17 Kasım 2015 Salı
30 Ekim 2015 Cuma
''Kitleler Anlam Yerine Gösteri İstemektedir.''
Reims'de 1929 yılında dünyaya gelen Jean Baudrillard, 1996 yılında Nanterre Üniversitesi'nde Henri Lefebvre ile çalışmaya başladı, simülasyon kuramıyla günümüz düşünce dünyasının önde gelen isimlerindendi. Türkçe'ye kazandırılan temel metinleri arasında: ''Tüketim Toplumu, Üretimin Aynası, Kusursuz Cinayet, Şeytana Satılan Ruh'' çalışmaları vardır.
Türkçe'ye kazandırılan ilk Baudrillard metni olan ''Sessiz Yığınların
Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu'' 1982 yılında yayımlanır. Türkçe'ye ilk
olarak 1991 yılında Ayrıntı Yayınları kazandırmıştır.
''Toplumsal olarak bilinen kördüğüm, her şeyi sünger gibi emen bir gönderene dönüşerek, ne olduğu bilinen hem de bilinmeyen kitlelerin etrafında dönmektedir. İstatistiklerin kristal bir küre gibi kullandıkları kitleler, madde ve doğal elementler gibi akımlar ve akıntılar tarafından etkilenirler.'' Kitle istatistikle ilgilenmez. Örneğin: '5 Bin kişi veba hastalığından dolayı Fransa'da öldü' denilmiş olsa bu sayısalları kitle ''sünger'' gibi emer. İstatistiksel veri yerine örnek olarak: 'Eiffel Kule'sinin yüksekliğinde veba'dan ölmüş insan bedenleri yığılmıştı' denilmiş olsa zihinlerde belli bir simülasyon oluşturulmuş olabilirdi...Kitle sayısalları emer ama toplumsal sayılarla ilgilenmez- çünkü insan yaşamı önemlidir...
''Oysa toplumsalı üretenler (kitle iletişim araçları, haber) aynı zamanda onu yıkmakta ve ürettiği kitleler tarafından emilmekte ise sonuçta toplumsal, anlamsız bir tanıma dönüşmektedir. (...) Yüzeysel ve yararsız olduğu gibi- çünkü her göründüğü yerde bir başka şeyi gizlemektedir.''
O halde toplum ya da toplumsallık olarak nitelenmeye çalışılan kitlenin bilinçaltı ve dili görünmezlik içinde... zamansallık, kitlenin bilinçte dönüşüm çöplüğü... Bir ‘üst kavram’ olarak, kitle olma’yı tercih etmiş varlık için - bir bakıma- normallik, kolektif bir deliliğe dönüşebilmekte....Güneş ısısıyla yüksek bir dağ başından kopan kartopunun çığ gibi büyümesi gibi- çünkü belli dönemsellikler içinde kitlelerin görünürlüklerine seslendirmeler- çağrışımlarla narkozlu ayıltma-sersemletme uygulanılıyor...
''
Toplumsal belki de çok büyük bir yanılgıdır. Çünkü toplumsal adlı bir
''ortaoyunu'', belki de hiçbir zaman derinlemesine bir öneme sahip olmamıştır.
(...) Kapitalin nesnel bir amacı ve aklı yoktur. O her şeyden önce bir
şiddettir ve bu şiddet toplumsala ve toplumsal aracılığıyla uygulanmaktadır.
Karşıt ve dayanışma içindeki bir toplumsal ve bir sermaye tanımı Kapitalin
umurunda bile değildir.''
''Sessiz çoğunluğun ya da kitlelerin düşsel bir gönderen olması, onun var olduğu anlamına gelmez. Bunun anlamı sessiz çoğunluğun artık temsil edilemeyecek bir durumda bulunmasıdır. Kitleler artık bir gönderen olmaktan çıkmışlardır. Ses vermeyen bu kitleler sondaj aracılığıyla sık sık yoklanmaktadır.''
Nedir
kitle, hep övülen bu yarı toplum? Toplumsallık güçlerinden, tam da en gereken
yerde yoksun bırakılmıyorlar mı? Sevinç içinde yükseldiği, acılarla yıkıldığı
zamansallık, tam da kapital nesnelliğinde kendini yitirmeyi özlediğinde, o
vurdumduymaz ve soğuk bilinçliliğine geri dönmüyor mu, kitle hep?
Ne
garip bir oyuncaktır kitlenin sessizliği! Yürür, konuşur ve acı çeker....
Kendisine ve çevresine ait hiçbir şey bilmez. Bir nevi ıstırap makinesi.
İplerini hep başkaları çeker. Hantal ve şapşal kapitalin nesnel robotu.
Neye sevinir bilinmez- çünkü neye sevinmesi gerektiğini de başkaları
belirler... Sınırsız olan hayalleri ve acı kabiliyetini kendi içine bastırır.
Varlık bir kafes ve acizlik içinde kıvranan bir ruhların hayaletleri.
Kitlenin yönlendiren düşsel gösteri dünyasında varolmak için yok olmak, parça
bütüne kavuşabilir mi... Ne olacağını bilen var mı? Toplumsalın görünürlüğünde
sessiz kitlenin hep oynayamayacağı roller yükler kapital ve
ıslıklar.. Çünkü.''Kitlenin bilinçaltı ve bilinci yoktur.''
Alıntılar:
Sessiz Yığınların Gölgesinde
25 Ekim 2015 Pazar
''İNSAN BİR ŞEYE İNANDI MI! ARTIK ONUN ETKİSİNDEN ÇIKMASI OLDUKÇA ZORDUR.''
Gustave
Le Bon 1841- 1931 yılları arasında yaşamış Fransız asıllı bir fikir adamıdır.
Daha
çok kitleler ve kitleler psikolojisi üzerine çalışsa da, devrimlere olan ilgisi
devrimleri inceleyip farklı açılardan bakmasına sebep olmuştur.'' Fransız
Devrimi''ni inceleyerek dünyadaki farklı ülkelerde yaşanan devrimlerin asıl
kaynağını ve gerçek neden ve sonuçlarını farklı bakış açılarıyla değerlendirir.
''Eşitliğin olmadığı yerde haksızlık baş kaldırır. Vatanperverlik duygusunu yaşamayan
toplum, tarihte yok olmaya mahkumdur''der.
Gustave Le Bon, devrimleri üç
ana başlık altında inceler.
''Bilimsel,
Siyasal ve Dini'' olarak kaleme aldığı incelemesinde, Bilimsel Devrimler için
'' Çok fazla dikkat çekmeseler de, genelde siyasi devrimlerin yaratamadığı
dolaylı sonuçları daha fazladır.'' Bu nedenle ilk sırada bilimsel
devrimleri incelemiştir. '' Örneğin, eğer devrimden sonra evrenle ilgili
algılarımız değiştiyse, bunun nedeni, astronomik keşiflerin ve deneysel yöntem
uygulamalarının bir olgunun sabit yasalar tarafından yönetildiğini göstererek
onları değiştirmiş olmasıdır.'' açıklamasını getirmiştir.
Siyasi
ve Dini Devrimler '' Medeniyetlerin ilerlemesine yol açan bu bilimsel
devrimlere oldukça uzak ve ilgisiz olan devrimler siyasal ve dini devrimlerdir.
Bilimsel devrimler tamamen akılcı unsurlardan doğarken, siyasi devrimler
duygusal mistik etkenlerle desteklenir. Kökenlerinde mantık oldukça zayıf bir
yer tutar'' açılımını sunar. '' Fikirler ve İnançlar'' eserinde, inançlara
mistik ve duygusal kökenlerine yer verir. Siyasi ve dini inancın
mantıktan hiç etkilenmemiş olduğuna dikkat çeker.
''
Bir bütünlüğün onu oluşturan bireyler üzerindeki etkisinin en önemli
sonuçlarından biri bireylerin duygu ve isteklerinin birleşmesidir. Bu
psikolojik birlik sürülere dikkate değer bir güç verir. Bu tür zihinsel
birliğin oluşmasının sebebi jestlerin ve hareketlerin bir sürü içinde oldukça
bulaşıcı olmasıdır. Nefret, kızgınlık veya alkışlarına sürüdeki herkes
katılır.''
Kitledeki
psikoloji güç kavramıyla örtüşür. Güçlü ulaşılmaz olandır. O halde güce
ulaşmanın yolu güce katılım yolundan geçer. Ki, kitlelerde bir özgü benzer
davranışta kendine benzeyen ''kişilik, aidiyet'' gibi unsurlardan dolayı
kendine yakın hissettiği benzerliğine yönelir... '' Bu ortak duyguların, bu
ortak iradenin kaynağı nedir? Ortak duygular sirayetle bulaşır. Ama bu sirayet
etkisini göstermeye başlamadan önce bir varış noktası belirlenmelidir. Lidersiz
bir sürü hareket etmeyen şekilsiz bir varlıktır''der.
Uygarlıkları
doğuran önemli etmenlerin fikirlerde, davranışlarda, alışkanlık ve inançlar
sisteminde meydana gelen değişiklikler ola gelmiştir. İnsanların iç
dünyalarındaki görünmez değişiklikler ve bu bağlı değişiklikler ender olarak
meydana geliyorsa, bu o toplumun yapısının esasında bulunan köklü, değişmez
öğelerin ağırlık kazanmasıdır. Çağımız insan düşüncesinin ise sürekli olarak
değiştiğini kitlelerin kontrollerinin değişkenliği önem kazanmıştır. Bu
bağlamda Gustave Le Bon ''Kitleyi oluşturan bireylerin zihni düzeydeki üstünlük
bu prensibi ortadan kaldırmaz. Bilgisiz ve bilgin, bir kere kitle içinde
bulununca olayları objektif olarak gözlemlemek bakımından aynı yetenek düzeyine
inerler. Zihni bakımdan yüksek seviyede olmanın önemi yoktur. Bu tez çelişkili
görünebilir. Bunu ispat için bir çok tarihi olayları tekrar etmek gerekir. ''
açıklaması günümüz dünyasının içinden geçtiği sürece bakınca yeterli diye
düşünüyorum...
Alıntılar: Devrim Psikolojisi ve Kitleler Psikolojisi
20 Ekim 2015 Salı
ÖZ OLMAK, BİZ OLMAK MI....
Nietzsche
iddia ettiği gibi erken doğmamış, geç doğmuştur. 15 Ekim Nietzsche'nin
doğumunun 171.yılı kutlandı Almanya'da.
Nietszche, felsefesi bir varoluş estetiği önerir; bu estetik çoğu zaman haksız bir şekilde, yetenekli ancak tutarlılığı olmayan şiirsel oyun olarak yorumlanır ama tutarlılığı olan ne yaşam olabilir ki... Yaşamın tutarlılığı yok. Felsefesini sistematik şekilde değil, aforizmalar şeklinde kaleme alır. Buna rağmen tutum ve çizgisini daima korur.
Kelimeler ve kavramları sık tekrar eder. Bunun nedeni irdelediği farklı alanlar
ve kendisiyle çelişki oluşturmasına da dayandırılabilir. Dahası yaşam kendi
devin gücümüzde değil, yani dışsal bağlantılar devin gücünü oluşturur. Çünkü
yaşamın içinde varoluşsal amaca hizmet etmeyi zorunlu kılan ''sürü'' hareketine
uyum sağlamadan; kendi içsel yaşamımızda kalmak kolay olmasa gerek... İşte tam
bu noktada Nietzsche sorgular. Kulağımıza kaçmış su taneciklerinden rahatsız
olmuşcasına farkına varmadan zıpladığı-mızı...
''Kolay yaşamak istiyor musun? Sürüde kal ve sürü sevgisi uğruna kendini unut! Kişiyi değil de sürüyü bir amaç haline getirmek, insanoğlunun en büyük hatasıdır. Sürü bir araçtır, başka bir şey değil.'' der
Ahlak toplumları ayakta tutan en keskin söylev olmasına karşın, ahlakın karşıtlığı suç ve ceza olarak algılatılır. İşte burada toplum düzeninde iyiler ve kötüler devreye girer. Sürü olabilmek için iyi ya da kötü insanların ahlak-sallığı üzerine suç veya ödül kısmını seçeriz; seçtirilir-iz. Şayet ödül ve ceza ortadan kalkmış olsa, bizleri belli eylemlerden uzaklaştıran ya da yönlendiren ne olabilirdi?
Ceza ve ödül, suçlama ve övgü, kibirden kolayca etkilenerek işleniyor. Çünkü cezalandırılan biri cezayı hak etmez. İnsanları ''sürüyü'' belli eylemlerden alıkoymak için cezalandırılır. Bu şekilde toplumları kontrol etmek kolaylaşır. Cezayı alan kişi kötü ve kendinin ne denli iyi olduğunu düşünerek iyiliğin övgüsünü sunar, kendi benliğine.
''Biz arzulanana değil arzulamanın kendisine aşığızdır''der. Ahlaka mı aşığız? Ahlaklı algılanmaya mı? Ahlaklı olmaya mı? Oysa, '' Bilge insan, insanları iyi davrandı diye ödüllendirmez.''der Nietzche.
Felsefeye
ruh katan sorgularıyla bizi iğneleyen filozofa bu haftayı Nietzsche'ye
ayırmasam olmazdı! Çünkü o bir yaşam filozofudur. Yaşam devam ediyor. Ve bu
devinim hiç bitmeyecek. Hareket halindeki, kendi devinime önem verir.
NİETZSCHE'NİN felsefesinin merkezini oluşturan şey, kişinin coşkun enerjisini
sömüren her türlü öğretinin, toplumsal olarak ne kadar geçerli olursa olsun
sorgulanarak ''hayatın evetlenmesi''dir.
Nietszche, felsefesi bir varoluş estetiği önerir; bu estetik çoğu zaman haksız bir şekilde, yetenekli ancak tutarlılığı olmayan şiirsel oyun olarak yorumlanır ama tutarlılığı olan ne yaşam olabilir ki... Yaşamın tutarlılığı yok. Felsefesini sistematik şekilde değil, aforizmalar şeklinde kaleme alır. Buna rağmen tutum ve çizgisini daima korur.

''Kolay yaşamak istiyor musun? Sürüde kal ve sürü sevgisi uğruna kendini unut! Kişiyi değil de sürüyü bir amaç haline getirmek, insanoğlunun en büyük hatasıdır. Sürü bir araçtır, başka bir şey değil.'' der
Evet.
Eğer aşırı davranışlarımızı vasat davranışların alışkanlığına ve önemsiz
olanları da korkuya dayandırır-sak, ''sürü'' içinde nadiren hata yaparız.
Kabullenişler başlar.
''Oysa
şimdilerde sürü tek bir kişiymiş gibi sunularak ona insandan daha yüksek
değer vermek isteniyor. Kişiyi yaşamdan silen hata yetmiyormuş gibi, bir de
bizi sürü haline sokan toplumsal mekanizmalarla sempatiyi en değerli kutsal bir
şeymiş gibi değerlendirmemiz bekleniyor. İşte insanı aşağılayan ve
kötürümleştiren köle ahlakı budur.''
Ahlak toplumları ayakta tutan en keskin söylev olmasına karşın, ahlakın karşıtlığı suç ve ceza olarak algılatılır. İşte burada toplum düzeninde iyiler ve kötüler devreye girer. Sürü olabilmek için iyi ya da kötü insanların ahlak-sallığı üzerine suç veya ödül kısmını seçeriz; seçtirilir-iz. Şayet ödül ve ceza ortadan kalkmış olsa, bizleri belli eylemlerden uzaklaştıran ya da yönlendiren ne olabilirdi?
Ceza ve ödül, suçlama ve övgü, kibirden kolayca etkilenerek işleniyor. Çünkü cezalandırılan biri cezayı hak etmez. İnsanları ''sürüyü'' belli eylemlerden alıkoymak için cezalandırılır. Bu şekilde toplumları kontrol etmek kolaylaşır. Cezayı alan kişi kötü ve kendinin ne denli iyi olduğunu düşünerek iyiliğin övgüsünü sunar, kendi benliğine.
''Biz arzulanana değil arzulamanın kendisine aşığızdır''der. Ahlaka mı aşığız? Ahlaklı algılanmaya mı? Ahlaklı olmaya mı? Oysa, '' Bilge insan, insanları iyi davrandı diye ödüllendirmez.''der Nietzche.
Dipnot:
Nietzche, ''en büyük psikoloğunun Dostoyevski olduğunu söyler ve Stendhal'den
de büyük'' der.
13 Ekim 2015 Salı
''EFENDİLER VE KÖLELER''
Roussau'nun ''Toplumsal Sözleşme'' kitabı 1762'de yayımlandığında, halk egemenliğini
ve genel irade ilkelerini gündeme getirerek, yeni bir çığır açtı. Kısa zamanda
modern düşüncenin ve siyaset felsefesinin temel eserlerinden biri olmuştur.
Egemenliğin devredilemez olduğunu, insanların özgür doğduklarını, medeni bir özgürlük için insanların tabiat halindeki bağımsız özgürlüklerinden feda etmemeleri gerektiğini, bunun da herkesin özgürce kabul ettiği bir toplumsal sözleşmeyle mümkün olabileceğini iddia etmiştir.
Toplumsal Sözleşme, Efendiler ve köleler bölümünde Rousseau, ''Bir kalabalığı boyunduruk altına almakla, bir toplumu yönetmek arasındaki fark, varlığını daima koruyacaktır. Dağınık bir şekilde yaşayan insanların- sayıları ne olursa olsun- birbiri ardınca tek kişinin boyunduruğu altına girmelerine baktığımda, bir köle sahibi ile kölelerini görürüm ben, yoksa bir halka onun başbuğunu değil; deyim yerindeyse, bir yığılmadır; burada ne kamu malı, ne de siyasi bir gövde vardır. (...) Gerçekten de, eğer daha önce gelen bir anlaşma mevcut değilse, seçim oy birliği ile yapılmadıkça, azınlığın çoğunluğa tabi olma mecburiyeti diye bir şey olur muydu? Ve de kendilerine bir efendi isteyen yüz kişi, böyle bir şey istemeyen on kişi namına oy verme hakkını nereden bulurdu? Oy çoğunluğunu kanunun kendisi de bir anlaşma müessesesidir ve en azından bir kez oy birliğini şart koşar.''çerçevesinde toplumsal yaşama bakmıştır.

Örneğin, anneniz sizin hangi tatları sevip sevmeyeceğimize bebeklik döneminde beslenme alışkanlıklarınızla başlamıyor mu?
Kim
bilir ıspanağı hiç sevmeyebilirdik bile...
Basit
ama ıspanağı tanımak ve tadını sevmek zorunda bırakılmış olmuyor muyuz? Buna
benzer örnekler çoğaltılabilir.
Yani
kısacası her açıdan doldurulan bir kutu gibiyiz. Fiziksel dış görüntümüz ne
kadar öznel olursa olsun, düşüncede öznel bırakılmıyoruz.
Doğduğumuz andan itibaren şekiller verilen bireyleriz. Cinsiyetlerimiz üzerinden oyun tercihlerimiz düzenlenmiş. Kız çocuklar bebeklerle, erkek çocukları silahlarla oynamalı düşüncesini biz mi ürettik...Geçmişten bize aktarılan toplumsal kurallar mı?
İçinde yaşadığımız toplum, toplumsal olarak kabul etmek için sizi ancak onlar gibi düşünmek ve onların yaşam şartlarını iyileştirmeye zorunlu kılar. ''En kuvvetli olan, kuvvetini hak ve itaati vazife şekline dönüştüremezse asla hükmeden olarak kalabilecek kadar kuvvetli olamaz.Kuvvetlinin hakkı işte buradan kaynaklanır''
Peki
kuvvetli kimdir?
Siz, biz, kısacası ben var olmadan, önce yeryüzünün yaşam şekillerini ve şartlarını belirleyenler, bizlerden öncekiler değil mi?
Toplumsal olarak aynı yönergede, farklı düşünenlere karşı ön yargılarımızla doğmuyoruz ama ön yargılı olarak şekillendiriliyoruz. Çünkü
Her
birimiz dünyaya farklı bakmak, farklı algılamak veya farklı olanı kabul etmek
üzerine yetiştirilmiyoruz. Kuvvetli olmak için bizim gibi düşünen birilerine,
kalabalıklara ihtiyaç duymayı daha çocukluk evresinde öğreniyoruz. Aksi
halde kendimizi zayıf cılız olarak buluruz toplumsal yapının tam içinde.
Zayıflık kelimesi nasıl da kulağımızı tırmalar...İnsan doğası gereği hep
''toplumsal hayvan'' olmaya şartlandırılmış varlık değil midir? Bu
dünyanın sistemini kime sorsanız şekillendiren ''ben değilim''
diyecektir.
''İnsanın toplumsal sözleşme ile kaybettiği şey, tabii özgürlüğü ve onu cezbeden ve erişebilecek olduğu her şeyi sınırsız elde etme hakkıdır. Kazandığı şey ise, medeni özgürlük ve tasarrufu altında bulunan her şeyin mülkiyetidir.' Bu takas işinde aldanmamak için, bireyin kuvvet derecesinden başka sınırı olmayan tabii özgürlüğü, genel irade tarafından sınırlanan medeni özgürlükten ve kuvvetten ya da işgal hakkından başka dayanağı olmayan tasarrufu, ancak pozitif bir belgeye dayanan mülkiyetten iyice ayırmak lazımdır.''der Rousseau
Medeniyeti, modern hayatları elde etmek adına kullanıyoruz.
Ruhun,
bedene takasını gerçekleştiriyoruz.
İşin
en kötü tarafı, bizden sonrakilere de öğrendiklerimizi aktaracağız.
Saflık
ve yalnızlık insanlar tarafından her zaman cezalandırılır ve aşağılanır.
Oysa erdemin en güçlü temsili kendini saflıkta ve yalnızlıkta gösterir.
İşte
sırf bu nedenle makinemsileşmiş kalabalık hayatlardan korkmalıyız, adeta
ölümden korkan bir can gibi...
4 Ekim 2015 Pazar
''DÜNYA BENİM FİKRİMDİR''
İnsanlık var olduğu tarihten bu yana en çok da son dönemde kirlenen iç
dünyamızı biraz da olsun arındrmak adına SCHOPENHAUER'i sözleri
içinde adeta bıçak etkisi yaratan Hukuk, Ahlak Ve Siyaset Üzerine
adlı eserini okumalıyız... diye düşünüyorum.
Düşünür, 127 sayfalık eserin 80 sayfasını ''AHLAK'' üzerine ayırması bir imleç
olarak bakılabilir, 47 sayfasını '' HUKUK VE SİYASET'' üzerindeki düşüncelerine
ayırmıştır. İnsanın varoluşsal amacını ve hayatın her alanında var olabilme
erdemini temel olarak ahlaka indirgemiştir. Felsefede ve teolojide de olduğu
gibi ahlak insan olmanın temel dinamik taşı değil midir..?
'' ...ikiyüzlülük, düzenbazlık, riyakarlık, gösteriş, sahtecilik ve hilekarlığın örtüsünü de -ki her şeyin üzerine örtülmüştür- sıyırmak, dünyada gerçek dürüstlüğün ne kadar nadir rastlanılır bir şey olduğunu ve en az umulduğu yerde bile, zahiren erdemli görünen bütün işlerin arkasında, gizlice ve en iç derinliklerinde, günahkarlığın, ahlaksızlığın pusuda beklediğini göstermek!
Ne azim bir mesele! Sırf bu sebepten ötürü birçok iyi insan dört ayaklılardan dostlar edinmişlerdir:'' cümlesinde olduğu gibi aslında hepimiz iyilik timsalleri birer nesnel piyanolarız. Bu benzeştirme insanlık adına biraz acımasız da oldu.
Evet.. Gerçeği yadsımak doğamızda hep var olmuştur. Kim olduğumuzu dahi kendimize itiraf edemeyen bir piyanonun tuşları gibiyiz. Kim, hangi tuşumuza basmış olsa; istenilen sesleri vermiyor muyuz? İnsanı toplumda ahlaki açıdan birey olarak ele alırsak piyano gibi... ama esas olan toplum yani piyanonun pedallerdir.
Lavignac'ın da dediği gibi "Pedal sanatı ayağın nasıl konulacağını değil, nasıl çekileceğini bilmektir" der. Aslında ahlak bi nevi toplumun içinde bulunduğu yaşadığı ahlaksallıklar değil midir...
Toplum bizim ahlak notalarımızı düzenleyen, bu düzenin dışına çıkan bireysellik istençliğini ötekileştirenler veya hor gören sözde ahlak özgürlüklerimizi bağışlayanlara karşın sessiz kalışlarımızı, Schopenhauer şöyle açıklar.
''...Çünkü dürüst yüzlerinde herhangi bir güvensizlik kırıntısı taşımaksızın bakabileceği köpekler olmamış olsaydı, insanların sonu gelmez riyakârlıklarına, sahtekârlıklarına ve garazkârlıklarına nasıl tahammül edebilir, ne ile teselli bulabilirdi insan?" Çünkü hepimiz toplu halde piyano resitalinde aynı ahlak müzik tınılarına kulaklarımızı vererek dinliyoruz...
Çünkü farklı olduğunuzda kabul edilmezsiniz.

Schopenhauer
tinin ahlak felsefesine bakış açısında,
''...birçok
insan başkasını gerçekte nasılsa o şekilde görmüş olsaydı dehşete
kapılırdı,''der.
Gerçekten de bizler kimleriz?
'' ...ikiyüzlülük, düzenbazlık, riyakarlık, gösteriş, sahtecilik ve hilekarlığın örtüsünü de -ki her şeyin üzerine örtülmüştür- sıyırmak, dünyada gerçek dürüstlüğün ne kadar nadir rastlanılır bir şey olduğunu ve en az umulduğu yerde bile, zahiren erdemli görünen bütün işlerin arkasında, gizlice ve en iç derinliklerinde, günahkarlığın, ahlaksızlığın pusuda beklediğini göstermek!
Ne azim bir mesele! Sırf bu sebepten ötürü birçok iyi insan dört ayaklılardan dostlar edinmişlerdir:'' cümlesinde olduğu gibi aslında hepimiz iyilik timsalleri birer nesnel piyanolarız. Bu benzeştirme insanlık adına biraz acımasız da oldu.
Evet.. Gerçeği yadsımak doğamızda hep var olmuştur. Kim olduğumuzu dahi kendimize itiraf edemeyen bir piyanonun tuşları gibiyiz. Kim, hangi tuşumuza basmış olsa; istenilen sesleri vermiyor muyuz? İnsanı toplumda ahlaki açıdan birey olarak ele alırsak piyano gibi... ama esas olan toplum yani piyanonun pedallerdir.
Lavignac'ın da dediği gibi "Pedal sanatı ayağın nasıl konulacağını değil, nasıl çekileceğini bilmektir" der. Aslında ahlak bi nevi toplumun içinde bulunduğu yaşadığı ahlaksallıklar değil midir...
Toplum bizim ahlak notalarımızı düzenleyen, bu düzenin dışına çıkan bireysellik istençliğini ötekileştirenler veya hor gören sözde ahlak özgürlüklerimizi bağışlayanlara karşın sessiz kalışlarımızı, Schopenhauer şöyle açıklar.
''...Çünkü dürüst yüzlerinde herhangi bir güvensizlik kırıntısı taşımaksızın bakabileceği köpekler olmamış olsaydı, insanların sonu gelmez riyakârlıklarına, sahtekârlıklarına ve garazkârlıklarına nasıl tahammül edebilir, ne ile teselli bulabilirdi insan?" Çünkü hepimiz toplu halde piyano resitalinde aynı ahlak müzik tınılarına kulaklarımızı vererek dinliyoruz...
Çünkü farklı olduğunuzda kabul edilmezsiniz.
Alıntılar
(sayf. 32)
29 Eylül 2015 Salı
''DİL VARLIĞIN EVİDİR''
Martin
Heidegger, '' dil varlığın evidir''der. Blog yazarı olarak bu nedenle aldığımız
eğitim alanları dışında blog yazarlığında amacımız kendimize ayna
tutmak...Günlük tutmak gibi de diyebiliriz. Hepimizin şu ya da bu şekilde
keşfettiğimiz veya keşfedemediğimiz hayat felsefesi içinde amacımız günlük
hayatı harmanlayacak yazılar yazmak...Okuyabilmek...
Zihnimizde
bir soru işareti oluşumu sağlayabilmektir.
Yazarların
rolü, konuları, dünya tarihi boyunca değişmiştir. İçinde bulunduğumuz dijital
çağ içinde yazarlık sosyal medya araçlarının yaygın kullanımının sağladığı
kolaylıklar ile internete ulaştığı an yazarlık birey için başlıyor. Bu yaygın
alışkanlık, yazarın işlevinin, kendini ifade etmek istediği düşünce
farklılıklarını kelimelerle, görsellerle iletmek.
Yazar,
söyleyecek şeyleri olan biridir. Gerçekten de söyleyecek şeyi olan insan geniş
çapta bilgiyi, düşünceyi aktarabilecek ve içinde bilgiyi çarpıtan yapılara en
az düzeyde yer veren iletişim araçlarını seçerler.
Bu
açıdan ele aldığımızda blog yazarının amacı çelişkili durumları yok etmek değil,
tersine, bunu olabildiğince kullanmak ve ''dilde varlık'ını, yaşadığı ülkede ve
''dünyadaki varlık''ını ifade edebileceği mecraya ulaşmak. Yaşanmış mutlak
değerlerini ve herkese seslenebilen özgürlüğünün gereği yaşanılmış olan
evrenselliğini daha fazla insana iletmektir.
Bu
açıdan ele aldığımızda dilimiz ve varlığımızla hayatı ve hayatları
şekillendiririz.
Blog
yazarlığının en öznel yanı ise her insan kendi dünyasını, evrene baktığı
düşünce penceresinden paylaşabilmektedir.
Günlük
hayatın içinde şöyle diyen insanlarla karşılaşmışızdır.'' Ah! Hayatımı
anlatsam, roman olurdu!'' Bu açıdan ele aldığımızda blog yazmaya başladığınızda
alın artık sizde bir yazarsınızdır.
Tıpkı,
benim gibi...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Freud ve Kant İlişkisi
Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...
-
Yazar, şair, ressam ve gazeteci Abbas Sayar 1923 yılında Yozgat’ta dünyaya gelir. Hayatının bir bölümünü orada geçirip 1999 yılında vefat et...
-
6 Ocak Dünya İyilik Günü olarak kutlanan bu önemli günde Kant'ın, ahlak felsefesi bizlere dünyanın içinde nasıl yaşadığımıza ışık tutaca...