caligula M. S. 31’de Roma’nın tahtına oturuyor. İkitdarının ilk yıllarında oldukça cömert, yasaları yumuşatan ve ülkeye refah sunan bir imparator portresi çizer. Onun ve Roma’nın sonunu hazırlayan süreçte insanları büyük bir hevesle öldürülüyor, asilzade kadınlara tecavüz ediyor. Zenginler soyuluyor ve asılıyor. Caligula’nın atı hükümetin lideri gibidir ve senatoya atanmış bir senatördür. Roma’nın geleceği rehin tutuluyor, gerçekliğin kendisi ele geçirilmeye hazır ve her yerde Caligula’nın kulakları vardır. Ve Caligula Aşk tanrıçası gibi giyinerek kendisini halka farklı bir persona ile sunarak şarkılar söyler. Sirk (panayır) gösterileri düzenletir.

Caligula ismi kendisine, Roma lejyonerleri tarafından giyilen kaligalara atıfta bulunarak “küçük asker çizmesi” anlamına da gelir. Caligula’nın bu lakaptan nefret ettiği de ifade edilir tarihçiler tarafından…

Caligula’nın Roma İmparatoru olduğu sonraki (M.S 31- M.S 41) yıllarda sadizm, zulüm, müsriflik ve cinsel sapkınlığıyla tanınan bir canavar olduğunu gösteriyor gibi görünüyor (bazı kaynaklar şüpheli olsa da). Yine tarihçiler onun epilepsi hastası olduğunu ve sık sık nöbetler geçirdiğini de iddia etmektedir. Ancak Thomas Hobbes’in Leviathan eserinde halkına zulüm eden Roma imparatorlarının mezarlarının bilinmeyecek bir yere yapıldığı ve imparator adına yapılan heykellerin yok edildiği yönündedir. Ziyadesiyle kötü imparatorları adlarını tarihten silmeye çalışırdı Roma devleti ve halkı…

Edebiyat Tarihine Adını Kanlı Bir Diktatör Olarak Yazdıran İmparator

Fransız yazar Albert Camus’un tiyatro oyunu olarak kaleme aldığı eseri “Caligula” zihinsel tiyatro oyunu içinde oldukça etkili diyebilirim. Anlam konsantrasyonu, düşünmeye zaman bulabilmek ve en önemlisi bazı anlarda dayanılmaz duygularla baş edebilmek için üretime ara vermenizi gerektirir. Güldüm, ağladım, dehşete düştüm, hayran kaldım ve hem estetik hem de entelektüel zevk aldım. En başında şöyle düşünmeyi başaracaksınız: “Sahnede olacaklara seyirci daha fazla dayanamayacak.”

Kısaca kitabın özeti şöyledir: “Caligula”nın tarihsel anlatısını daha detaylı olarak kitaptan okuyabilirsiniz. Caligula hayalperest, idealist, vicdanlı ve eğitimsiz, genç Roma imparatorunun ellerinde kukla olması için çevresinin tam da ihtiyacı olan figürdür. Baldızı Druzilla ölür ve Caligu’la da bu ölümün ona verdiği acıdan dolayı evrenden intikam almaya başlar. Savaşları ateşleyen, çevresini yok eden bir diktatör doğar.

Kitabı okuduğunuz da ve Caligula’nın hayatını biraz araştırdığınızda “diktatör pişirmenin tarifi nedir?” sorusunu soracaksınızdır kendinize… Eğitim eksikliği, kendi haklarına inanç ve her şeye gücü yeten. Böylece çocuğunu sonsuz seven, ona her şeye izin veren, kendine olan sevgisini kaybetme korkusuyla, dünyanın kaprislerini yapmak zorunda olduğuna inanan bir canavar yetiştirir.

Roma İmparatorluğu’nun hazinesi bomboş ve Roma heybetini kaybediyor. Caligula bir çıkış yolu bulur. Mal sahibi olan herkesin soyundan gelen mirasçılarını mahrum eder ve mülkü devlet yararına yeniden yazar. Ve sonra isim listesi hazırlanarak bu mülk sahipleri tek tek öldürülüyorlar ve Roma’nın refahı böylece arttırılmış oluyor. Mantıklı, adil ve her şey yüksek amaçlar Roma uğrunadır.

“Roma İmparatorluğu’nda özgürlükle yalnızım. Sevinin! Sonunda size özgür olmayı öğreteceğim! Herkese eşitlik hediye edeceğim.”

Roma da olduğu gibi birçok imparator sınırsız güce sahiptir, ancak Caligula bu gücü kısıtlamadan ilk kullanan imparator olmuştur. Mal mülk Patrislilerden alınıyor, eşler devlet evlerine veriliyor, çocuklar öldürülüyor, ama üç yıl önce saf bir senatör Caligula’nın yönetilmesi bu kadar kolay olacağından eminlerdir.

Caligula kibar olduğunu düşünüyor, “mantıksal” olarak daha fazla insanı öldürebileceğini düşünüyor ama öldürmez, bu yüzden onlara hayat verdi. Halkı doyurmak için açlık ilan ediyor. Sevdiğine zehir verir, onu öldüreceğini önceden uyarır, ölmeye hazır olduğunda ise şaka yaptığını, ilaçtır, zehir değil, demiştir.

Benim için bu performans Roma İmparatorluğu ile ilgili değildi, hatta Hitler, Stalin ve Putin ile ilgili değildi. O, dünyaya hükmetmek ve tam teslimiyet isteyen her bireyin içindeki canavarla ilgilidir. “Hepsi benim yolum!” Canavar kendini tanrıya taklit eder, öldürmeden hayat verir. Netice de her insanın içinde tanrısal bir melek bir de şeytani canavarın olduğunu yaşamıyla göstermiştir Caligula.

İnsanın geliştirmeye çalıştığı ideal “Benlik”, tam olarak bu mümkün hepsi Caligula’ya göre bu evrenin bilgisi değil, kendisine uyma zorunluluğu, kendine din icat edip etrafındakileri kendine tapan kölelere dönüştürmektir.

Caligula: “Yaşıyorum, öldürürüm, yaratıcının gücünün bir şakaya çarptığı yok edicinin tüm gücünün sarhoşluğunu onaylıyorum.” Mutlu olmanın anlamını ötekini yok etmekte olduğuna kendisini inandırmıştır. “İşte mutluluk, beklenen kurtuluş, dört bir yanımdaki saygısızlık, kan ve nefret, tüm hayatını sürdürebilecek bir insanın eşsiz mahremiyeti, cezasız cinayetin muazzam sevinci, insan hayatını ezen acımasız mantık.” Kitap Caligula’nın durdurulması için yalvarmasıyla bitiyor, zaten yapamaz.

Caligula, insanlığın kendi iç cehennemime inmiş imparator olarak ona körü körüne itaat etmeye, onun deliliğine, zalimliğine dehşete düşen Roma halkı sonunda pişman olur ve onu öldürürler.

18 Eylül 2023 Pazartesi

EŞZAMANLILIK

 

Carl Gustav Jung “Nedensel olmayan birlikteliğin ilkesi olarak eşzamanlılık (Synchronizita ve diğerleri akausaler Zusammenhaenge 1952)” adlı çalışmasında “eşzamanlılık” ya da “eşzamanlama” kavramını şu şekilde anlaşılmıştır.

v Jung, modern fiziğin yaptığı çok sayıda keşif sonucunda eşzamanlılık kavramının doğa yasalarının mutlak geçerliliğini paramparça ederek onları göreceli hale getirdiğine ve aynı zamanda felsefi bir kavram olarak “nedensellik” kavramının ortaya çıktığına inanıyordu. Doğa kanunları ilkesi göreceli hale getirildi ve bunun yalnızca istatistiksel olarak geçerli olduğunu kanıtlayarak, “tesadüf” alanını ve bu nedensel olmayan olayı açıklayan bir ilke olarak “eşzamanlılık” ilkesinin varlığını ileri sürdü.

v Bu “eşzamanlılık” bir tür eşzamanlılıktır, yani “zaman ve mekâna göre zihinsel” olarak koşullandırılmış bir göreliliktir (hem zamansal hem de mekânsal olarak biri ya da diğeri neden olur. “Anlamlı tesadüf” terimi anlayamadığımız olguları nesnel bir ilişki olarak değil, nedensellik açısından açıklayan bir ilke olarak adlandırılmak üzere kullanılır.

v “Eşzamanlılık” esasen anlamlı olan ancak nedensel olarak bağlantılı olmayan iki olayın eşzamanlı olarak ortaya çıkmasına dayanmaktadır, dolayısıyla basitçe iki olayın aynı anda meydana geldiği anlamına gelir. Eşzamanlılığın aksine benzer bir anlam, yani özel bir anlamı var. Bu nedenle “eşzamanlılık”, belirli bir zihinsel durumun, deneğin mevcut durumuna derinlemesine karşılık geliyor gibi görünen bir veya daha fazla dış olayla eş zamanlı olarak ortaya çıkması anlamına gelir.

(4) Eşzamanlılık, halihazırda bilinen (zorunlu ancak mutlak olmayan) üç “uzay, zaman ve nedensellik” faktörüne dördüncü olarak eklenmesi gereken entelektüel açıdan gerekli bir ilkeyi varsayar. Yani, “nedenleri entelektüel açıdan bile ele alınamayan olayların” açıklamalarının artık tamamen tesadüf olarak kabul edilmemesi, nedensel bir açıklamanın bulunmaması nedeniyle anlamlı bir ardışıklık olarak değerlendirilmesi prensiptir.

v “Eşzamanlılık” aşağıdaki üç türde ortaya çıkar.

a)    Eş zamanlı olarak gerçekleştiği algılanan nesnel süreçlere karşılık gelen belirli zihinsel içeriklerin tesadüfü.

b)    Görüşlerin (rüyalar, vizyonlar) eşlik ettiği öznel zihinsel durumların tesadüfü, bunlar uzak da olsa, az ya da çok eşzamanlı, az ya da çok “eşzamanlı” meydana gelen nesnel olayların güvenilir örnekleridir. Daha sonra bir refleks olduğu ortaya çıkan bir şey.

Algılanan olayın gelecekte meydana gelmesi dışında vs. ile aynıdır, ancak bu olayla olan örtüşme yalnızca şimdiki zamandaki bir yanılsama ile temsil edilebilir.

 

Basitçe Eş Zamanlama nedir?

Eş zamanlama terimini Carl Gustav Jung tarafından tanımlanmıştır. Jung bunu “anlamla bağlı ancak akla bağlı iki olayın eşzamanlılığı”na atıfta bulunmak için kullandı. Bu hepimizin yaptığı bir fenomen deneyimlidir. Eş zamanlama için birkaç örnek vermek gerekir.

- Uzun zamandır görmediğiniz birini hatırlarsınız ve kısa bir süre sonra onunla karşılaşırsınız.

- Bir ülkeyi düşünüyorsunuz ve kısa bir süre sonra bu ülkeden bir yerliyle tanışıyorsunuz.

- Kafanızda bir şüphe var ve aniden onu temizleyecek (şüpheye yönelik) bir kitap buluyorsun.

İnsan düşünce konseptinde neden-sonuç yasasını düşünmeye alışkındır, yani her şeyin bir nedeni vardır, her etki bir amaç uğruna gerçekleşmektedir.

Ama bu “senkronize” gerçekler nasıl gerçekleşiyor?

Son zamanlarda “çekicilik” ve “görselleştirme” konsepti moda oldu, eski fenomenler için yeni isimleri şöyle açıklayabiliriz:

Attraction Yasası Jung’un 1952’de “Synchronizität als Prinzip” adlı makalede “Cazibe Yasası” olarak adlandırdığı şey olduğunu söyleyebilir miyiz?

O zaman kendi kendime cevap veriyorum:

Muhtemelen hepimiz zamanlama deneyimi yaşadık. Ama bu fenomen hakkındaki düşündüğüm şey öncelikle bu fenomeni yorumlamayı öğrenmeliyiz. Eş zamanlama fenomeni tesadüfen gerçekleşmez, o yüzden anlamını aramalıyız.

Sosyal ağlar Jung hakkındaki Pauli etkisi hakkında makalelerle dolu. Sizi bu fenomeni araştırmaya ve deneyimlerinizi paylaşmaya davet ediyorum

Sizin veya çevrenizdeki kişilerin gerçekleştiği, birçok kişinin benzer durumların yaşadığını göreceksiniz.

16 Eylül 2023 Cumartesi

HANNAH ARENDT: İKİ SAVAŞ ARASINDA DÜNYADA YANKILANAN DÜŞÜNCEDİR

 

HANNAH ARENDT: İKİ SAVAŞ ARASINDA DÜNYADA YANKILANAN DÜŞÜNCEDİR.

 

Hannah Arendt 14 Ekim 1906’da Hannover (Almanya) doğumludur. Zengin ve seküler bir Yahudi tüccarının kızıdır. Arendt, ekonomik açıdan refahı özgürce inceleyerek eleştirel ruhtan vazgeçmeden kendi dönemini düşünebilen ender düşünür kadınlardandır. Nasyonal Sosyalizmin yükselişiyle sürgüne gitmek zorunda kalmasına rağmen 20. yüzyılın en önemli politik teorisyenlerinden biri haline gelmiştir.

 

Ergenlik çağında, 14 yaşındayken Immanuel Kant’ın eserlerini okumuştur. Biyografisi, başarılı bir o kadar tutkulu olduğu 1924’te Marburg’da üniversite eğitimine başladığında hocası Martin Heidegger ile tanıştığını bilmemizi sağlamaktadır. Arendt aynı zamanda Heidegger’le yakın entelektüel ve duygusal bir ilişki de kurdu. Sonrasında Freiburg’da felsefe okumaya devam etti ve 1928’de Heidelberg’de St. Augustine’de “Aşk Kavramı” başlıklı teziyle doktora yaptı.

1933’ten itibaren Adolf Hitler tarafından yönetilen Yahudilere zulüm, iktidara ulaştıktan sonra, Filistin’e göç etmek isteyen genç Yahudilere yardım etmek için aktif olarak çalıştığı Paris’e taşınmaya zorladı. Dört yıl sonra Nazi rejimi vatandaşlığını geri çekti ve 1951’de Amerikan vatandaşlığını kazanana kadar vatansız olarak yaşadı. Bu sayede yoğun bir profesyonel faaliyet geliştirebildi.

 

Gazeteci, Öğretmen, Entelektüel Arendt

Arendt çeşitli medyada politik ve sosyal konularda gazeteci olarak çalışmanın yanı sıra New York, Chicago, Columbia ve Berkeley üniversitelerinde profesörlük görevi de yürütmüştür. 1959’da Princeton Üniversitesi’nde öğretmenlik yapan ilk kadın oldu. Her zaman halka açık bir şekilde “tehlikeli düşünceler yoktur,” diye düşünce özgürlüğünü savundu. Arendt’e göre, insanın kendisini düşünmesi tehlikelidir.


20. yüzyılın ilk yarısında iki dünya savaşının şiddetiyle karakterize tarihi bir döneme tanıklık durumu, Arendt’in hakların kırılganlığının ve vatandaşların kalıcı olarak maruz kaldığı hassasiyetin farkında olmasını sağladı. “Özgürlüğün düşmanları değişir ama yok olmazlar,” düşüncesini tekrar tekrar ısrar ederek dillendirmiştir. Bu yüzden onun kararlılığı ve zamanına olan bağlılığıdır denilebilir.

Bir cerrahın kendi yeteneğiyle, analiz yeteneğini gibi düşünce alanlarına müdahale etmede doğru bir neşter gibi kullandı kalemini ve konferans konuşmalarını. Çevresindekiler dönemin konjonktürü gereği onun gerçekliğini parçalamak için dürüstlüğünü ve bağımsızlığını kıskandı. Ancak Arendt kültürel çevresinin baskılarına boyun eğmedi. Siyonizm de dahil olmak üzere herhangi bir ideolojiyle özdeşleşmeyi reddetmiştir.

Hem doğru kelimeleri, her zaman hareket eden bir hedefe yöneltilen dartlara dönüştürdü hem de keskin cümleleri onu dinleyenlere “düşünce enjekte” etme şeklinde ortaya çıkan penisilin gibidir. İsrail devletinin kurulması vesilesiyle ambages olmadan şöyle demesine şaşmamalı: “Hayatımda hiçbir halkı veya kolektifi, ne Alman halkını, ne Fransızları, ne Amerikalıları, ne işçi sınıfını, ne de bunun gibi bir şeyi ‘sevmedim’, gerçekten sadece arkadaşlarımı 'seviyorum' ve bildiğim ve inandığım tek aşk türü insanlara sevgidir.”

O, Yorulmak bilmeyen düşünce işçisi, çevik kalem yazarının aminleridir. The New Yorker’da haftalık makaleler yayınlıyordu ve hak sahibi olma hakkını savunmak için ısrar ediyordu. Başlıca eserleri arasında: İnsanlık Durumu, Sivil İtaatsizlik, Şiddet Üzerine, Devrim Üzerine, Sorumluluk ve Yargı, Geçmişle Gelecek Arasında, Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün sıradanlığı ve Karanlık Zamanlarda İnsanlar, Totalitarizmin Kaynakları.

 

Dünün ve Bugünün Totalitarizmi

1951’de Totalitarizmin Kökenleri, anti-semitizm, emperyalizmin ve totalitarizmin doğuşunu ve tarihsel gelişimini gözler önüne seren kapsamlı bir çalışma yayınladı. Yazıları aracılığıyla popülist kitle liderlerin insanları pasif ve sessiz tebaaya dönüştürmek için takip ettikleri siyasi stratejiyi ve politik hileleri kaleme aldı.

Diğer taraftan, birçok siyasi liderin, sık sık popülist seçmenleri sürekli stratejiler ve yanlışlarla baştan çıkarmaya çalıştığı bir stratejiydi. Arendt; siyasilerin stratejik gerçeklik yalanlarına sığınarak belli bir güce ulaşmadan önce ihtiyaçları olan propagandalarını insani gerçeklere karşı aşırı olduğu için onları nitelerken “küçümseme” olarak tanımlanmıştır.

 

Ölümünün üzerinden yaklaşık yarım asır geçmesine rağmen Arendt’in özgürlükçü sesi hala güçlü bir şekilde yankılanmaktadır.

Zamanının İlerisinde Arendt

Arendt için belki de içine doğduğu iki savaş konjonktürü dünya için Nietzsche’nin deyimiyle düşünce dünyasında günümüz perspektifinden baktığı için bir tür “prematüre doğum” olduğu söylenebilir. Ve yine de hayatı boyunca yüzleşmek zorunda kaldığı zorluklara rağmen ahlaki ilkeleri savunmak için kusursuz bir özerklik için kalıcı bir miras bırakmıştır. Bu nedenle ne kişisel kararları ne de eleştirel düşüncesi hiçbir zaman solgun kalmayacaktır denilebilir.

 

Aslında, zamanla çeşitli Avrupa ülkelerinde ve ABD'de politik teori çalışmalarının katılığı ve derinliği için çeşitli ödüller ve övgüler almasına rağmen, 'dünyamızda hiçbir şey daha geçici, daha az istikrarlı ve katı değildir' Bu tür bir başarı, şöhret getirir; hiçbir şey başarıdan daha hızlı ve hızlı gerçekleşmez."

 

Şu anki ABD başkanı Joe Biden, senatör olarak ilk dönemine başladığı, 28 Mayıs 1975’te Arendt’e mektup yazarak “Siyasette Yalan”ın bir kopyasını da istemiştir. Arend bu eserinde reklam makinelerinin yarattığı yalanları ve pazarlamanın politik yaşamı manipülasyonu üzerindeki etkisini analiz etmektedir. Provalar aynı zamanda sahte haberlerin yumurtadan çıkmasını ve çoğalmasını öngörüyordu.

Arendt son günlüklerinden birinde şöyle kaleme alıyor düşüncesini ve onun düşünce özgürlüğünün ne kadar sağlıklı, hümanist ve dokunaklı bir gösterge yansıması olarak da okunabilir: “Ölüm, yaşadığımız yaşam için ödediğimiz bedeldir. Bu bedeli ödemek istememek çok acınasıdır.” Arendt’in erken geldiği dünya yaşamı 1975 yılında sonlanmıştır. 

Günlüğüne yazdığı notla biz insanlara bu dünyada düşünceden korktuğumuzu ve her şeyden korktuğumuzdan daha çok düşünceden korktuğumuzu imler. Hatta ölümden daha çok düşünceden korkarız. Çünkü düşünce yıkıcı ve devrimcidir. Totalitarizm için korkunçtur. Düşünce ayrıcalıklara, kurumlara ve rahat adetlere (geleneklere) karşı acımasızdır; düşünce düşünmeye engel yasaların dışındadır. Otoriteye kayıtsızdır, geçmişin bilgeliğine karşı da ikmalsizdir.

SEVGİ, ÖTEKİNE DAYATMAKTAN ÖNCE ÖNERMEKTİR

 

 KİMSENİN SEVME ZORUNLULUĞU YOKTUR

 

Kimsenin bizi sevmek, kurtarmak, yeniden inşa etmek ya da bizi yapmak gibi bir yükümlülüğü yok...

Bu her zaman hayalini kurduğumuz şey gibi algılarız. Ancak bunun nedeni ebeveynlerimizin bizlere sosyal öğrenme yoluyla edindirdikleri tutumdur.

Ebeveynler bilinçli veya bilinçsiz bir tutumla bizlere illüzyona dayalı sevgi ve ihtiyaçlarımıza karşı “HAYIR” demeyi öğretmezler. Kendimiz gibi ötekini de olduğu gibi sevmek, olmasını istediğimiz gibi değil de olduğu gibi sevmek anlamına gelir. Ama, sevgiyi koşullara bağıl olarak öğrendiğimiz için sevgi sunduğumuzda veya sevgi talep ettiğimizde “HAYIR” cevabına karşı olumsuz tepki vermenin normalliğini öğreniyoruz daha küçük yaşımızda…

Ötekinde sadece kendimizde “eksik” olduğunu düşündüğümüz şeyi sevdiğimizi anladığımız zaman “hayır”ın kendimiz için hayırlı olduğunu anlamlandırabiliriz.

Ebeveynlerimizle olan iletişim ve ilişki biçimimiz gibi aynı eksiklikten ve ihtiyaçtan doğan her sevgi çocuklukta edindiğimiz bağlılıktan doğacaktır...

Aslında bir şeylerin eksik olduğunu düşündüğümüz zaman başlattığımız herhangi bir ilişki veya iletişim biçimi derin bir bağ üzerine kurulmayacaktır. Bunun nedeni ise kendimize karşı sevgi, haysiyet, saygı eksikliğini bütünlemek için olduğunu bilmediğimizden kaynaklıdır.

Ötekine bağlanmadan, ona ihtiyaç duymadan derin bir sevgiyle sevmek... Anlamı; paylaşmak ve ötekinden gelen sevgiyi olduğu gibi almak ve kabul edebilmekten geçer. Yine bu nedenle, kendimize duyduğumuz aynı öz saygıyı ötekine de saygıdır.


Unutmamak gerekir ki; ötekiyle kurulan zehirli bir iletişim veya ilişki sadece diğerine sahip olma ve bunun bir parçası olma takıntılı ihtiyacı anlamına da gelmez. Kurulan  bağ zararlı olduğunda o kişiden vazgeçememektir.

 

Sevgi neyin ne anlama geldiğini çok net bilmektir; ötekinden ve ötekine “sınırsız sevgi talep etmek gibi sınırsız sevgi sunmak acı çekmektir.” Bu da şiddetli bir hayal kırıklığına, beklentinin karşılanmaması sonucu öfke patlamalarına, sosyal reddedilme, terk edilme hissi, daha fazla kıskançlığa neden olabilir tabii ki…

Aynı zamanda; duygusal kontrolsüzlük, tamamen başkalarına güvensizlik, kişisel diskalifiye olma, özgüven düşüklüğü, derin değersizlik ve hastalıklı bir bağımlılıkta yaratmayla sonuçlanabilir.

Ötekinin sevgiyi “kabul etmesi” için çabalamanın bir anlamı yoktur. Ne siz ilk reddedenler ne de ötekidir. Bağımlı ve zehirli bir ilişki kurmamak gerekir. Çünkü bu noktada hem kendimize hem ötekine karşı sahte bir güvensizlik ile ego tatminine karşılık ruhu teslim etmek gibidir. 

İnsanın mutlak acı çekmenin garantili bir uçurumunda olduğunu Alman Şair ve Yazar Goethe “Faust” eserinde şöyle dile getirmiştir: “Dur ey zaman,ne güzelsin!” diyecek olursa Faust iddiayı Mefistofeles kazanmış olacaktır. Mefistofeles, Faust’u gençleştirir ve ona sevgi duygusunu tattırır. Sevginin özel mülkiyet fikri, her türlü karışıklığa yol açacaktır. Ama sevgiyi Mefistofeles’ten satın almak imkansız olduğu için herhangi bir talebinin andaki varoluşu zevksiz olduğunu anladığı için Faust zamanı durdurmayı arzulamıştır. Faust’un bir başkasını veya kendisini sevmek gibi bir görevi yoktur aslında diğer türlüsü bir zorunluluk olduğu için de ruhunu satmıştır.

Faust’ta olduğu gibi reddedilmek karşı tarafın temel hakkını reddetmektir...Mefistofeles reddetmeyerek, koşula bağlayarak Faust’un hayatına karar vermek için onun arzusunu yerine getirir. Sevgi, dayatmaktan ya da koşuldan önce önermektir. İhtiyaç için ötekini sevmek, zorunluluk için kendimizi kaybetmektir. Ve en önemlisi bilgisiz sevgi fırtına gibidir. Kendiliğinden olan sevgi farkındalıktır. Sevgi için ötekiyle iletişim kurma, sevgi talebi ve sevgi sunumu için hiçbir zorunluluğu yoktur hiç kimsenin…diğer türlüsü Faust gibi yaşamlarımızı mahvetmektir.

15 Eylül 2023 Cuma

Pozlamayı unutmayın!

 

Her psikoloğun terapi pratiğinde, danışanının endişesi, korku ya da panik halinde olduğu anlarda yardımcı olmak zorunda olduğu durumlar vardır. Bu yazımda böyle durumlarda danışanı sakinleştirebileceğiniz ve onunla ilk karşılaşmada güvenli iletişimi dile getirmeye çalışacağım. Psikoloji bilimi bana göre ilkin iletişim kurma becerisi çatısı altında daha güçlü olacaktır. Yine nefes/egzersiz eğitmeni olarak sizlere iletişim kurarken kullanabileceğiniz yöntemler paylaşmaya karar verdiğim için bu yazıyı kaleme aldım. Sürçü-lisan edersem şimdiden afola! 

Belirtmeden geçmek istemiyorum: ayrıca nefes egzersizi ve iletişim pozlama kopyalamasını gündelik hayatın içinde psikologlar haricinde insana karşı hassasiyeti olan ve duyarlı herkes uygulayabilir.

İletişim kurmada özellikle güçlü duygu durumlarında beden dili ve ses tonu çok önemlidir. Diğerine kelimelerden önce beden dilimiz, ses tonumuz ve nefes alırken dinginliğimizle duygusal refahın güvenini de aktarırız. Özellikle bir danışanın ilk kez bir psikologla karşılaştığı an anılarının, acılarının, geçmiş deneyimlerinin çıplak kalacağı anların başlangıcıdır. Danışanla ilk karşılaşmada yoğun duygu anlarda sözlü olmayan sinyallere karşı daha çok hassas olacaktır. Ve yine hepimiz hassas olmaz mıyız? Elbet ki hassas oluruz. Doğal olanda bu denilebilir.

Yardımınıza ihtiyacı olan bir insanın pozunu kopyalamaya çalışın. Ciddi şekilde rahatsızlandığında, bilinçsiz olduğunda bir istisna yoktur ve onun duruşunu kopyalarsanız. Bilinçsizliği sizi kendisine olan tehditten ya da herhangi bir stres veya kaygıdan uzaklaştırır. Ve bu aranızdaki güven oluşturma yolunda ilk adımdır. Bu noktada günlük hayatın içinde iletişim kurduğumuz her insan pozlama anında  kendi duygularını sizin kendi duygularınız gibi algılar.


Pozu takip ederek nefes almayı da kopyalanabilirsiniz: Nefesin hızı, ritim ve derinliği önemlidir. Yardıma ihtiyacı olan bir insanın o anki nefes ritimlerini sizin ritimlerinizle senkronize etmesi gerekir. Böylece nefes almaları kontrolsüz bir hareket haline gelmez, çünkü aralıklı ve kararsız nefes ritmi, stresli deneyimlerin şiddetlenme olasılığı durumunda o kadar artar ki hızının, ritminin ve derinliğinin sakinleşmesi gerekir. Bir süre sonra onunla birlikte nefes aldığınızdan emin olmak, nefes ritmini yavaşlatmaya ve derinliğini artırmaya başlarsınız. Sizin ritimleri senkronize ederek yavaş yavaş nefes alması sizinle aynı duruma gelecektir.

Konuşmaya hazır olduğunu anladığınız da ise asla sözünü kesmeyin! İpuçları veya tavsiyeler vermeyin! Dinleyin! Duygusal dinlemeniz bağlamında sakinleşirken durumu hakkında sorular sorun. Unutmayın, telaffuz edildiği zaman, kod onun ve sizin için gereklidir. Onun için- gerginliği düşürmek, önemli şeylerden konuşmak; sizin için- durumu düşünmek ve ortak bir tartışmaya hazırlanmak için zaman ayırmak içindir. Bu insanın o anki düşüncelerinin saçma olduğunu düşünüyorsanız da, onun düşüncelerine katılın! Bu bir destek ve kabul eylemi olacaktır. Çünkü onun için orada yani yardım almak için sizin yanınızdadır.

 

Kısacası, çok basit: danışanın pozunu kopyalayın, onun nefesi kopyalayın- böylece temel bir güven ilişkisini kurun ve sonra bu güvene dayalı olarak onu duygusal olarak dinlemeye başlayın. Ve bir insan sakinleştiğinde, ihtiyacı olan kaynakları aramasına yardımcı olmak için mantık, analiz ve gerçeklerle çalışmaya başlanabilir.

Kendinize ve size yakın olanlara iyi bakın! 

Onları pozlamayı unutmayın!

“NİRVANA’NIN BAŞLANGICI”

 

“NİRVANA’NIN BAŞLANGICI”

 

Psikoanalizin babası Sigmund Freud, psikoloji alanında devrim yaratan sayısız yenilikçi kavramı tanıttı. Bunlar arasında, psikanalizin metapsikolojik modelinin temel bir bileşeni olan “Nirvana İlkesi” de yer alıyor.

 

Freud, psişik işlev teorisinin kilit bir bileşeni olarak Nirvana İlkesini tanıttı.

Nirvana İlkesi kavramı, “Haz İlkesinin Ötesinde” (1920) eserinde ortaya çıktı. Bundan önce Freud, çoğunlukla “Haz İlkesi”ne odaklanmış, bireylerin zevk aradıkları ve acıdan kaçındıkları, “gerginlik durumu” olarak anlaşılmıştır.

Ancak, Freud’un travmadan kurtulanlar, özellikle de savaş gazileri hakkındaki gözlemleri, bu doğrusal görüşü soruya getirdi.

Freud “Haz İlkesinin Ötesinde” bireylerin de “ölüm nabzı” ya da “Thanatos” olarak adlandırdığı bir eğilimden etkilendiği fikrini ortaya koydu. Bu itme, bireyleri kendine zarar veren ve saldırgan davranışlara ittiği gibi Haz İlkesi’ne muhalefettir. Freud, Thanatos dürtüsünün, zevk arayışlarının belirgin bir zıttı olarak, kendilerini ölüme götürebilecek bireylerde karşı konulmaz bir gücü temsil ettiğini belirtmiştir. Freud, yaşamı onaylayan (zevk ilkesiyle ilişkili) Eros ile yıkıcı Thanatos (Nirvana ilkesiyle ilişkili) arasındaki çatışmanın insanın psişik işlevinin merkezinde olduğunu varsayıyordu.

 

Nirvana İlkesi ile ilişkili kilit kavramlardan biri de “tekrar birleştirme”dir.

Acıya neden olsa bile travmatik deneyimleri tekrar etme dürtüsü, ölüm nabzı Thanatos’un bir ifadesi olarak görülebilir. Freud, bu dürtünün, acı deneyimleri tekrar gözden geçirmeyi içerse bile, bireylerin travmatik olaylarda ustalaşmaya ve kontrol etmeye çalıştıkları bir yol olduğunu öne sürdü.

 

Nirvana İlkesi’nin tanıtımı ve ölüm nabzı Freudyen teorisinde önemli bir değişime işaret etti.

 

Bu teorik yön, psikoterapi ve psikanaliz arasında bir bölünmeyi işaret ediyor: Nabzın ölümlü bir boyutunun varlığı, yok olmaya ve inorganik, varoluşun radikal tüketimine geri dönmesi, amacı iyileşme ve refah olan sadece “terapötik” için kabul edilemez bir paradoks oluşturur.

Psikoanaliz, ölüm nabzı ile desteklenen zevk almanın potansiyel sınırsız boyutu olan, sadece zevk arayışına ilişkindir.

 

Nirvana İlkesi kavramı tartışmasız ve eleştirisiz kalmamıştır. Bazı araştırmacılar deneysel kanıt eksikliği olduğunu ve bilimsel olarak test etmenin zor olduğunu iddia ediyor. Diğerleri ise evrensel uygulanabilirliğe sahip olmayan teorik bir yapıyı temsil ettiğini öne sürüyor. Bu eleştirilere rağmen, Nirvana İlkesi, Freudyen teorisinin kilit unsuru olarak kalıyor ve psikanalitik düşünceyi etkilemeye devam ediyor. Nirvana İlkesi, hayatın korunmasına, ölüme karşı hareket eden bir nabzın varlığını fark ederek Haz İlkesi’nin basit görüşünü meydan okur.

 

Sigmund Freud- Haz İlkesinin Ötesinde

PERSONA

 

JUNG’UN PERSONA’SI

 

Jung, kolektif bilinçaltını dolduran en ilginç arketipal unsurlardan biri “Persona” adlı arketipe özellikle önem vermiştir.

“Persona” ile Jung; herkesin kendi hayatında oynaması için adlandırıldığı “maske” ve “tiyatro kısmı” anlamına gelir.

“Gölge” kavramından farklı olarak, ifade edilmeyen, potansiyel, çıkarılan ve gizlenen şeylere değinen, “Kişi” adı verilen arketip, başkalarıyla ve toplumla olan ilişkide inşa edilen ve “sahnelenen” şeyleri ifade eder.

O zaman bireyin kendi kültürüne, onu çevreleyen sosyal beklentilerine, onları belli bir yola bağlayan bir tür kamuflaj bir adaptasyondur.

Bu maskenin ardında bireyin “Gerçek Benliğini” ne kadar kabul edilemez, utanç verici ve tekil karakterize ettiği gizli kalacaktır.

Jung’un herkesin kendini fark etmesi için çağrıldığı yol ya da süreç dediği “Tanımlama Süreci”, diğeriyle bağlantı kurmak için bir “maske”ye başvurma ihtiyacının üstesinden gelmekten geçer.

Bu, hem ait olma kültürünün sosyal, ahlaki ve baskıcı kısıtlamalarına kendi teslimiyetini aşma süreci, hem de bireyin “Gerçek Benliğini” karakterize eden şeyin kendini onaylama, aktif tanıma ve değerleştirmedir.

Jung’un da vurguladığı gibi, konunun koştuğu risk, bu maskeyle özdeşleşmesi ve “kendi oyununa inanması” ile sonuçlanması durumunda maskeyi öznelliği ile karıştırmasıdır.

“Persona” konsepti, psikanalist Donald W tarafından hazırlanan “sahte benlik” ile tekil rezonanslar sunar.

Winnicott’un teorisi “Sahte-Benlik” çocuğun öznelliği ile dış dünya arasındaki temasın etkisi olacaktır: Çevresinin ve dünyanın “medeniyetin talepleri” arasındaki çatışmalı ilişkiyi hafifletmek için yararlı bir tür koruma bariyeri veya tampon alan denilebilir.

Bu kavramlarda öznelliği yakalayan, onu başkalarının gözünde “kabul edilebilir” hale getirecek şekilde yönlendiren, özdeş, kültürel, ahlaki, etik ve davranışsal yönler vardır.

 

 

14 Eylül 2023 Perşembe

GÖLGEMİZ


Carl Gustav Jung, gölgeyi bilmediğimiz şeye hükmetmek olduğunu ve bunun yıkıcı olduğunu belirtmektedir. Kötü olan, bilincimizin yarı uykuda olması ya da koşulların öfkeli olmasıdır. Örneğin, öfkeli bir kişinin öfkesinin durması için zaman tanımaması gibi... Bu hayatta her şey koşullara bağlıdır. 

Gölge Nedir

“Gölge, insanın bastırılmış, fakat aynı zamanda sürekli belli bir formda yaşamak isteyen canlı bir yanıdır” (Jung, 1968: 20). Gölge arketipi bireyin kendi kişiliğinin kötü, negatif, istenmeyen, reddedilen veya korkulan yönlerini temsil eder. Gölgenin birçok ismi vardır: reddedilen benlik, alt benlik, kötü ikiz, bastırılmış benlik vd…

1. Kısım: Gölgenizi (egonuzu ve içimizdeki negatif veya kötü dediğimiz şeyleri) gözlemlemek yani onları tanımak ve süper özdeşleşmek için gereklidir, yani gölgenizi bilmek ve tanımaktır ve bunun seviyeleri vardır. Geçeceğiniz katmanları veya süreçleri, bu yüzden bastırmadan, suçluluk duymadan, kendinizi kırbaçlamadan gözlemleyin. 

2. Kısım: Burası en ilgi çekici olanıdır. Çünkü burası gölgeyi tüm bileşenleriyle tanıyarak, gölgenin kendini gösterdiği varoluşunuzun tüm alanlarında (fiziksel, zihinsel, duygusal, cinsel, psikolojik vb.) hareket alanıdır). İlk adım olarak onu bastırmaya başlayacaksınız ya da sınırlandıracaksınız, bunlar arzular, düşünceler, dürtüler ya da eylemlerdir, daha sonra ve bumerang gibi bize geri gelmemesi için ideal olan onu yönetmektir. Nasıl? Basitçe, hayatınızın anlarına tuz ya da gerekli malzemeleri eklemek gibi olacak ve gölgenin ne zaman, ne şekilde ve ne miktarda çıkması gerektiğini, sizi yönlendirmeden, öğrenme sürecinizin yararına bilinçli olarak seçeceksiniz, tam tersine, güç ve ölçülülükle sizin için gerekli olanı yapacaktır. Ve bazen kendimiz için yeterli olamadığımız için duyduğumuz bir ifadenin geçerli olduğuna bir örnek: “hastalık beni aşağı çekerse, gurur beni kaldırır yukarı”, ama bunu farkındalıkla, kimseye zarar vermeden yapıyorsunuz. 

Gölge, deneyimlerimize ve gözlemlerimize göre, bu, kendimizde toplumsal olarak kabul edilmeyen bir şeyi yapmak için düşüncelerimiz, arzularımız, duygularımız olduğunu ve bunu çoğu zaman hissettiğimiz için fark etmemiz anlamına geliyor. Ketlendin, inkar ettin, kabul etmedin, tanımadın ve kendinde bile göremedin. Mesela bir tanıdığınız arkadaşınıza kırgınlık duyuyor, öfkeyle konuşuyor, onu küçümsüyor ama kendindeki tüm iyiliği tanıyor ve görüyor, kırgınlık ve nefret gösterdiği söylendiğinde ise tanıyamıyor. Başkalarından nefret etmenin kendisinde olduğunu kabul etmek istiyor ama bunu fark etmek, sakin ve huzurlu olmak için gösterdiği gibi biri olmadığını anlamak onu üzüyor. Gölgenizin bu kısmını kabul etmek ve tanımak, nefretin orada olduğunu ve bu nefret nedeniyle işleri buna göre yaptığınızı, yapmayı istediğinizi fark etmek ve kabul etmek anlamına gelir. Ancak arkadaşınız bunu inkar ediyor ve yaptıklarından dolayı başkalarını suçluyorsa gölgesiyle bütünleşmeyi öğrenmemiş olduğunu kabul edebiliriz.

Gölgeyle Bütünleşmek 

Gölgeyle “bütünleşmeyi” tanımak bilince dayanır, bilinçli olarak kendinizi korumadan kurtarırsınız çünkü gölge “kötüyü” değil, geriye kalan arketiplerin performansıyla bağlantılı bilinçdışı bir içeriği temsil eder. Gizli veya gözlemlenmemiş veya entegre edilmemiş. Bu şekilde şiddet uygulayan bir varlık, önceden şiddet uyguladığının farkında değildir, içgüdüsel olarak öyledir. Bilinç size seçim yapma ve dolayısıyla içgüdünüzü ayarlama veya değiştirme fırsatı verir. Gölge, bilinç dışı içeriğin yanı sıra gösterilmeyeni, güvensizliği ve komplekslerin ardındaki kısmı da temsil eder. Uygulama, kendinizi derinlemesine anlamanın koşuludur ve bilinçdışının arketipsel sembollerini kurtarmak yıllar süren öz-analiz gerektirir.

Kişisel deneyimlerimizde gölgeyle bütünleşmek, bizi neyin üzdüğünün, bir kişinin veya durumun bize getirdiği duyguların tam olarak farkına varmaktır denilebilir.

O zaman bu durumun ve duyguların arkasında derin bir korkunun olduğunu anlayabiliriz. Genel olarak bu korku, kabul edilmemek, sevilmemek, terk edilmek vb. durumları ifade eder. Genel olarak erken çocukluğumuzda veya anne rahmimizde oluşan çok eski yaralardan da söz edebilir.

Bir uzman yardımıyla (terapist) bilinçaltına girerek, bazı tekniklerle (birkaç tane var) o yaranızın kökenini keşfedebilir ve bulabilirsiniz. Bilinçaltına girerek, bazı tekniklerle (birkaç tane var) ve/veya başka bir kişinin yardımıyla, o yaranın kökenini keşfedebilir ve bulabiliriz.

Ve çoğu zaman bu yaralanmanın başımıza gelenlerin yanlış yorumlanması olduğunu anlayacağız. Çok yaygın bir örnek, terk edilme yarasıdır; annemizin veya babamızın gerçek motivasyonlarını ve bu karara yol açan durumları dikkate almadan bizi terk ettiği şeklinde yorumlanırız. Ve biz, sevilmediğimize dair bu yanlış yorumla, bu duyguları uyandıran ve olup bitenlerle hiçbir ilgisi olmayabilecek uyaranlara karşı bilinçdışı tepki kalıplarını hayatımız boyunca tekrarlıyoruz. Tipik olan, başkalarının yaptığı, söylediği veya yapmayı bıraktığı şeyleri kişisel olarak almaktır çünkü örnekte tekrar terk edilme tehdidini hissediyoruz. Her şey bilinçsizdir. Bu yüzden ona gölge deniyor, çünkü onu karanlık bir çantaya bırakarak görmediğimiz için onu görmüyoruz veya içimizde taşıdığımız acıyı hatırlamıyoruz.

Ancak bunu fark ettiğimizde, anne babamızın o anki bilinç düzeyleriyle ellerinden geleni yaptığını, masum ve küçük olduğumuz için durumu nasıl yorumlayacağımızı bilmediğimizi, ışık tuttuğumuzu ve başka bir yerden anladığımızı anlıyoruz. Bu yara nedeniyle kendimize ve başkalarına verdiğimiz acıyı ve zararı, suçluluk hissettiğimizi kabul eder ve kendimizi affederiz. Tekniğe göre iyileşme, uzlaşma veya ne ortaya çıkıyorsa bazı görselleştirme egzersizleri yaparız. Ve gölgeyle bütünleşebiliriz.

Bütün varlığın kendisi için tanınması anlamına gelen bireyleşme çalışması, kendi dinamik yapısının tanınmayan parçalarını bütünleştirmeyi gerektirir, ancak bunlar gerçeklikte dağılmış oldukları için, o zaman öteki aracılığıyla yeniden sahiplenme gereklidir, her şeyden önce tehdit edici veya tehdit edici olan aracılığıyla. Bize itici gelen, korku yaratan ve ulaşılmaz görünen şeyin içinde bile gölge orada yaşar, çünkü o psişik yapının sadece en karanlık değil aynı zamanda en aydınlık olanıdır.

Gölgemizi Tanımak 

Gölgeyi tanımak, ruhun sakladığı yansımaları toplamakla başlar ve bu, diğerini olduğu gibi kabul etme yeteneğini ima eder. Jung şöyle ifade eder: “Biz dünyayı değiştirmek istemiyoruz. Dünya bu haliyle güzel” sözü, gerçekliği iyileştirmeye ya da iyileştirmeye çalışmadan, açık bir şekilde kabul etme taahhüdünü, sadece ona mutlak gerçeklik olarak kendi karakteriyle ilgilenmeyi ima eder.

Daha sonra her gün uyaranların nasıl tekrarlandığını ve onlara tepkimizin nasıl değiştiğini gözlemleriz. Bazen ilk başta zor bir şey ortaya çıkar, ta ki (örnekte) o terk edilmenin acısını çeken içimizdeki çocuğu kendimize sevgiyle affetmeye başlayana ve kendimize sevgi verene kadar. Gölgeyi tanımak ve onunla bütünleşmek kendimize ışık verebilmek içindir. Uyanmak için yaşamlarımızda ihtiyaç duyduğumuz şeylerin bir parçası olarak onu sevgiyle karşılayabiliriz.

Gölge prensip olarak bilinç tarafından kişinin kendisine ait olarak tanınmayan şeydir. Bu tanınmama, egonun bilinçdışı tarafından emilme korkusundan kaynaklanmaktadır, dolayısıyla gölge bilinçdışıyla karıştırılabilir, ancak bunlar aynı değildir. Psişik deneyim, belirli konumları gerektiren kültürel ve sosyal normlara tercihli bir şekilde uyum sağlamak için parçalanmıştır. Bu nedenle kişiliğin çeşitli bölümleri, onlarla daha rahat başa çıkabilmek için dışarıya yansıtılır; öyle ki, bunlar olmadan reddedilebilirler. Bilinçli olarak parçalanma dramı da yaşayabilir.

Bir hikâye vardır ki, bir adam bir talihsizliğe uğrar ve onu teselli etmek istediğinde “göreceğiz” cevabı alınır. Sonra büyük bir talih yaşar ve insanlar onu tebrik ettiğinde adamın ağzından “biz” ve “görüşürüz” sesi çıkar.  Bu gerçektir; kötülüğün büyük iyiliğe, büyük iyiliğin de kötülüğe dönüşebileceği her zaman açık bir olasılıktır. Gölgeyi bütünleştirmek, şu anda deneyimlemek zorunda kaldıklarımızın sorumluluğunu üstlenmek anlamına gelir.

Gölge insan olarak sahip olduğunuz zayıflıklardır. Onu tanımak bu zayıflıkları kendi avantajınıza kullanmak anlamına gelir. Çünkü ışık doğanlara aittir ve gölge keşfedilen bir şeydir, onun zayıflıkları insanı kötülüklerden kurtarır. İyilikleri lehimize kullanabileceğimize göre, gölgemizi tanımaktır asıl meselemiz...

Gölge, mutlaka birisine karşı değil, şiddeti kendi lehimize de kullanarak şiddete kendimizi entegre etmek, zevki yaşamakla şehveti bütünleştirmek, kendi fiziksel tepkisini bilmek, bu şekilde kendi kriterlerimize göre insan öğrenmeden ve kendini pratik etmeden her şeyi kontrol etmek isteyerek çatışmaya girebilir. Gölgenizi tanıdığınız ve onunla bütünleşme sağlayacağınız güzel günler diliyorum.




Psikocoğrafya

 

Psikocoğrafya, coğrafi çevrenin, bilinçli olarak düzenlenmiş olsun ya da olmasın, bireylerin duygu ve davranışları üzerindeki kesin yasalarının ve belirli etkilerinin incelenmesidir. Guy Debord

 

Guy Debord’un sözünü ettiği Psikocoğrafya’yı 2021’de Anadolu’da yaşadığım 8 ay gibi kısa bir süre sonrasında keşfettim. 

Bir zamanlar İstanbul’da her şeyi yapmak için arabaya ihtiyaç duymama karşı kişisel bir protestoya yeni başlamıştım kendime ve onun yerine her yere yürüyerek gitmeye başlamıştım. Bu protesto konusunda o kadar ciddiydim ki, eve sadece 20 dakikalık yürüme mesafesindeki bir markete bile araçla gidiliyordu kentte. Orada yaklaşık 8 ay yaşadıktan sonra yeniden İstanbul’a döndüm. İstanbul gibi bir metropolde 20 küsür yıl yaşam kesitinin ayrımını yaşıyordum geri dönüşümde ve bu arada birkaç önemli yol gezisine çıkmış olmama rağmen artık günlük şehir hayatından uzakta kalmak dinginlikti.

 

Otomobil kullanımına karşı yapılan bu gösterinin çevreyi korumak gibi asil bir amacım yoktu, aksine çevreme karşı hissettiğim derin bir altüst oluş duygusuyla başlatılan bir protestoydu.

Dönüşte sanki İstanbul’un büyüklüğü ve ölçeği karşısında birdenbire şaşkına dönmüştüm, kentin kaosunu ruhumdaki ilk kılcal kırılmayı sürdürmeye yetecek kadar görmüştüm. Bir araçla günlük işlerin çeşitli mikro varış noktalarını, aralarındaki görünürdeki yokluklarla ilişkilendiremediğimi fark ettim. Örneğin alışveriş merkezi üzerinden kütüphaneden kafeye gitmek benim için son derece kafa karıştırıcı bir deneyim haline geldi. İstanbul’un bu ara bölgeleri yaşamının tüm tanıdık belirtileriyle doluydu, ancak kendi araçlarıyla etrafımı saran, dünyadan ayrılan ve birbirlerinden kendi araçlarıyla ayrılan ruhlar dışında, bir şekilde yaşayan bir ruhtan yoksun görünüyordu. Boş yüzler ileriye dönük ve sinyal yeşile döndüğü anda bir sonraki trafik ışığına doğru yalpalamaya hazırdı. 

 

Uzak, bakımlı ve onu tasarladığını hayal ettiğim beyinler kadar yabancı fast food restoranları, benzin istasyonları, camiler ve kiliselerle noktalanan her noktası “kültür endüstrisinin” yansıması gibiydi…Benim için ise sinemada izleyicinin başlamasını beklediği filmler gibi benim içinde yeni bir kenti keşfetmek gibi geldi. Ve trafik ışıklarında boşta duran kendi duraklatılmış hayatından, eski zamanların bozkır yerleşimcilerinin sonsuzluk korkusunun, klimalı konforlu araçların 21. yüzyıl sınırlarına sızdığını hissedebiliyordum.

Bu geçiş alanlarının metre (KM) cinsinden gerçek mesafeye göre değil, onları geçmek için geçen süreye göre (yerel olarak) ölçüldüğünü buldum, dolayısıyla trafik ve hava koşullarına bağlı olarak bu seyahat süresi (zaman yolculuğu) açıkça çok fazla değişebilir. Ayak işleri listemdeki her varış noktası, psişik olarak şehrin aynı titrek rüya köşesinde bulunuyordu. Bu varış noktalarını net bir şekilde zihnimde canlandırabiliyordum ama haritada nerede oldukları ve toplu ulaşımla nasıl gidileceği konusunda kesinlikle hiçbir fikrim yoktu.

 

Yer değiştirmeyle kastettiğim buydu ve kendimi yönlendirmenin tek yolunun arabayı tamamen kaybetmek ve evrenimdeki her şeyi yaşadığım yere göre ölçeklendirmek olduğuna karar verdim. Böylece bir sabah önceden planlanmış bir dizi uzun yürüyüşe çıktım.

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...