24 Kasım 2015 Salı

"Herkes kendi zayıflıklarını bildiği için kimse bir diğerine güvenmez."

Bizden önce var olan her insan bizler için bir beyaz adamdır. Aslında dünyaya gelen her birey de bir yerli! Papalangi denince beyazlar ya da yabancılar anlaşılır. Ama '' göğü delen'' anlamına gelir. Samoa'ya ilk misyoner yelkenliyle gelmişti. Yerliler bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüler, beyaz adamın içinde çıkıp geldiği bir delik. O göğü delip geçmişti. ''Papalagi'yi okumak yetmez. Bizim içimizde küllenmiş olan duygularımızı yeniden canlandırmayı da öğrenmemiz gerek.'' 

Avrupa’nın masumiyetini yıkan kötü ruhu temsil ettiğini düşünen kabile reisi tuiavii, bizlere hiçbir zaman sahip olamayacağımız bir bakış açısıyla kendimizi anlatır. kendimize hiçbir zaman tutmaya cesaret edemeyeceğimiz açıdan bir çeşit ayna tutar ve saf bir üslupla düşüncelerini dile getirir. 

Bizim unuttuğumuz ritüel hayatın içinde bizi hatırlatan sözleri can alıcıdır:

'Birçok beyaz adam, başkalarının kendisi için kazandığı paraları üst üste yığdıktan sonra bunları çok iyi korunan bir yere getirir. Sonradan da üstüne ekler durur. Günün birinde öyle bir an gelir ki kimsenin çalışmasına gerek kalmaz'' (...) ''Şimdi, ne diyelim ki birinin çok parası var; hem öyle çok ki yüzlerce, binlerce kişi bu parayla işlerini yoluna koyabilir. Ama bu paradan zırnık koklatmaz.Oturur ağır kağıtların üstüne, kollarını sarar yuvarlak metallere, gözlerinde hırs ve zevk parıtılarıyla bakınır durur.'' Sonrasında da can alıcı sorusuyla devam eder.  'Bu kadar çok parayı ne yapacaksın?'' diye soracak olsan'' der. ''Bu dünyada giyinmekten, açlığını ve susuzluğunu bastırmaktan başka ne istersin?'' desen, söyleyecek söz bulamaz ya da 'daha çok istiyorum, daha çok, daha çok,'der. Böylece paranın hasta ettiğini, bütün duyularını ele geçirdiğini anlarsın.''der (sayf. 39-40)
Para ve kötülük kavramını birbiriyle bağdaştıran ve parayı beyaz adamın tanrısı yapan Tuiavi, “kötülüğü ve beyazların korkusunu tanımamış olmanın mutluluğunu hissedin.” diyerek beyaz adama olan bakışını çok net yansıtmıştır.
Beyaz adamın hiçbir zaman vazgeçemediği “şey”leri vardır ve çok anlamsızdırlar Tuavi’ye göre. beyaz adamsa yerlileri hiçbir şeyleri olmadığı için zavallı görür ama yerlilerin o şeylere ihtiyacı zaten yoktur, çünkü şeyler insanın yaptıklarıdır ve yaratıcı'nın yarattıklarıyla ile boy ölçüşemezler. beyaz adamın, şeyleri icat ettiği için kendini tanrı gibi görmeye başladığını düşünür. Tuiavi’ye göre beyaz adamın kentleri bomboş el gibi çorak olduğu için o “şey”lere sarılır ve onlarla avunur. ona göre insan çok fazla 'şey'e gereksinim duyuyorsa, bu büyük bir yoksulluğun göstergesidir ve beyaz adam çok yoksuldur. 
papalagi, yalancı yaşamlar mekanına gitmeyi ve gerçek hayattan uzaklaşmayı sürü gibi görürken, yine ona göre gazete tüm insanları tek bir kafa haline getirmeye ve tüm insanların kafalarını ve düşüncelerini ele geçirmeye çalışır. kitabı okurken aklıma ilk gelen şey, anlatımın sanki büyümüş de küçülmüş şeklinde tasvir edebileceğimiz saf dil betimlemelerle dolu olması.. Benzetmelerdeki mantık örgüsü kimi zaman “acaba gerçekten mi?” diye düşündürürken bazen hafif bir tebessümle bazen de düşünceli bir tavırla “evet sanırım öyle” cevabını vermenizi ve bambaşka bir açıdan hayatımıza ve genel olarak yaşamın anlamına biraz daha düşünerek bakmamızı sağlamak...

 Hayat insanları, soğuk kayıtsızlık içinde bir yaşam sunmakta , zaman ise hepimizin kendi maskelerini bir bir çekip  alıyor...zamanla... Fakat bazılarımız hep aynı maskeyi kullanırız, zaman yıpratır, kirletir maskelerimizi. Kendine tutumlu kimselerizdir aslında da...Bir kısmımız geleceklerine saklarlar tutum maskelerini; bir kısmımız da var ki yorulmadan maske değiştirir yorulmacasına, ama yaşlandıkça da anlarız ki bir sonuncu maske kalmıştır ellerimizde ,ve bu son maskedir

Kapital sistemde nasıl uyum içinde yaşadığımıza ikinci bir gözle  baktırırken; kendini  farklı açılardan görmek isteyenlere Erich Scheurmann'nın'' Göğü Delen Adam'' eserini nacizane öneririm.



23 Kasım 2015 Pazartesi

Özlem, birşeyi '' yanlış yere koymak''tı.

''İnsan, insanı hakkında bir yargıda bulunamadığı sürece sever, yüceltir. Özlem, eksik tanımanın bir sonucudur.'' der Thomas MANN

Özlem, birşeyi '' yanlış yere koymak'', aslında o şeyi nereye koyduğumuzu unutmak anlamına gelir. Ya da ''yerine konulanı unutma'', yeri değiştirilmiş olanların bulunma koşulları nedeniyle ilgimizi çeker. Bir şeyin yerini değiştirmenin asıl sebebi oradan ayrıldıktan sonra aradığınızı bulmamanın tuhaf keskin kokusudur, ruhunuzdaki.... Oysa güncel hayatta çalışırken kendimizi bile özler hale geliyoruz ve hatta unutabiliyoruz.. Sabahleyin akşama kadar neler yapacaklarımız konusunda bir şeylerin niyetine gireriz. Bütün gün hatırlayabiliriz. Oysa bu niyetimizi sürekli aklımızda tutmak zorunda değiliz de. Tutmak zorunda bırakan toplumsal görevler ile kabul edilmememiş içsel tahminler arasında mücadele vermemizden kaynaklanır.

Her hangi bir nesnel düşünme yoluyla değil ama içselliğin sonsuz tutkusuyla insan (özne) hayatı boyunca neye sahip olmaya çalışır? İnsan olarak masumiyet halimizi kaybetmedeki halimizde nesnel olmaya başladığımızı anlamamak olabilir mi? Eğer bir insan ''yanlış yere koymak''la özlemin ölümsüzlüğünü nesnel bağlamlara bağlar ve bir başkası da sonsuzluk tutkusunu özlem belirsizliğine bağlarsa; her iki yanda da aynı eşit bulunma içinde varolan kişiler için yaşam dengesi söz konusu olması mümkün müdür? Nesnel olarak, soru yalnızca düşünmenin katagorileri hakkındadır ki... öznel olarak, özlem de, yargı da  öznenin içselliğindedir... 

Toplumsallık içinde öznel olabilen ya da olabilmek isteyen yargı veremiyor, bildiremiyorsa... yaşamın hangi alanında çocukluktan başlayarak  hangi konuda kendi içsel özlemimiz adına yargıya varabiliyoruz? Yargıya vardığımızın  düşünme becerisi sistemi içinde yetiştirilmedik mi? İnsanı ön plana alan, insanı yücelten ancak kapitalist sistemde varlığını sürdürmeye çalışan sayısızca işletme var. Burada işletmeden kasıt toplumun içindeki insan işletim sistemidir.  Toplumların salt ideolojilerinin varolmak için kullandığı özneler. İnsanlar için hayatlarının geçmişini en baştan başlayarak  hatırlamak ürkütücü gelmiştir. Özlemi ''yanlış yere koymak'' , '' yerine konulanı unutmak'' eylemini bilinçsizce tekrar eder durur. Bu nedenle insanlık hep gelecek tutkusuyla beslenmiş ya da sonsuzluk tutkusunu özlem belirsizliğiyle örtmeye çalışmıştır. Şüphesiz, bu ikilem içinde olmaktan öğrendiğimiz şeyleri nasıl anlamamız gerektiğidir.
''Nasıl olur da insan kendine uygun gördüğü rol uğruna, kendini ortadan kaldırır?'' der Simone de Beauvoir

                                                                          

22 Kasım 2015 Pazar

''SAVAŞA KARŞI SAVAŞMAK GEREKİR''


 "O zamandan bu yana yaptığı tek şey, yenilmiş olduğunu hatırlatan bir sahneye dönüp bakmaktı" der Jonathan Franzen. Günümüzde ise herkes yazar ve şair sosyal medyanın da sağladığı kolaylıkta bir teknoloji devrimi yaşıyoruz. Kötü bir yazar olmaktansa iyi bir okur olmanın nasıl bir ihtiyaç olduğunu Borges," Bazıları yazdıkları ile övünebilir. Ben ise okuduklarımla gurur duyuyorum." sözleriyle hatırlatır.


Edebiyatın mızmızlara, nazeninlere ait bir alan olmadığının en güzel kanıtını ise Zweig'in derin duygulu kelimeleridir. Sert bir yumruk, hatta surata atılmış bir tekme gibidir adeta. 

STEFAN ZWEİG Avusturyalı romancı, öykücü, araştırmacı, oyun yazarı ve şair. Tarih, psikoloji üzerine eğitim görür. Tolstoy, Nietzche, Balzac, Dostoyevski, Baudelaire üzerine yaptığı psikolojik içerikli incelemeler onun tanınmasını sağlar. Duygulu bir  kişiliği Zweig savaşa kaşıtı, barış yanlısıdır. Şu sözü onun ne kadar barışçıl olduğunu ortaya koyar. '' Savaşa karşı savaşmak gerek'' diyerek insanın, insancıl yönüne dikkat çekmek ister. Faşizm'den nefret eder.

Maksim Gorki'nin yakın dostudur. Hitler döneminde kitapları meydanlarda yakılır. Eserleri arasında Duygu Karmaşası, Yıldızın Parladığı Anlar, Bir Satranç Öyküsü, Kalbin Sabırsızlığı, Masalımsı Bir Gece ve Vicdan Zorbalığa Karşı eserleri önemli yer tutar.
Masalımsı Bir Gece adlı öyküsünde, 1914 yılında savaşta ölecek bir subayı konuşturarak kendi tutumunu anlatmaya çalışır:

'' Ben şimdi sizlerden değilim, bundan böyle sizin değilim. Şimdi ben sizin dışınızda, yükseklerde, ya da çukurda yerdeyim. Fakat sizlerin burjuva rahatlığınızın dümdüz kumsalında da değilim artık, değilim. İnsanda iyiye  ve kötüye karşı duyulan arzuları ilk kez hissettim; fakat sizler nerede bulunmuş olduğumu hiçbir zaman duyamıyacaksınız, beni hiçbir zaman tanıyamıyacaksınız. Ey insanlar, siz benim sırrımdan ne bilirsiniz'' kaleme alır.



Bu öykünün bitiş cümleleri insanlığa bırakılmış tarihsel önemli mirastır:
''Kendi benliğini bulan kimse şu dünyada hiçbir şey yitirmez. Kendi içindeki insanı tanımış olan bütün insanları da tanır.'' cümlesiyle kendini anlatır.

Üç Büyük Usta eserinde, ''Yol karanlıktır, insan içinden tutku ve hakikat aşkı ile yanmalıdır, yanlış yollara sapmamak için: Onunkine girmeye kalkmadan önce kendi derinliğimizi baştan sona dolaşmalıyız. O haberciler göndermez, sadece deneyim bizi Dostoyevski’ye götürür. Ve onun şahitleri yoktur, bedeninde ve zihninde sanatçının şu üç mistik biriminden başka: Yüzü, kaderi ve eseri.'' etkilendiği edebiyat ustalarını yüceltir.

Zweig, acı çeken insanın ruh halini belki de en iyi aktarmış olan yazar. Yaşadığı dönemin izlerini  kalemine o kadar yansıtmıştır ki, eserlerinde anlatılan olayların karakterlerin arka planında koskoca bir dünyanın birbirleri ile uğraştığını, kan döktüğünü hissedebilirsiniz. Zweig betimleme konusunda bir ustadır. Bu ustalığını mekan, çevre üzerinde kullanmaktan ziyade duygular ve karakterler üzerinde kullanır. Belki de bu yüzden çok fazla karşılaşamayacağınız kadar derinlikte insanlar tanırsınız Zweig'in iç dünyanıza yaptırdığı yolculukta.Acıma ve merhamet duygusu yoksa, acı çeken birey tamir edilmesi gereken bir makineye, iyileşmek zorunda olan bir nesneye dönüşür. Okumaya karşı savaş açmanın yollarını bulma umuduyla...

Alıntılar: Masalımsı Bir Öykü
Üç Büyük Usta,  Balzac – Dickens – Dostoyevski...

21 Kasım 2015 Cumartesi

İKİ NEVROTİK SEVGİNİN TOPLAM SONUCU SIFIRDIR.



1918'de Cezayir'in kentine yakın bir ormancı kasabasında hayata gözünü açar Louis Althusser. Sorunlu bir çocukluk dönemi yaşar; annesine eziyet eden babasından nefret ederek annesine kendini sevdirmeye çalışır. Bi nevi, annesini ''elde etmeye''çalıştığını sahtekar yollara başvurduğunu, kendi kişiliğini gizlediğini yaşamöyküsünde özellikle belirtir.  Fransız bir filozof ve yazardır. Marx ve Freud'un görüşlerini birleştirip felsefede sentez yapmaya çalışır. İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlara tutsak düşer. En önemli eserleri: Marx İçin Kapital,Kapitali Nasıl Okunmalı ve John Lewis'e Mektup ilk sıralarda yer bulur.

Althusser felsefeye bakışını şu cümlelerle özetler: '' Felsefe halkın teorisindeki sınıf kavgasıdır. Teoride ve bütün fikir konularında doğru ve düzmece görüşleri ayırt etmede halkın dostu, düzmecelerin de düşmanıdır.''

Althusser'in felsefeye katkısı çok önemlidir. Onu ilginç kılan ise hayatı ve aşk yaşamı denilebilir. "Gelecek Uzun Sürer" adlı kendi hayatının öz eleştirilerini açık yüreklilikle kaleme alır. 
Althusser'in aşk hayatı ''kendini sevdirme'' üzerine kuruludur. Duygularına karşı güvensizdir. Kendini başkalarına sevdirebilirse güvenlikli bir ortama sahip olabileceğini düşünür. Bunun temeli çocukluk evresine dayanır. İçten, kendini vererek sevemez. Althusser'i anlayabilmek için kendi hakkında yaptığı şu değerlendirme önemlidir.   
''Kendime özgü bir varoluşum olmadığından; duygusuz sanacak derecede kendimden şüphe ettiğimden, ve bu yüzden kendimi kiminle olursa olsun duygusal ilişki sürdürmeye yeteneksiz hissettiğimden, var olabilmek için kendimi sevdirmekten başka çare göremiyorum.'' der
 Aslında sevgi sözleriyle Althusser bizlere gerçekleri haykırır. 

Kaynayan çaydanlığın mutfağa diktiği o kokulu ağaç'ı bulmuş gibi aramaya ve yaşamaya çalışmaktadır sevgiyi.
Hayatı da, sevgiyi de bir terminolojiye başvurma hakkı kendi tekelindeymiş gibi davrananlara;
hayatı, sevgide kazandığından emin olanlar hep tedirgin etmiştir onu. Sanki "maddi hassasiyet", ''sevgi hassasiyeti''  her şeyden önce sınıflamayı, dışlamayı gerektiriyormuş gibi davrananlar da... Hayat onu neresinden yaraladıysa, aslında kimliğini orada ''kendini sevdirme''de oluşturmuştur. Althusser, kimliklerimiz adına, yara almadan oluşan bir kimlik olmadığımızı da bizlere hatırlatır. 
Althusser kendine karşı duyduğu güvensizlik ve kaygı onu  ''sevmeme yeteneği'' ile donatmış gibi yanılsama yaşatabilir. Oysa güvenli olabileceğini düşündüğü temeli çocuklukta almıştır ve '' sevecen görünme'' çabasına girişir.

Yaşamda kendini hep bir garantiye alma duygusunu, Althusser'i hayattaki her şeyden  yedekler oluşturmaya iter. Para biriktirme konusu gibi kadın biriktirme konusu da onun için ''yedeklemedir'' Nedeni şöyle kaleme almıştır. '' Kadınlardan yedekler oluşturdum kendime. Neden mi? İlişkide bulunduğum kadınlardan biri ayrılacak yada ölecek olursa- ki bu defalarca oldu- günün birinde hiç kadınsız kalma tehlikesini göze alamadığımdan.'' Oysa dışırdan bakıldığında özgüveni yüksek, hayatı gerçekçi düşüncelerle yorumlar.

Fakat kendi iç dünyasında durum farklıdır; gelecekten duyduğu korku, bunalımlar onu yalnızda bırakmaz.  Kadınlardan'' yedekler ordusu'' kurmaya devam ederken Helene çıkar karşısına. Sokaklarda serseri çocuklarla büyümüş Helene'in korkusu, Althusser'in korkusunun ters açıdan bir benzeridir; sevilmeyeceğinden korkan Helene. Bu duygu Helene'de kendini ''sevilmez olarak görme''duygusu Helene'i dizginsiz sevmeye iter.  Helene'i her şeyini vererek sever Althusser'i.

Onları tamamlayan gerçekte, Althusser'in ''sevmeme duygusuyla'', Helene'nin ''kölece sevme duygusu'' birbirlerini tamamlar. Büyük sevme duygusunu iki kişilik bölüşmüş olurlar. Althusser otuz, Helene ise otuz sekiz yaşındadır. 
Gerçekte sevgi almadan, ne pahasına olursa olsun sevilme ihtiyacına sığınmak da nevrotik sevgidir.
Althusser ve Helene evlenirler. Helene bir süre sonra hamile kalır; ama Althusser üzülmesin, depresyona girmesin diye çocuğunu aldırır. Helene'nin özverilidir; sevme duygusunu her eylemiyle Althusser'e gösterir. Aşk ve sevgi için Althusser'in kaprislerine, hatta ''yedek kadın ordusu'' kurmasına dahi ses çıkarmaz. Helene, Althusser'e annesi gibi davranır, sevgi boşluğunu doldurmaya çalışır. Ama nafile Althusser'in ''kadın kovalama'' merakından bıkan Helene sonunda başkaldırır. Helene, Althusser'i psikolojik savaş açar. Althusser'e evde yokmuş gibi davranır, konşmaz, birlikte yemek yemez. 

Böylece ''iki kişilik cehennem hayatı'' ortaya çıkar. Helene intihar etmeyi düşünür; Althusser'den onu öldürmesini ister. Gerisini Althusser'in şu sözleriyle son bulur. '' Kendimi karyolanın ayakucunda, sabahlıklı olarak uzanmış olan Helene'in boynuna masaj yaparken buldum; yeğin biçimde kollarımın ağrıdığını hissediyordum; ah şu masaj, hep böyle olur! Sonra, nasıl oldu bilemem, belki gözlerin donukluğundan ve devinimsizliğinden, ya da dudaklarla dişlerin arasından sarkan küçük dil parçasından, onun ölmüş olduğunu anladım.''der


Sonrası yine acı! Althusser tımarhaneye kapatılır, yıllarca suçluluk duygusuyla boğuşur. Sevgilisi Helene'i öldürerek sevmeyi artık öğrenmiştir. Ruhsal dengesini yeniden kurduğunda, öldürmekle kazanılmış sevginin değeri konusunda şöyle diyecektir. '' O günden sonra sevmenin ne olduğunu da öğrendim; atılganca kendi duyguları üstüne 'abartmalı' iddialara girmek değil, karşındakine özenle davranmak, onun arzularına ve ritmine saygı göstermek; hiçbir şey istememek, verileni kabul etmeyi öğrenmek; her armağanı yaşamın süprizi kabul etmek; aynı armağanı ve aynı süprizi iddiasızca, hiçbir zorlamaya başvurmadan, karşındakine de yapabilmek. ÖZETLE, YALIN ÖZGÜRLÜK!''
'' SEVİLMEYİ ÇAĞIRAN SEVMEKTİR.'' der
Alıntılar: ALTHUSSER, GELECEK UZUN SÜRER

20 Kasım 2015 Cuma

Yalnızlık, pamuklu ipek şal değil miydi...

''Kolay yaşamak istiyor musun? Sürüde kal ve sürü sevgisi uğruna kendini unut! Kişiyi değil de sürüyü bir amaç haline getirmek, insanoğlunun en büyük hatasıdır. Sürü bir araçtır, başka bir şey değil. Oysa şimdilerde sürü tek bir kişiymiş gibi sunularak ona insandan daha yüksek değer vermek isteniyor. 
Kişiyi yaşamdan silen bu hata yetmiyormuş gibi, bir de bizi sürü haline sokan toplumsal mekanizmalara sempati duymamız ve sözüm ona sempatiyi en değerli kutsal bir şeymiş gibi değerlendirmemiz bekleniyor. İşte insanı aşağılayan ve kötürümleştiren köle ahlakı budur.''Friedrich Nietzsche

Bazı insanlar vardır. Nerede yalnız bir insan görseler, ''Yalnızlık onların kaderidir neredeyse... ne etseler bu yalnızlıktan kurtulamazlar'' düşüncesi içinde kalabalıkların kölesidirler.


Hepimiz için geçerli olan hayatın tüm tanımları ''sürü olmak'' üzerine öğretilmişlikler içinde, kimse umursamaz da hiç olmanın yalnızlığını...
Ya da kendini sorgulamayı!...
Bir denizyıldızına ya da basit bir ısırganotuna, kendine özel ve bütünsel bir yalnızlık yakıştırmadan da edemeyiz. Çoğu kez özenmiş-izdir de doğadaki tüm canlıların yalnızlığına!

Oysa ki yalnızlık, insan ruhunun pamuklu ipek şalı değil miydi...

Nietzche, ''Yalnızlığa çekilmek ister misin ?
Kendine giden yolu aramak ister misin ?
Biraz dur ve beni dinle.''der 

Kalabalıklar içindeki yaşamımız suyosunlarının taşa tutunması ya da  bilinçli bir taşın uçurumdan tepetaklak düşmesi gibi değil miydi!
Yine de insanın bütünsel, bireysel kendi amacı gelişmek olsa da; nerede merkezlenecek kendimizle olan tanışıklığımız! Kalabalıkların eğirdiği örümcek ağlarında mı?
                                                                                 
Bizi bu kadar sarmış, zıtlık içindeki uyumluluk süreci karşısında da ayrılış süreci olmaksızın, sürü-gidebilir miyiz?

'Nietzche, 'Arayan kolaylıkla kaybolur.
Her türlü yalnızlaşma suçtur.'' -böyle konuşur sürü.
Sürünün sesi senin içinde de çınlayacak hala.
Ve, ''Artık sizinle aynı vicdanı paylaşmıyorum.'' desen bile, bir yakınma ve bir sancı olacak bu.''der

Tuhaf bir ayrılık yalnızlığı için, inler iç benlikteki seslerimiz, büyük bir gürültü koparır, karşı çıkar. ''Ben ben'' diye ama küçük bir çocuğu azarlarcasına susturur da sonra dönüp kandırmacamızın içine tekrar gireriz.
Kendimizi çevreleyen büyük evrenden koparmaması açısından körükörüne, hemen hemen makinemsi bir çabayla yöneliriz, bizi varlık kabul eden kalabalıklara. Karşılık bulabilen bütün taleplerimize de... Kalabalıklar tepki merkezlerinde, o delirtici, bazen de katlanılmaz bir ses sürtüşmesiyle titreşir dururlar. Kendimizi bulma yalnızlığına izin vermezler.

Nietzche, ''Kendi iyini ve kötünü, sen verebilir misin kendine?
Ve kendi istemini bir yasa gibi asabilir misin üstüne?
Kendi yasanın yargıcı ve infazcısı olabilir misin?'' der

Bir kez kalabalığa alışmışsa eğer bünyemiz, büyük bir öfkeyle haykırdığında da güç kazanır; o minik benliğimiz içinde, kıskançlık ile dostluk, aşağılık kompleksi ile gurur arasında, korkunç gerilimler başlar:
Birincisinde kalabalıkların gücü, ikincisinde ise yalnızlığın ayak sesleri duyulur.
Ama gücün o aşağlayıcı özelliği, zekanın şaşırtıcı yüzeyselliği ve kanaatkarlığı ''sürü olmak'' her türlü kalabalıkla yetinip, suyosunu tutmuş taşların sertliğinde kendi iç yalnızlığımızı hazmederiz de...Belki de, kim bilir! Hiçbir şey, hep galip gelen bir sürünün görüntüsü kadar da yoramaz..

Nietzche, ''Onların üstüne çıkıyorsun; ama ne denli yükseğe çıkarsan,
o denli küçük görünüyorsun kıskançlığın gözüne.
En çok da uçandan nefret edilir.''der

Boyun eğişleri izler bu kez benlikleri, daralmış bir çemberde tüm gelecek sona ermiş gibi görünür, her şey kalabalıklar içindeki ölümsüzlük durumuna göre düzenlemeye başlarız. Bunlara yıkıntıların melankolisi demeyi tercih ederim. Çünkü ''varlık olmak'' kendini tanımaktan değil, yıkıntıların melankolisi içinde kalabalıklar arasında kabul edilmekten geçer.

Başkalarının kayıtsızlığı, çaresizlik sınırına varan bitkinliğine karşı örümcek ağlarını örenlerin... ölümcül bilinçlerine karşı başka avuntu yolu aramaktan kalabalıklar içinde kaybolur. Her yalnızlıkta haykıran cüceleşmiş ruhlarımız; kendine hiçlik benliği bulamayan yaralarımızla devam ederiz, inadına...

Hani kaybolduğunuzda bir kapı ararsınız, bulduğunuz kapının kulpu olmaz ya. Hani neşelendiğinizde paylaşacak birisini ararsınız, bulduğunuzda sizi anlamaz ya. Hani ağladığınızda bir omuz ararsınız, bulduğunuzda başka omuzlarca bilinir ya... Ağlamakların birikip, duyguların pekişip, güçlü kalmak savaşının ardında kuş yürekli biri olursunuz ya... İnanmak ister ya insan bir şeylere...  İşte yalnızlık öyle çok güçlü kılar insanları. 

''Kendilerini tek başına kalmış bulmaktan korkan insanlar, kendilerini hiç bulamazlar.''der Andre Gide

Alıntılar: Böyle Buyurdu Zerdüşt/ Yaratanın Yolları Üzerine 

Özgür Bacaksız, Bilgelikle Yaşama Sanatı


Görsel: Gazeteci N.G / İstanbul Yalnızlar Şehri

30 Ekim 2015 Cuma

''Kitleler Anlam Yerine Gösteri İstemektedir.''


Reims'de 1929 yılında dünyaya gelen Jean Baudrillard, 1996 yılında Nanterre Üniversitesi'nde Henri Lefebvre ile çalışmaya başladı, simülasyon kuramıyla günümüz düşünce dünyasının önde gelen isimlerindendi. Türkçe'ye kazandırılan temel metinleri arasında: ''Tüketim Toplumu, Üretimin Aynası, Kusursuz Cinayet, Şeytana Satılan Ruh'' çalışmaları vardır.

Türkçe'ye kazandırılan ilk Baudrillard metni olan ''Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu'' 1982 yılında yayımlanır. Türkçe'ye ilk olarak 1991 yılında Ayrıntı Yayınları kazandırmıştır.

''Toplumsal olarak bilinen kördüğüm, her şeyi sünger gibi emen bir gönderene dönüşerek, ne olduğu bilinen hem de bilinmeyen kitlelerin etrafında dönmektedir. İstatistiklerin kristal bir küre gibi kullandıkları kitleler, madde ve doğal elementler gibi akımlar ve akıntılar tarafından etkilenirler.'' Kitle istatistikle ilgilenmez. Örneğin: '5 Bin kişi veba hastalığından dolayı Fransa'da öldü' denilmiş olsa bu sayısalları kitle ''sünger'' gibi emer. İstatistiksel veri yerine örnek olarak: 'Eiffel Kule'sinin yüksekliğinde veba'dan ölmüş insan bedenleri yığılmıştı' denilmiş olsa zihinlerde belli bir simülasyon oluşturulmuş olabilirdi...Kitle sayısalları emer ama toplumsal sayılarla ilgilenmez- çünkü insan yaşamı önemlidir...

''Oysa toplumsalı üretenler (kitle iletişim araçları, haber) aynı zamanda onu yıkmakta ve ürettiği kitleler tarafından emilmekte ise sonuçta toplumsal, anlamsız bir tanıma dönüşmektedir. (...) Yüzeysel ve yararsız olduğu gibi- çünkü her göründüğü yerde bir başka şeyi gizlemektedir.''

O halde toplum ya da toplumsallık olarak nitelenmeye çalışılan kitlenin bilinçaltı ve dili görünmezlik içinde... zamansallık, kitlenin bilinçte dönüşüm çöplüğü... Bir ‘üst kavram’ olarak, kitle olma’yı tercih etmiş varlık için - bir bakıma- normallik, kolektif bir deliliğe dönüşebilmekte....Güneş ısısıyla yüksek bir dağ başından kopan kartopunun çığ gibi büyümesi gibi- çünkü belli dönemsellikler içinde kitlelerin görünürlüklerine seslendirmeler- çağrışımlarla narkozlu ayıltma-sersemletme uygulanılıyor...
'' Toplumsal belki de çok büyük bir yanılgıdır. Çünkü toplumsal adlı bir ''ortaoyunu'', belki de hiçbir zaman derinlemesine bir öneme sahip olmamıştır. (...) Kapitalin nesnel bir amacı ve aklı yoktur. O her şeyden önce bir şiddettir ve bu şiddet toplumsala ve toplumsal aracılığıyla uygulanmaktadır. Karşıt ve dayanışma içindeki bir toplumsal ve bir sermaye tanımı Kapitalin umurunda bile değildir.''

''Sessiz çoğunluğun ya da kitlelerin düşsel bir gönderen olması, onun var olduğu anlamına gelmez. Bunun anlamı sessiz çoğunluğun artık temsil edilemeyecek bir durumda bulunmasıdır. Kitleler artık bir gönderen olmaktan çıkmışlardır. Ses vermeyen bu kitleler sondaj aracılığıyla sık sık yoklanmaktadır.'' 

Nedir kitle, hep övülen bu yarı toplum? Toplumsallık güçlerinden, tam da en gereken yerde yoksun bırakılmıyorlar mı? Sevinç içinde yükseldiği, acılarla yıkıldığı zamansallık, tam da kapital nesnelliğinde kendini yitirmeyi özlediğinde, o vurdumduymaz ve soğuk bilinçliliğine geri dönmüyor mu, kitle hep?

Ne garip bir oyuncaktır kitlenin sessizliği! Yürür, konuşur ve acı çeker.... Kendisine ve çevresine ait hiçbir şey bilmez. Bir nevi ıstırap makinesi. İplerini hep başkaları çeker. Hantal ve şapşal kapitalin nesnel  robotu. Neye sevinir bilinmez- çünkü neye sevinmesi gerektiğini de başkaları belirler... Sınırsız olan hayalleri ve acı kabiliyetini kendi içine bastırır. Varlık bir kafes ve acizlik içinde kıvranan bir ruhların hayaletleri.  Kitlenin yönlendiren düşsel gösteri dünyasında varolmak için yok olmak, parça bütüne kavuşabilir mi... Ne olacağını bilen var mı? Toplumsalın görünürlüğünde sessiz kitlenin hep oynayamayacağı roller yükler kapital  ve ıslıklar..  Çünkü.''Kitlenin bilinçaltı ve bilinci yoktur.''



Alıntılar: Sessiz Yığınların Gölgesinde




25 Ekim 2015 Pazar

''İNSAN BİR ŞEYE İNANDI MI! ARTIK ONUN ETKİSİNDEN ÇIKMASI OLDUKÇA ZORDUR.''

        

Gustave Le Bon 1841- 1931 yılları arasında yaşamış Fransız asıllı bir fikir adamıdır.
Daha çok kitleler ve kitleler psikolojisi üzerine çalışsa da, devrimlere olan ilgisi devrimleri inceleyip farklı açılardan bakmasına sebep olmuştur.'' Fransız Devrimi''ni inceleyerek dünyadaki farklı ülkelerde yaşanan devrimlerin asıl kaynağını ve gerçek neden ve sonuçlarını farklı bakış açılarıyla değerlendirir. ''Eşitliğin olmadığı yerde haksızlık baş kaldırır. Vatanperverlik duygusunu yaşamayan toplum, tarihte yok olmaya mahkumdur''der.
Gustave Le Bon, devrimleri üç ana başlık altında inceler.

''Bilimsel, Siyasal ve Dini'' olarak kaleme aldığı incelemesinde, Bilimsel Devrimler için '' Çok fazla dikkat çekmeseler de, genelde siyasi devrimlerin yaratamadığı dolaylı sonuçları daha fazladır.'' Bu  nedenle ilk sırada bilimsel devrimleri incelemiştir. '' Örneğin, eğer devrimden sonra evrenle ilgili algılarımız değiştiyse, bunun nedeni, astronomik keşiflerin ve deneysel yöntem uygulamalarının bir olgunun sabit yasalar tarafından yönetildiğini göstererek onları değiştirmiş olmasıdır.'' açıklamasını getirmiştir.

Siyasi ve Dini Devrimler '' Medeniyetlerin ilerlemesine yol açan bu bilimsel devrimlere oldukça uzak ve ilgisiz olan devrimler siyasal ve dini devrimlerdir. Bilimsel devrimler tamamen akılcı unsurlardan doğarken, siyasi devrimler duygusal mistik etkenlerle desteklenir. Kökenlerinde mantık oldukça zayıf bir yer tutar'' açılımını sunar. '' Fikirler ve İnançlar'' eserinde, inançlara  mistik ve duygusal kökenlerine yer verir. Siyasi ve dini inancın mantıktan hiç etkilenmemiş olduğuna dikkat çeker.

'' Bir bütünlüğün onu oluşturan bireyler üzerindeki etkisinin en önemli sonuçlarından biri bireylerin duygu ve isteklerinin birleşmesidir. Bu psikolojik birlik sürülere dikkate değer bir güç verir. Bu tür zihinsel birliğin oluşmasının sebebi jestlerin ve hareketlerin bir sürü içinde oldukça bulaşıcı olmasıdır. Nefret, kızgınlık veya alkışlarına sürüdeki herkes katılır.''

Kitledeki psikoloji güç kavramıyla örtüşür. Güçlü ulaşılmaz olandır. O halde güce ulaşmanın yolu güce katılım yolundan geçer. Ki, kitlelerde bir özgü benzer davranışta kendine benzeyen ''kişilik, aidiyet'' gibi unsurlardan dolayı kendine yakın hissettiği benzerliğine yönelir... '' Bu ortak duyguların, bu ortak iradenin kaynağı nedir? Ortak duygular sirayetle bulaşır. Ama bu sirayet etkisini göstermeye başlamadan önce bir varış noktası belirlenmelidir. Lidersiz bir sürü hareket etmeyen şekilsiz bir varlıktır''der.

Uygarlıkları doğuran önemli etmenlerin fikirlerde, davranışlarda, alışkanlık ve inanç­lar sisteminde meydana gelen değişiklikler ola gelmiştir.  İnsanların iç dünyalarındaki görünmez değişiklikler ve bu bağlı değişiklikler ender olarak meydana geliyorsa, bu o toplumun yapısının esasında bulunan köklü, değişmez öğelerin ağırlık kazanmasıdır. Çağımız insan düşüncesinin ise sürekli olarak değiştiğini kitlelerin kontrollerinin değişkenliği önem kazanmıştır. Bu bağlamda Gustave Le Bon ''Kitleyi oluşturan bireylerin zihni düzeydeki üstünlük bu prensibi ortadan kaldırmaz. Bilgisiz ve bilgin, bir kere kitle içinde bulununca olayları objektif olarak gözlemlemek bakımından aynı yetenek düzeyine inerler. Zihni bakımdan yüksek seviyede olmanın önemi yoktur. Bu tez çelişkili görünebilir. Bunu ispat için bir çok tarihi olayları tekrar etmek gerekir. '' açıklaması günümüz dünyasının içinden geçtiği sürece bakınca yeterli diye düşünüyorum...

Alıntılar: Devrim Psikolojisi ve Kitleler Psikolojisi                          

20 Ekim 2015 Salı

ÖZ OLMAK, BİZ OLMAK MI....

Nietzsche iddia ettiği gibi erken doğmamış, geç doğmuştur. 15 Ekim Nietzsche'nin doğumunun 171.yılı kutlandı Almanya'da. 
Felsefeye ruh katan sorgularıyla bizi iğneleyen filozofa bu haftayı Nietzsche'ye ayırmasam olmazdı! Çünkü o bir yaşam filozofudur. Yaşam devam ediyor. Ve bu devinim hiç bitmeyecek. Hareket halindeki, kendi devinime önem verir. NİETZSCHE'NİN felsefesinin merkezini oluşturan şey, kişinin coşkun enerjisini sömüren her türlü öğretinin, toplumsal olarak ne kadar geçerli olursa olsun sorgulanarak ''hayatın evetlenmesi''dir.

Nietszche, felsefesi bir varoluş estetiği önerir; bu estetik çoğu zaman haksız bir şekilde, yetenekli ancak tutarlılığı olmayan şiirsel oyun olarak yorumlanır ama tutarlılığı olan ne yaşam olabilir ki... Yaşamın tutarlılığı yok.  Felsefesini sistematik şekilde değil, aforizmalar şeklinde kaleme alır. Buna rağmen tutum ve çizgisini daima korur. 


Kelimeler ve kavramları sık tekrar eder. Bunun nedeni irdelediği farklı alanlar ve kendisiyle çelişki oluşturmasına da dayandırılabilir. Dahası yaşam kendi devin gücümüzde değil, yani dışsal bağlantılar devin gücünü oluşturur. Çünkü yaşamın içinde varoluşsal amaca hizmet etmeyi zorunlu kılan ''sürü'' hareketine uyum sağlamadan; kendi içsel yaşamımızda kalmak kolay olmasa gerek... İşte tam bu noktada Nietzsche sorgular. Kulağımıza kaçmış su taneciklerinden rahatsız olmuşcasına farkına varmadan zıpladığı-mızı...

''Kolay yaşamak istiyor musun? Sürüde kal ve sürü sevgisi uğruna kendini unut! Kişiyi değil de sürüyü bir amaç haline getirmek, insanoğlunun en büyük hatasıdır. Sürü bir araçtır, başka bir şey değil.'' der
Evet. Eğer aşırı davranışlarımızı vasat davranışların alışkanlığına ve önemsiz olanları da korkuya dayandırır-sak, ''sürü'' içinde nadiren hata yaparız. Kabullenişler başlar.
                                                                                                                                                                                                                                                                                                   
''Oysa şimdilerde  sürü tek bir kişiymiş gibi sunularak ona insandan daha yüksek değer vermek isteniyor. Kişiyi yaşamdan silen hata yetmiyormuş gibi, bir de bizi sürü haline sokan toplumsal mekanizmalarla sempatiyi en değerli kutsal bir şeymiş gibi değerlendirmemiz bekleniyor. İşte insanı aşağılayan ve kötürümleştiren köle ahlakı budur.''

Ahlak toplumları ayakta tutan en keskin söylev olmasına karşın, ahlakın karşıtlığı suç ve ceza olarak algılatılır. İşte burada toplum düzeninde iyiler ve kötüler devreye girer. Sürü olabilmek için iyi ya da kötü insanların ahlak-sallığı üzerine suç veya ödül kısmını seçeriz; seçtirilir-iz. Şayet ödül ve ceza ortadan kalkmış olsa, bizleri belli eylemlerden uzaklaştıran ya da yönlendiren ne olabilirdi?

Ceza ve ödül, suçlama ve övgü, kibirden kolayca etkilenerek işleniyor. Çünkü cezalandırılan biri cezayı hak etmez. İnsanları ''sürüyü'' belli  eylemlerden alıkoymak için cezalandırılır. Bu şekilde toplumları kontrol etmek kolaylaşır. Cezayı alan kişi kötü ve kendinin ne denli iyi olduğunu düşünerek iyiliğin övgüsünü sunar, kendi benliğine.

''Biz arzulanana değil arzulamanın kendisine aşığızdır''der. Ahlaka mı aşığız? Ahlaklı algılanmaya mı? Ahlaklı olmaya mı? Oysa, '' Bilge insan, insanları iyi davrandı diye ödüllendirmez.''der Nietzche. 


Dipnot: Nietzche, ''en büyük psikoloğunun Dostoyevski olduğunu söyler ve Stendhal'den de büyük'' der.

13 Ekim 2015 Salı

''EFENDİLER VE KÖLELER''


        
Roussau'nun ''Toplumsal Sözleşme'' kitabı 1762'de yayımlandığında, halk egemenliğini ve genel irade ilkelerini gündeme getirerek, yeni bir çığır açtı. Kısa zamanda modern düşüncenin ve siyaset felsefesinin temel eserlerinden biri olmuştur.

Egemenliğin devredilemez olduğunu, insanların özgür doğduklarını, medeni bir özgürlük için insanların tabiat halindeki bağımsız özgürlüklerinden feda etmemeleri gerektiğini, bunun da herkesin özgürce kabul ettiği bir toplumsal sözleşmeyle mümkün olabileceğini iddia etmiştir.

Toplumsal Sözleşme, Efendiler ve köleler bölümünde Rousseau, ''Bir kalabalığı boyunduruk altına almakla, bir toplumu yönetmek arasındaki fark, varlığını daima koruyacaktır. Dağınık bir  şekilde yaşayan insanların- sayıları ne olursa olsun- birbiri ardınca tek kişinin boyunduruğu altına girmelerine baktığımda, bir köle sahibi ile kölelerini görürüm ben, yoksa bir halka onun başbuğunu değil; deyim yerindeyse, bir yığılmadır; burada ne kamu malı, ne de siyasi bir gövde vardır. (...) Gerçekten de, eğer daha önce gelen bir anlaşma mevcut değilse, seçim oy birliği ile yapılmadıkça, azınlığın çoğunluğa tabi olma mecburiyeti diye bir şey olur muydu? Ve de kendilerine bir efendi isteyen yüz kişi, böyle bir şey istemeyen on kişi namına oy verme hakkını nereden bulurdu? Oy çoğunluğunu kanunun kendisi de bir anlaşma müessesesidir ve en azından bir kez oy birliğini şart koşar.''çerçevesinde toplumsal yaşama bakmıştır.



Rousseau, '' İnsan özgür doğar, her yerde zincire vurulmuştur'' der. Dünyayı tanımayan biz insanlardan önce var olan (ebeveyn, eğitim sistemleri, kanunlar, yetiştiğimiz çevremiz ) bizleri şekillendirir. Aslında insana, ''insan'' olarak değil, hali hazırda doldurulacak boş kutu gibi bakmakta olan toplumsallık içindeyiz. Hali hazırda bireyi doldurulacak bir  kutu gibi gören çoğunluk hep var olmuştur, olacaktır..

Örneğin, anneniz sizin hangi tatları sevip sevmeyeceğimize bebeklik döneminde beslenme alışkanlıklarınızla başlamıyor mu?
Kim bilir ıspanağı hiç sevmeyebilirdik bile...
Basit ama ıspanağı tanımak ve tadını sevmek zorunda bırakılmış olmuyor muyuz? Buna benzer örnekler çoğaltılabilir.
Yani kısacası her açıdan doldurulan bir kutu gibiyiz. Fiziksel dış görüntümüz ne kadar öznel olursa olsun, düşüncede öznel bırakılmıyoruz.

Doğduğumuz andan itibaren şekiller verilen bireyleriz. Cinsiyetlerimiz üzerinden oyun tercihlerimiz düzenlenmiş. Kız çocuklar bebeklerle, erkek çocukları silahlarla oynamalı düşüncesini biz mi ürettik...Geçmişten bize aktarılan toplumsal kurallar mı?

İçinde yaşadığımız toplum, toplumsal olarak kabul etmek için sizi ancak onlar gibi düşünmek ve onların yaşam şartlarını iyileştirmeye zorunlu kılar. ''En kuvvetli olan, kuvvetini hak ve itaati vazife şekline dönüştüremezse asla hükmeden olarak kalabilecek kadar kuvvetli olamaz.Kuvvetlinin hakkı işte buradan kaynaklanır''
Peki kuvvetli kimdir?

Siz, biz, kısacası ben var olmadan, önce yeryüzünün yaşam şekillerini ve şartlarını belirleyenler, bizlerden öncekiler değil mi?

Toplumsal olarak aynı yönergede, farklı düşünenlere karşı ön yargılarımızla doğmuyoruz ama ön yargılı olarak şekillendiriliyoruz. Çünkü
Her birimiz dünyaya farklı bakmak, farklı algılamak veya farklı olanı kabul etmek üzerine yetiştirilmiyoruz. Kuvvetli olmak için bizim gibi düşünen birilerine, kalabalıklara ihtiyaç duymayı daha çocukluk evresinde öğreniyoruz.  Aksi halde kendimizi zayıf cılız olarak buluruz toplumsal yapının tam içinde. Zayıflık kelimesi nasıl da kulağımızı tırmalar...İnsan doğası gereği hep ''toplumsal hayvan'' olmaya şartlandırılmış varlık değil midir?  Bu dünyanın sistemini kime sorsanız şekillendiren ''ben değilim'' diyecektir. 

''İnsanın toplumsal sözleşme ile kaybettiği şey, tabii özgürlüğü ve onu cezbeden ve erişebilecek olduğu her şeyi sınırsız elde etme hakkıdır. Kazandığı şey ise, medeni özgürlük ve tasarrufu altında bulunan her şeyin mülkiyetidir.' Bu takas işinde aldanmamak için, bireyin kuvvet derecesinden başka sınırı olmayan tabii özgürlüğü, genel irade tarafından sınırlanan medeni özgürlükten ve kuvvetten ya da işgal hakkından başka dayanağı olmayan tasarrufu, ancak pozitif bir belgeye dayanan mülkiyetten iyice ayırmak lazımdır.''der Rousseau

Medeniyeti, modern hayatları elde etmek adına kullanıyoruz.
Ruhun, bedene takasını gerçekleştiriyoruz.
İşin en kötü tarafı, bizden sonrakilere de öğrendiklerimizi aktaracağız.
Saflık ve yalnızlık  insanlar tarafından her zaman cezalandırılır ve aşağılanır. Oysa erdemin en güçlü temsili kendini saflıkta ve yalnızlıkta gösterir. 
İşte sırf bu nedenle makinemsileşmiş kalabalık hayatlardan korkmalıyız, adeta ölümden korkan bir can gibi...

 Alıntılar ( sayf. 16, 30, 33, 46)                                        

4 Ekim 2015 Pazar

''DÜNYA BENİM FİKRİMDİR''

İnsanlık var olduğu tarihten bu yana en çok da son dönemde kirlenen iç dünyamızı biraz da olsun arındrmak adına SCHOPENHAUER'i sözleri içinde adeta bıçak etkisi yaratan Hukuk, Ahlak Ve Siyaset Üzerine adlı eserini okumalıyız... diye düşünüyorum. 



Düşünür, 127 sayfalık eserin 80 sayfasını ''AHLAK'' üzerine ayırması bir imleç olarak bakılabilir, 47 sayfasını '' HUKUK VE SİYASET'' üzerindeki düşüncelerine ayırmıştır. İnsanın varoluşsal amacını ve hayatın her alanında var olabilme erdemini temel olarak ahlaka indirgemiştir. Felsefede ve teolojide de olduğu gibi ahlak insan olmanın temel dinamik taşı değil midir..?
             
Schopenhauer tinin ahlak felsefesine bakış açısında,
 ''...birçok insan başkasını gerçekte   nasılsa o şekilde görmüş olsaydı dehşete kapılırdı,''der.
                 
                                  Gerçekten de bizler kimleriz?                                                                                                                                

'' ...ikiyüzlülük, düzenbazlık, riyakarlık, gösteriş, sahtecilik ve hilekarlığın örtüsünü de -ki her şeyin üzerine örtülmüştür- sıyırmak, dünyada gerçek dürüstlüğün ne kadar nadir rastlanılır bir şey olduğunu ve en az umulduğu yerde bile, zahiren erdemli görünen bütün işlerin arkasında, gizlice ve en iç derinliklerinde, günahkarlığın, ahlaksızlığın pusuda beklediğini göstermek!

Ne azim bir mesele! Sırf bu sebepten ötürü birçok iyi insan dört ayaklılardan dostlar edinmişlerdir:'' cümlesinde olduğu gibi aslında hepimiz iyilik timsalleri birer nesnel piyanolarız. Bu benzeştirme insanlık adına biraz acımasız da oldu.

Evet.. Gerçeği yadsımak doğamızda hep var olmuştur. Kim olduğumuzu dahi kendimize itiraf edemeyen bir piyanonun tuşları gibiyiz. Kim, hangi tuşumuza basmış olsa; istenilen sesleri vermiyor muyuz? İnsanı toplumda ahlaki açıdan birey olarak ele alırsak piyano gibi... ama esas olan toplum yani piyanonun pedallerdir.

Lavignac'ın da dediği gibi  "Pedal sanatı ayağın nasıl konulacağını değil, nasıl çekileceğini bilmektir" der. Aslında ahlak bi nevi toplumun içinde bulunduğu yaşadığı ahlaksallıklar değil midir...

Toplum bizim ahlak notalarımızı düzenleyen, bu düzenin dışına çıkan bireysellik istençliğini ötekileştirenler veya hor gören sözde ahlak özgürlüklerimizi bağışlayanlara karşın sessiz kalışlarımızı, Schopenhauer şöyle açıklar.

''...Çünkü dürüst yüzlerinde herhangi bir güvensizlik kırıntısı taşımaksızın bakabileceği köpekler olmamış olsaydı, insanların sonu gelmez riyakârlıklarına, sahtekârlıklarına ve garazkârlıklarına nasıl tahammül edebilir, ne ile teselli bulabilirdi insan?" Çünkü hepimiz toplu halde piyano resitalinde aynı ahlak müzik tınılarına kulaklarımızı vererek dinliyoruz... 


Çünkü farklı olduğunuzda kabul edilmezsiniz.

Alıntılar (sayf. 32)

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...