11 Ocak 2016 Pazartesi

Renkler

Hangi çiçek diğerini “sarı açtı” diye ayıplar?
Hangi kuş “farklı ötünce” diğerine yasak koyar?
Derisinden, dilinden ötürü öldürülüyor insanlar?
Ah insanlar, Her şeyi bulup kendini bulamayanlar…der Charles Bukowski
İlk kar yağdığında tatlı, yumuşak ama renksizdi. Aşağılarda vadide yeni otlar binlerce renk içindeki çiçeklerle birlikte çayırları yeşile bürüyordu. Kar gözlerini bu güzelliklerden alamıyordu. Kendi renksiz anlamsızlığından yakınmaya başladı. O da bu güzel renklerden bir kaçıyla süslemek istiyordu.
Birgün ottan şu ricada bulundu:
"Ot, bana biraz yeşil renginden ver. Çok hoşuma gidiyorsun. Sana benzemek istiyorum"der
Ama ot buna yanaşmaz da yumşamaz da...
Kar ormanda bir yabangülünün yanında durdu. "Güzel yabangülü", diye rica etti ona, "bana biraz renginden ver. Senin gibi pembe olmayı çok istiyorum." Ancak yabangülü de hiç etkilenmedi. Her geçtiği yerde aynı ricada bulundu. İrmak kıyısındaki düğünçiçeğine parlak sarı rengi için, unutmabeni çiçeğine gök mavisi için, menekşeye moru için, yamaçtaki karanfil canlı kırmızı için. Ricalarına karşın hiçbiri onu duymadı. Çiçekler renklerini saklamışlar.

Kıskançlıkta koruyordu. Kar derin bir acı duydu. Tüm çiçeklere kin besledi. Böylece onlar onun buz gibi soluğundan korkar oldular. Bir gün çayıra uzanıp uzun süre uyudu. Soğuk paltosunun altındaki bitkiler titredi, güzel rengini yitirdi. Çiçekler iz bırakmadan kayboldu. Tam bu esnada topraktan büyük bir gürültü duyuldu. Hafifçe kenara çekildiğinde, bir çiçek topraktan çıktı.  "Burada ne arıyorsun?" diye soğukca ses tonuyla sordu kar. Çiçek beyaz çanını çaldı: "Ah! Dünyaya geldim sonunda. Bu donmuş topraktan geçen bir yol açmak için ne kadar çaba harcadığımı bilemezsin!" Bu küstah çiçeğe şaşıp kafası karışan kar biraz eridi, sonra bütün cesaretini toplayıp şöyle dedi: "Gördüğüm en saf renge sahipsin. Bana da bir parça renginden vermeyi kabul edermisin!"
"Al öyleyse", diye onayladı çiçek. Birbirimize benzeyen iyi ilişkiler kuracağız. Ama biraz kenara çekil de yeterince benim de yerim olsun. Kar seve seve Söyleneni yaptı, beyaz renkten biraz aldı. İnsanlar da çiçekler gibi doğar, büyür ve ölür... Bu ritüele binmiş dünya geleneğidir. Dünya varolalı bir sistemin içinde herkes bir şey olman gerektiğini veya birine benzemeni söylüyor olacak, fakat hiç kimse sana kendin olmanı söylemiyecektir. Makinemsilik bu olmalı daha kendini bulamayan da Adem'den bu yana insan değil midir...Tornadan çıkmış küçük çicekler gibi insanlık...Bir gün, düşlemeyi bilen dünya toplumu olacak; sevgi dolu, düşlemeye yetecek kadar zengin ve düşlediği için ebediyen zengin kalacak bir insanlık olacak.
Bu katlanılmaz olsa da, insanlıkla ilgili bir gerçeği anlamamıza sebep olan her şey daima iyidir. Renkler, farklılıklar güzeldir.

6 Ocak 2016 Çarşamba

''Başkalarını kendi amaçlarını gerçekleştirmek için araç olarak görme.''

6 Ocak Dünya İyilik Günü olarak kutlanan bu önemli günde Kant'ın, ahlak felsefesi bizlere dünyanın içinde nasıl yaşadığımıza ışık tutacağı düşüncesinden yola çıkarak yazmaya çalıştım. Kant on sekizinci yüzyıl Aydınlanma düşünürüdür.  Kant,''ÖyIe davran ki, davranışIarın geneI kuraI haIine geIsin'' der. Bu bağlamda Kant'a kulak kesilmek gerekir diye düşüyorum. 

Kant ''Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.

 Bireyi, insan aklını merkeze alan ve insan aklını her şeyin başı sayan anlayışa sahiptir. Kant, aklın, insanı diğer varlıklardan ayıran temel yetenek olduğunu belirtir. Bilgi alanından  metafizikten kaçınırken, ahlak alanında tam bir rasyonalisttir; akılda her türlü veriden önce önceden mevcut ilkeler ve yasalar vardır. İnsanı insan yapan işte bu ahlak donanımıdır, önceden mevcut ilkeler ve yasalardır ki bunlar sonradan edinilemez. 

Kant'ın ahlak teorisi (Aristo'nun erdem etiği ve faydacı ahlak anlayışı ile beraber) günümüze kadar gelen ahlak anlayışlarındandır. Ahlak felsefesi, yalnızca mutluluk felsefesi demek olsaydı onun temel oluşturacak a piori bir ilkeyi araştırmak anlamsız olurdu. Ahlak, her kişinin özgür olduğu ve akıl sahibi bulunduğu varsayımından hareket eder. Akıl aracılığı ile insan, kendi algılarını kurallar içinde toplar, bilinç halinde birleştirir. Böylece duyular evreninin fenomenleri konusunda bilgiye ulaşır. Ayrıca insan, akli bir varlık olarak ahlaki özgürlüğe ulaşır. Duyuların ve nedensellik kanunun etkisinden kurtulabilir. 

Kant'ın özgürlük anlayışının temeli de burada belirir. Ahlaki emirler, insanın özel eğilimlerinden değil, özgür ve akıl sahibi benliğine yönelir. Akıl bize nasıl davranmamız gerektiğini gösterir. Hatta bu davranışın herhangi bir örneği bulunmasa dahi. İnsan aklı ile istediğini istemediğinden ayırır, davranışlar arasında seçim yapar. İsteme ve istememe akılla ilgili olduğu veya aklın müdahalesi içinde bulunduğu zaman seçim söz konusu olur. Kant'ta ahlak yasaları da bireyin aklından çıkmaktadır. 
Kant ahlak felsefesinde bireyci ve rasyonalisttir. Ahlak yasaları, yere, zamana, göre değişmeyen, aklın ortaklığında evrensellikleri olduğundan ahlak yasaları evrensel ve mutlaktır. Yani Kant'a göre ahlak yasaları her durumda her birey için geçerlidir. Her hangi bir koşula bağlı değildir, koşulsuzdur. Kant'ın ahlak anlayışını anlatan temel kavram ''ödev etiği''dir. 

Ödev etiği, sonuçlara göre değerlendirilmeyen bir alandır. Çünkü sonuçsalcı yaklaşımda ahlaki davranış dış dünyada yaratacağı sonuca bağımlı ve insan da bu yüzden otonom değilken, Kant etiği insanın pratik olarak tam rasyonel bir varlık olduğu temelinden hareketle özgürlüğü önemsenir.  Kant'a göre ''dünyada, hatta dünyanın dışında iyi niyetten başka kayıtsız şartsız iyi sayılabilecek hiçbir şey düşünülemez.'' Kant'a göre, bize bağlı olmayıp bizi bağlayan sonuçlar ne olursa olsun, bireyin niyetinin önemli olması önemlidir. 
Bireyin bu niyeti, dışardan gelen baskılar ile belirlenmemiştir, bireyin otonom varlığından gelir. Dışarıdan gelen toplumsal baskılar, yaptırım korkusu gibi baskılar (yasal, dini- manevi, maddi yaptırım gibi) nedeniyle hareket etmek Kant'a göre niyet ahlaken iyi değildir, çünkü otonomi bozulur, eylemimiz dışardan gelen bir güçle belirlenmiş olur ve özgürlüğe zarar verir. Bireyin ahlakı dışarıdan belirlenmişse, bireyin niyeti ahlaki değildir.

İyi niyet, insanı (bireyi), yardıma muhtaç bulunan başka bir insana, ona karşı hiçbir sempati, bağlılık ( dini- manevi- sevgi- kan bağı gibi) duymasa dahi ödevi ödev olarak yapma ilkesi dolayısıyla yardıma götürür.  Belli bir sonuca ulaşmak için belli bir şekilde davranması, ya da salt başarıya ulaşmak için belli davranış biçimi benimsemesi yeterli değildir. Ödev etiği, rasyonel olmayı, otonom ve iyi irade sahibi olmasını bireyin ahlak yasalarında kendi koymasını ister. Kant,'' İnsanlar ışığı görmez, ışıkla görür''der. Kısaca ahlak etiği, göreni, görmeyen ile eşitleyen tek şey kendi içimizdeki karanlık dünyadır.

30 Aralık 2015 Çarşamba

Montesquieu: "Az bilmek için, çok okumak gereklidir."der

Immnauel Kant, 1724 yılında Doğu Prusya  sınırları içindeki Königsberg'de dünyaya gelir. 1804'teki fiziksel ölmüne kadar kentte yaşamıştır. 12 çocuklu bir saraç ustasının oğlu olarak dar yaşam koşulları içinde büyür. Eğitimi sırasında Leibniz Wolff'dan etkilendi. 1755 tarihinde doçent derecesi aldıktan sonra üniversitede çeşitli sosyal bilim alanlarında dersler vermeye başladı. Kant başlangıçta fizik ve astronomi alanında yazı yazdı. 1755 yılında ''Evrensel Doğal Tarih  ve Cennet Teorisi adlı eserini yazdı. 1770'den sonra Hume, Rousseau etkisiyle eleştirel felsefesini geliştirdi. ''Hume'un felsefesinin kendisini dogmatik uykusundan uyandırdığını'' belirtir. Kant'ın yaşamına dışardan bakıldığında basit bir yaşama sahip olmuştur.  Kant, özel öğretmen olarak başladığı meslek yaşamını profesör olarak tamamlamıştır. Monoton görüntü çizen yaşamını teorik uğraşlara adamıştır. Kant, Epistomolojisi, neyi, nasıl, ne kadar bilebiliriz sorularını tartışmıştır. Biliginin kaynağı olarak salt aklı ya da salt deneyi yetersiz bulur Kant. Ona göre bilgi hem, akıl hem de deney ile elde edilebilir. Kant, epistomolojide eleştirel akılcılığa varmadan önce rasyonalistti. Ancak kendi tabiriyle onu dogmatik uykudan uyandıran  David Hume olmuştur. Hume, her türlü aklın deneyden geldiğini söyler, hatta tümevarım yöntemi Hume'ye atfedilir. Hume'ye göre deney, zorunlu ve eksiksiz bilgiyi veremez, objenin dünyanın her yerinde ve çok sayıdaki bu objelerin tümünü deneyimlememiz mümkün değildir. Hume'a göre evrende her şey belli bir deternizmle, nedensellikle işler düşüncesi yanlıştır. Çünkü Hume'a göre nedensellik insan psikojisinden doğan bir şeydir. Böylece Hume'un şüpheci olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Hume'un göre, neden ve sonucu yan yana görmek bizde bir alışkanlık doğurur, hiç kimse  neden ve sonuç arasındaki nedensellik bağını gözlemleyemez. Kant'ın Hume'den ayrıldığı nokta burasıdır. Kant, akılcılardan, bilginin önceden zihinde var olup sonradan anımsandığı görüşünün aksini savunarak ayrılır.  Bu durumda duyu verilerini işleyen, düzenleyen, sınıflandıran formlar olmasaydı duyu verileri bilgiye dönüşmezdi. Ayrıca duyu verileri bilginin ham maddesi olarak mevcuttur. Her ikisi de (duyu verileri ve zihindeki formlar) bilginin imkanlı olması  bakımından kati surette bir arada olmalıdır. Bu formlar yer, zaman, nedenselliktir. Bunlar  için de dörtlü dörtlü kategori vardır.  Toplamda on iki form bulunur. Temel de ise  bu üç (yer, zaman, nedensellik) form bulunur.

Örnek: Bir insanın (varlık)doğumu ele alınsa;
1-İnsanın nerede doğduğu
2-İnsanın ne zaman doğduğu
3-İnsanın neden dünyada olduğu
bilinmelidir.  Bu üç veri olmadan hiç bir şey anlaşılmayacaktır. İnsan hiçbir yerde, hiçbir zaman, herhangi  bir neden olmaksızın dünyada demek, saçmalamaktır,bir  anlamı yoktur. Nerede doğduğumuzu bilebiliriz, ne zaman doğduğumuzu da bilebiliriz, ama neden dünyada olduğumuzu Kant'ın nedenselliği ile açımlamak gerekirse; fiziksel ölümümüz gerçekleştiğinde bilinebilir. Ayrıca bu bilgiyi bizler değil bizden sonra var olan varlıklar deneyimleyeceklerdir. Kendini bilmeyen varlık içinde var olduğu, zaman biçiminde var olan sadece varlıktır...Varlık içinde bulunduğu yer ve zaman içinde bulut gibidir, nedensellik olarak  'iyi ya da kötü' olması fark etmez. Çünkü her bulut yüklendiği enerjiyi taşır.  Ve zaman varlığı, varlıkta zamanı ölçer. Oysa ki zaman iki unsuru koşul kılar varlığa:tutku ve eylem. Tutku varlığın oluş biçimi ,eylem varlığın varlık nedenidir.
Bu bağlamda, Kant'ın Hume'un nedenselliğinden farkı; Hume nedenselliği psikolojik çağrışımlara dayanan bir alışkanlık olduğunu söylerken, Kant'ta nedensellik bir alışkanlık veya psikolojik bir unsur değil, insan aklından önceden mevcut bir veridir. Kant'a göre akılda a piori mevcuttur. Bilgi, duyu verilerinin akılda çekmeceler halinde bulunan formlara girmesiyle ortaya konur. Bilgi ancak bu formlar ile sınırlıdır. Yani dış dünyadaki olgular, veriler, aklımızdaki kategoriler öyle emrettiği için ve bu kategorilerle sınırlı olarak bilebiliriz. Bu şu demektir; aklımızın sınırları dışında  kalan kısımları bilemeyiz. Yani bana görünenin ve görünenin aklına girip  bilgi sürecinin tamamlandığı formların bize söylediğinin dışında bilgi mümkün değildir. O halde, varlığın duyulan kısmı ve aklımızdaki formların dışında kalan şeyi , varlığın aslını, kendi aslını, kendisini asla bilemeyiz. Deneyimin ve aklın programlandığı biçimde ve bu biçimde sınırlı bilgi sahibiyiz;  şeylerin aslı ise bu sınırların dışında kaldığı için bilinemez. Burası metafizik alandır. Bu bilme yetisinin Kant'ta bilimin de sınırlarını gösterir. Teorik akıl bu sınırlarla sınırlandırılmıştır.

22 Aralık 2015 Salı

İnsan, ancak onu düşünen hiç kimse kaImadığı zaman gerçekten ölür

 Alman şair ve tiyatro yazarı, Brecht lise öğrenimini 18 Mart 1918'de tamamlar. Tıp eğitimi görür; fakat tıp eğitimini yarıda bırakarak şiir ve tiyatroya yönelir. Meslek edinir. Tiyatroyu toplumsal bir görev olarak yazar-çizer.  Epik tiyatro anlayışını geliştirir, seyirciyi düşünmeye çağıran oyunlar yazar. Yabancılaştırma estetiğinin pragmatik yönü ise, Bertolt Brecht'le tiyatro alanında kurumsallaşır. Brecht oyununu, dış dünyayı, yasal gerçekliği çarpıtarak kurar; izleyicinin kendini sahnedeki oyunun bir parçası olarak duyumsamaması, kendini oyun kişileriyle özdeşleştirmemesi için yapar bunu; çünkü onun, duygusallığın esrikliğinde edilginleşmesini istememektedir; çünkü gerçeğin izleyiciye dikte ettirilmemesini, izleyicinin kendisi tarafından bulgulanmasını amaçlamaktadır. Brecht sanatçıya bakışını şöyle özetler: Sanatçı, halkın yozlaştırılmış ve bozulmuş estetiği yerine, çağının ve toplumun gerçeklerini, bu gerçeklere yaraşır biçimde dile getiren eserler vermek ve bu eserler aracılığıyla kitlelere seslenmek zorundadır.''der  En önemli eserleri: Carrar Ananın Silahları, Galile, Sezuan'ın İyi İnsanı, Kafkas, Tebeşir Dairesi.Brecht gençlik döneminden itibaren sayısız aşklar yaşar. Rosa Marie Aman, Sophie Renner, Paula Banholzer ,Helana Weigel...

1918  Brecht, Paula Banholzer'le aşk yaşamaktadır. 1919'da oğulları Frank dünyaya gelir. Tiyatro eleştirmeni Brecht , 1920 yılında opera sanatçısı Mariaane Zolf'la tanışır. Münih'te kısa tatil yaparlar ve yakınlaşırlar.  Brecht'in, Zolf'a yazdığı mektupta sevgisini dile getirir: '' Seninle en küçük tartışma için bile olsa bir kilo sinirimi feda ederim ve küçücük konuşmacık için tramvaylarda yedi saat koşturmacaya razıyım.(...) Birisini sevmek büyük bir şans''der.  Sıradan insanlar gibi Brecht 'de sevdiğini başkasına kaptırmaktan korkar. Marianne Zolf, Hengmann adında kişinin kendisine ilgi duyduğunu yazar. Brecht'in tepkisi çocukça bir davranışı yansıtır. Zolf'a  yazdığı mektupta şöyle der: '' Artık Hengmann'a gitmeni istemiyorum, lütfen davetlerini geri çevir. Sallantıda bırakma, tersine, bitir.(...) Ya da ona benden söz et, gerekirse'' der. Bu aşkta kıskançlık karşılıklıdır. Brecht hastalanır, üniversite klinğine yatar. Zolf , Brecht'i  hastanede ziyaret eder. Brecht'in evde olmadığı bir gün , Paula Banholzer'den gelmiş mektupları bulur. Brecht, bulunan mektupların gerçeği yansıtmadığını ileri sürmüştür. Kıskanılmak hoşuna gider. Zolf için şüphe her zaman gerçektir.  Bütün aşklarda olduğu gibi kıskanılan aşık kendisine değer verildiğini düşünerek gizlice kişisel ruh tatminine erişir. Bu ilişkide Brecht kendi sadakatini savunurken memuniyet de taşır; asıl olsa daha öncede kendisi Marianne Zolf'u kıskanmıştı. Onun da önemli olduğunu hissettirmişse, Marianne'nin kıskanç tavırları Brecht'e kendini güvende hissettirir. Yüksek perdeden konuşma sırası Brecht'tedir ve şöyle seslenir mektubunda: '' Genel olarak ve aramızda kalmak üzere dikkatini çekerim ki şimdiye dek ve şimdi bile sahip olduğun gelecek de önünde duran tüm yanılgılarını, korkularını ve kendine çektirdiğin tüm eziyetleri kesinlikle hak ettin, sevgili kadınım benim'' der. Marianne şüphelerini ortadan kaldırmış gibi davranır; ya da başka bir bahara saklar kıskançlık dürtülerini sadece şimdilik gömmüştür.

Brecht'in, Paula'dan olma oğlu Frank'ı da yanına alır; Frank'a çocuğu gibi bakar. Bu arada Marianne hamile kalır ve  1922'de Evlenirler. Kızları Hane dünyaya gelir. Doğumdan kısa bir süre sonra Brecht'i, Paula Banholzer'e yazdığı yeni bir mektubu bulan Marianne kısa süreliğine gömdüğü şüphelerini gökyüzünden, yeryüzüne indirir. Banholzer'e mektup yazar ve şöyle seslenir: '' Bugün size bir ricayla başvuruyorum ve bana yardım edeceğinizi umuyorum. Bu defa yardım etmeniz, sizin çıkarınıza- tüm hamileleiğim boyunca bekledim- yoksa çoktan bir karar verirdim. Ne yazık ki durumum yüzünden kesinlikle Brecht'e bağımlıydım ve onsuz iyi olamazdım- birkaç gün önce onun size yazdığı bir mektubu okudum ve şimdi ikinizin istediği o saat geldi.(...) Brecht'e özgür olduğunu söymenizi rica ediyorum, bütünüyle özgür- size yazdığı mektubun bana dokunduğunu söylemeliyim- ondan bu denli sevgi ve şefkat ummazdım'' der. Brecht ise yine kendini savunur ama Marianne bu kez ikna olabilecek gibi değildir. Aldatılma korkusu Marianne'nin yüreğine ok gibi saplanmış, yerleşmiş ve artık büyümüştür.

Alıntılar: Bertlot Brecht'in Mektupları, Düşün Yayınları, 1996

18 Aralık 2015 Cuma

''Özgürlük düşleyen ve aklında yalnızca kaçmak düşüncesi olan bir esir gibiyim...'' der Henry Miller.

Sylvia Plath, "Sadece içimde susmak istemeyen bir ses olduğu için yazıyorum."der
Sosyal medya kullanımında bireysel tutkunun koşulu, tutkuya duyulan özne özlemi anlık durum ile tutkunun duyulmasına yol açan karmaşık karşıtlıkta olabilirlik içindeyiz. Çünkü öznenin karşıtlığını; uyarım, uyarıcı duyular üzerinde etkili olduğu nesnenin karşıtlığını da zorunlu kılmaktadır.

Öznenin duyusu duyarlılık içinde gelişim gösterirse, duyum aynı etkiyle, etki gösteren öznenin eğilim durumuna maruz kaldıkça, özne bu durumu özneye yönelik dışsal etkiler durumu içinde zıtlıklarda giderek kaybolacaktır. Uzun süre aynı biçimde köreltilmiş duygular, duyumları körleştirilmiş içsel uykuya neden olabilir.  Örneğin: Bir çocuk aynı davranış eylemleri yönergesinde duyusal yetenekleri içinde eğitilmiş olsun.  Bu Erikson’a göre kritik dönem: İnsan gelişimlerinin en kritik dönemleri; 0-2 yaş ve ergenlik dönemidir. Yaşamın ilk yıllarında hayata uyum ya öğrenilir ya da güvensizlik duygusu ortaya çıkar. Bu güven duygusu, ilk iki yaşta gelişmezse çocuk ilerde hep güvensizlik duyar. Bu durum ise öznede ''Gençlik Şizofreniyası''; kişinin gençlik döneminde kişiliğini bulamaması durumudur.  

Psikololoji kuramcılarına göre: ''İnsanlar eşit doğmazlar, doğuştan insanlar birbirinden farklıdır. Kalıtsal olarak getirdiğimiz özelliklerle birbirimizden farklıyızdır. Yıllar sonra bu farklılıklar daha da belirginleşecektir. Bireyler sonsuz potansiyellerle değil, biyolojik yapılarının elverdiği ölçüde bir potansiyelle doğarlar. Herkes kendine göre büyüme, öğrenme, gelişme gösterir. Ne kadar aynı olanaklar sağlanırsa sağlansın, bireyler aynı düzeye gelemezler'' tezlerini savunurlar. Karşıt görüşü savunan psikoloji kuramcılarına göre: ''Her insan aynı yaşam koşulları, sosyal, zihinsel gelişme bakımından aynı şartlar sağlanırsa, bütün insanlar aynı düzeye gelirler. Herkes sonsuz gelişme potansiyeline sahiptir'' tezini savunurlar.

Bu görüşe göre insanlar arasındaki farklılıklar, aynı yaşam olanaklarının sağlanmamasından kaynaklanmaktadır. 
Freud’a göre, çocuğun ilk beş yaşındaki durumu ilerde ne olacağını gösterir. Erikson ise buna ‘hayır’ der. 
Piaget’ye göreyse, çocukta düşünce ile dil birbirine paralel olarak gelişmektedir. Hatta düşünce biraz daha öncedir. Dilin anlamını önemli kılan düşüncedir. Bir, iki yaşındaki çocukların kullandığı kelimelerin üçte ikisi isimlerle, pek azı hareketlerle ilgilidir.
Ona göre işlem öncesi dönemde, çocuklar genellikle iletişim amacı taşımayan şekilde, yüksek sesle konuşurlar. Başkalarını duymazlar. Bu tür konuşmaya ''egosantrik konuşma'' denir. Bu konuşma çocuğun kendisi üzerine yoğunlaşmasıdır.

Piaget’ye göre, 4-7 yaş arası çocuklarda üç tür egosantrik konuşma vardır:
1-Tekrar, 2-Monolog, 3-Kollektif monolog
Örneğin sosyal medyada bulunan bir yetişkin üzerinden düşünürsek:''egosantrik'' olarak aynı düzlemde yazı yazan ya da aynı düzlemde okuma yapan, bunun yanında farklı duygu durumlarını uzun dönemli uykuya geçirdiğini fark etmesi zorlaşacaktır. Adorno der ki: "Çağımızın en büyük hastalığı olağanlıktır." Olağanlıktan çıkıp çıldırmak için eskiden edebiyata kaçardık, şimdi çıldırmamak için sosyal medyaya kaçıyoruz. Biz insanların en büyük çaresizliği bu olmalı ki; içinden çıkılmaz bir labirente de dönüştürüldük. Kendi içinde evrimleşemeyen yetişkin çocuklarız artık... Bunun bir adı var olacak mı? Bilemeyiz... Nasıl olsa  insanlığın gelişimi hep yarım da kalacak... Psikoloji alanında birçok kuram ortaya konulmuştur. Örneğin; tip kuramcılarının ortaya attığı; ‘tipoloji kuramları ve trait kuramı. Triat kuramına göre, bireylerin davranışlarında, tutumlarında göze çarpan, devamlılık gösteren, tutarlılıklar gösteren özellikler ele alınmıştır. 

Ancak tüm bireyler arasında, karşılaştırma yapabilmek için daha çok birbirine benzeyen traitlerin (benzeş davranışsal özellikler) saptanmasına çalışılmıştır. Yani bu görüşe göre, bireyler aynı traitler, benzer davranışlar bakımından karşılaştırılabilirler. Örneğin; zekâ testleri saptanmış traitlerden oluşmaktadır. Bu testten alınan sayısal değer, bireyin kim olduğunu, diğerleriyle karşılaştırmayı sağlayan bir ölçüt sağlıyor.
Trait yaklaşımı, bireyler arasında niceliksel bir karşılaştırma olanağı sağlıyor. Bu sayede bu yaklaşımla daha katkılı teknikler geliştirilmiştir. Bu tekniklerden en fazla kullanılanı; ‘faktör analizi’dir.
Ancak bu yaklaşımda önemli bir problem vardı:
Tüm insanların karşılaştırılabilecekleri traitlerin ne olduğunun saptanması oldukça zor olmasıydı..?

Tipoloji kuramları ise bireyleri belirli özellikler bakımından tiplere ayırmışlardır:
Örneğin tipolojinin babası Spranger, 6 tip saptamıştır:
1-Estetik tip, 2-Sosyal tip, 3-Politik tip,
4-Dinsel tip, 5-Ekonomik tip, 6-Teorik tip.

Kredchmer de iki tip saptmıştır; aynı fiziksel özellikleri olanların topladığı ''fiziksel tip'' ve aynı mizaca sahipleri topladığı; ''mizaç tip''. Aslında ikisi bir tiptir. Kredchmer, bu iki tipin karşılaştırılabileceğini söylemiştir.
Jung da insanları, ''içe dönük tip'' (çekingen, az sosyal, utangaç) ve ''dışa dönük tip'' (atılgan ve daha sosyal) diye ikiye ayırmıştır. Ve insanların hangi tipden olduğunu anlamak için testler geliştirmiştir ancak sonuçta her iki tipten de olmayan bireylerde ortaya çıkmıştır.

Sosyal medyada kişilik  tipolojisi içinde bireysellikte kitlelerin içsel sesleri ''kedi de benim fare de! Kendimi yakalayıp kendimden kaçarım, Bazen yakalanmak için tuzağıma düşerim. Aslında kapana peyniri koyan da benim.'' Dijital köyün sakinleri yeni farklı tipoloji ve triat tiplerin saptanacağı ''dijital kamusallığa'' taşınmış durumda... Dijital tria tipler ve dijital tipolojik tipler içinde farklılıklar yeni açılımlar geliştircek gibi... İnsan bir evren olduğunu düşünürsek; evren içindeki paralel evrenleri dijital psikoloji araştırmaları saptayacaktır. 

Şimdi ise insanlığın durumu Henry Miller'in dediği gibi: ''Özgürlük düşleyen ve aklında yalnızca kaçmak düşüncesi olan bir esir gibiyim...''

17 Aralık 2015 Perşembe

AŞK, ARTIK GÖZLERDE DEĞİL, BEYİNDE

Heine, ölümle çarpışıyordur...aşkı düşünecek durumda değildir. Ancak aşk kapıları kırarak gelir. Heine'de yeniden kendini var eder. Elli sekiz yaşında olan Heine ölümü beklerken, aşk karşısına çıkar. Ölüm artık beklemeliydi... 1855 yılında Elise Krienitz, Heine'yi görmeye gelir. Yirmi yedi yaşındaki Elise, genç güzel kadındır. Heine hayranıdır.Uzun yıllar yatağında olan Heine'nin sadece beyni ve yüreğiyle genç güzel kadına karşı kalbine aşk okları saplanmıştır. Elise'de ona...Kırık aşktır, içinde platonik duyguları barındırır. Heine, Elise'yi ''mouch= sineğim'' diye seslenir. Aşk, ölümü bekleyen Heine'nin yüreğini yeniden alevlendirir. Mathilde bu aşka sesini çıkarmaz. O kıskanç, kaprisli kadın gitmiştir, artık...Yılların Mathilde'si artık duygularından başka kaybedecek başka şeyi yoktur. Çünkü aşk sahip olmayacağı şeyi kıskanmayacaktır. Aşk, Heine'nin gözleri doğru dürüst görmese de Elise'ye şu satırları yazdırır: '' Pek sevimli, pek çekici insan! Geldiğinizde, sizi ancak birkaç dakika görebildiğim için üzgünüm. Üzerimde, son kerte iyi etki yaptınız; sizi en yakın zamanda yeniden görmek beni çok sevindirecek.(...) Olanağı varsa yarın, olmazsa size uygun en kısa zamanda geliniz. Gözlerimin hastalığına karşın, bu satırları kendi ellerimle yazıyorum, zira şu anda yanımda güvendiğim bir 'yazıcım' yok. Çok büyük dertler içindeyim ve hep hastayım. Yakın ilginiz ruhuma onca  iyi geldi ki, boş inançlara kendimi kaptırıyor, sıkıntılı zamanımda iyilik meleği imdadıma yetişti diyorum. Hem de tam zamanında.'' Heinrich Heine
Heine, Elise'ye dört mektup daha yazar. Her mektubunda duyduğu aşkın çaresizliğini dile getirir. 20 Temmuz 1855 tarihli mektubunda ''Çok tatlı ve incecik Mouche! (...) Bana bolca sunduğunuz sevgi için yürekten teşekkürler.(...) Durumum hep kötü, sürekli kramplar ve hırslar içinde yaşıyorum: Umutsuz durumumdan duyduğum öfkeler! En canlı yaşam zevklerine susamış bir ölü! Bu korkunç bir şey!'' der


Elise, Heine'nin kendini iyi hissettiği günler hep yanına koşar. Şiir üzerine konuşurlar. Elise yazdığı şiirleri okur. Heine'nin tavsiye ettiği yazıları yazar. Heine'nin hastalığı artarak kötüleşir...Hastalığın verdiği acıları bastırmaya çalışır.  24 Ocak 1856'da Elise'ye şöyle seslenir Heine: '' İlk seven delikanlı kadar heycanlıyım.''der

Ölüm yavaş yavaş kapısında dolanıyordur, 14 Şubat'ta Heine, son mektubunu göndermeye fırsat bulur: '' Sevgilim! Bugün gelme. Korkunç migren ağrısı çekiyorum. 

Yarın (cuma) gel. Senin dertlin'' yazar son kez. Elise,yanına gider. '' Çok hüzünlü bir görünümü vardı. 'Sonunda gelebildin! dedi'' düşmüştür notlarına Elise.  Elise son kez gördüğü Heine'nin yanından ayrılırken  Heine arkasından bağırır: '' Yarın bekliyorum, unutma!''  der. Elise 16 Şubat günü geldiğinde, ölümle pençeleşen  Heine'nin odasına almazlar.  17 Şubat'ta Heine, son bir kez daha Elise'yi göremeden hayata gözlerini yumar...Özgürlükçü Heine'nin  yıllar sonra Hitler döneminde meydanlarda kitapları yakılmıştır. Heine'nin 1821'de söylediği söz onun ne denli büyük ozan olduğunu kanıtlamıştır. ''SONUNDA, İNSANLIĞI DA KİTAPLARI YAKTIKLARI GİBİ YAKACAKLAR.'' demiştir
Dipnot: Heine'nin '' Silezyalı Dokumacılar'' şiiri tüm dünya görüşünü özetlemektedir.

Alıntılar: Heinrich Heine, Heine'nin Mektupları, Düş Yayınları, 1983/ Elise Krinitz Wikipedia
Görsel: Elise Krinitz Wikipedia

16 Aralık 2015 Çarşamba

AŞK BEYİNDE DEĞİL, GÖZLERDEDİR

Heinrich Heine 1797'de Almanya'nın Düsseldorf kentinde yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Alman şairi Heine devrimci demokrat görüşleri savunan, romantizm akımının temsilcilerindendir. İşçilerin, yoksulların haklarını dile getirir şiirlerinde. Aşk ve deniz sevgisini duygularını resmeder kelimlerle adeta...Philarete Chasles'e yazdığı mektupta şöyle söz eder, denize olan sevgisinden: ''Denizi bir sevgili severcesine severim; şiirlerimde denizin güzelliklerine ve kaprislerine çok yer veririm.'' der
Bir bakıma sabrın insan görünümüne bürünmüş halidir, Heine. Yoksulluğun ne olduğunu biliyordur, protest ruhlu olduğu şu sözlerinden anlaşılır: '' Hiçbir zaman burjuva tarafından başıma taç giydirilsin diye beklemedim.''der
Lise öğrenimi sonrası Hamburg'da yaşayan banker amcasının yanına taşınır. Heine amcasının maddi yardımıyla hukuk öğrenimine başlar. Felsefe, edebiyat ve politikaya ilgi duyar, zaman ayırır. Alman hükümetinin baskıcı uygulamalarına karşı özgürlükleri savunur.
İlginç kişiliğinden gelen hem zarif hem iğneli, alaycı, nükteli, hüzünlü dil karışımını birleştirerek yazar. Her insanın cesaret gösteremeyeceği kişilik yapısı vardır. Kendisiyle kolayca alay eder, zayıf yanlarını göstermekten utanmaz. Şiir, Henie için yaşam kaynağıdır. Moritz Embden'e yazdığı şu sözler dil karışımını sergiler: '' Gerçek ozan yalnız yaşadığı dönemin değil, tüm dönemlerin tarihini yansıtır. Bunun için de her şiir, her günün bir aynası olur.''der

 Henie her insanın bu dünyanın kötülüklerine karşı bir görevi olduğunu düşünür. Sözlerle kahramanlık taslayıp, taşın altına elini koymayanları eleştirir. Heine'yi ilginç kılan özgürlükçü olması ya da kişiliği de değildir. Aynı zamanda Mathilde Crescence arasında yaşanan aşkın yüceliğidir. Heine aşk şiirleri yazmaya Hamburg'da gençlik döneminde başlar. Bu şiirlerin hazırlayıcısı amca kızlarına duyduğu aşktır. Heine önce Amelie'ye, sonra da Therese'e aşık olur. Karşılıksızdır. Geriye gözyaşları, acılar, düş kırıklıkları kalmıştır. Therese karşılık görmediği halde adeta bile bile evlilik teklif eder, reddedilir. Karşılıksız aşlarının karşılığında ürettiği şiirlerini 1827'de ''Şarkılar Kitabı'' ismiyle yayımlar. 
Bu kitap Almanya çapında üne kavuşturur.  Bu dönemde Almanya'da basın üzerinde sansür egemendir. Heine özgürce çalışabileceği Fransa'ya geçme kararı verir, 1832'de Paris'e yerleşir. Kısa sürede Paris'in entelektüel çevresine kabul ettirir. Hugo, Balzac, George Sand ve Chopin'le tanışır. Aşk onun karşısına bu bilgili dünyada çıkmaz. 1834 yılının yaz akşamı Paris'i dolaşmaya çıkar. Heine, bir ayakkabı mağazasının önünde tezgahtarlık yapan Mathilde ile karşılaşır. O an Heine'nin yüreğine aşk okları saplanır. Mathilde on dokuz yaşında, Heine ise otuz yedi yaşındadır. Mathilde yoksul bir ailenin kızıdır. Doğru dürüst okuma yazması yoktur, cahildir ve görgüsüzdür. Düşünsel farklılıklarda uçurumlar vardır. Aşk beyinsel uyuşmazlığı görmezden gelir ama dünya görüşü uyuşmazlığı sorun yaratacaktır. 
Düşünsel uçurum taşıyan her aşk potansiyel olarakta sorunları içinde taşır. Heine aşkın başlangıcında ileride doğacak sorunları görecek halde değildir; bilgili entelektüel olarak bilgisiz Mathilde'nin peşine takılır. Bu durum Heine'nin özeli değildir, aşkın genel mantıksızlığıdır. Mathilde sıradan dünyasındaki düşüncelere sahiptir. İnançlı bir Katoliktir. Kıskançtır. Çıkardığı kıskançlık kavgalarıyla Heine'yi bunaltır. Savurgandır. Heine ekonomik sorunları çözmek için çırpınıp durur. Artık Mathilde'nin isteklerini yerine getirmekten yorulur. Sevdiği insanın kusurlarına, huysuzluklarına, yakınmaksızın katlanır...Heine, Mathilde'yi nevrotik bir sevgiyle sever, adeta ona tapar...Mathilde'nin iyi yürekli oluşunu ve vefasını sevmektedir. Heine ve Mathilde'nin aşkını yakıştırmayanlar üzücü dedikodular yaparlar. Frankfurtlu tüccar olan Salomon Staruss, Heine'yi aşağılamaya çalışır. Büyük mazoşist aşkın sahibi Heine ona karşı Mathilde'yi savunur. Salomon'u düelloya davet eder. Düelloda ölme ihtimaline karşın Mathilde ile evlenir. 5 Eylül 1841'de Julius Campe'ye şöyle ifade eder: '' Bugün size, az bir gecikme ile, bir haberi iletiyorum: Uzun yıllar birlikte yaşadığım için, herkes tarafından eşim olarak bilinen ve sayılan, anacak Frankfurt'lu dedikoducu birkaç Alman'n alaylarına konu ettikleri, o güzel ve temiz yürekli Mathilde Heine ile resmen evlenmiş bulunuyorum.'' der

7 Eylül 1841'de St. Germain ormanlarında düello için buluşurlar.  Silahı ilk kullanacak insan için kura çekilir. Silahı ilk Solomon kullanacaktır. Heine'yi kalçasından yaralar. Sıra Heine'ye gelmiştir. Silahı eline alır, düşmanına karşı doğrultur. Son anda silahı  havaya doğrultur, ateş eder. 
Heine, evlilik sonrasında annesi Betty Heine'ye yazdığı mektupta Mathilde'ye karşı duygularını saf ifadesiyle bizlere yansıtır: ''Karımdan çok memnunum. Son derece temiz, dürüst, iyi yürekli bir insan; yüze gülücük, kötülük nedir bişlmez. Ama ne yazık ki, son derece taşkın, coşkulu bir yaratılışı var; zamanı zamanına uymaz; davranışları, sağlımı bozacak kadar ölçüsüz. Onu, hala daha derinden seviyorum; yaşamam için gereksiniyorum, tüm varlığım onu istiyor ama, insanların tüm duyguları gibi zamanla, bu duygular da değişecek ve işte bu zamanın gelmesinden korkuyorum! O zaman, yalnız kaprislerinin ağır yükünü taşımak zorunda kalacağım, bu yükü hafifleten çekicilik kalmayacak. Kimi zaman da, öldüğümde, karımın ne olacağını düşünüyorum. Ne yapacağını bilmez, şaşkın bir hal ile ortada kalacak. Üç yaşındaki çocuk kadar yaşam bilgisi, deneyimi olmayan bir insan!'' der
Heine haklıdır. Aşk sürdüğü sürece her türlü kaprisi kaldırır.  Heine şimdilik aşıktır.  Mathilde - Heine  aşkı inişli çıkışlı, kavga dövüşlerle devam ederken  1848'de Heine dünyanın en büyük darbesini alacaktır. Heine, ''omirilik veremine'' yakalanmıştır. Ayakları, bacakları tutmaz, yürüyemez hale gelir. Artık onun yeri yatağıdır. Gözkapaklarını zar zor oynatır, bir gözü görmez. Yalnızca yüreği ve beyni çalışıyordur. Yıllarca ölü gibi yatar. Mathilde onun bütün ihtiyaçlarını karşılar. Heine şiirler yazmaya çalışır. Hayattan umudunu kesmez. Mathilde- Heine ilişkisi iki vefalı dostun ilişkisine dönüşür. Doğanın hastalık kılıcı aşkı ikiye bölmüş, parçalamıştır.

Alıntılar: Heinrich Heine, Heine'nin Mektupları, Düşün Yayıncılık, 1983
DEVAMI GELECEK YAZIDA...

5 Aralık 2015 Cumartesi

İnsan Neye İnanmaz ki...

Goethe, Genç Werther'in Acıları eserinde şöyle seslenir: ''Bu durumda olan yalnızca ben değildim. Bütün insanla umutlarında kandırılıyor,beklentilerinde aldatılıyorlar.'' 

Goethe 28 ağustos 1749'da Frankfurt'ta doğar.  Babası imparatorluk danışmanı, annesi Frankfurt  belediye başkanın kızıdır. Rahat çocukluk dönemi sürer. İlköğrenimini özel öğretmenlerden alır. Latince, Yunanca, İngilizce, İtalyanca, Fransızca öğrenmeye başlar. 1765'de hukuk eğitimi almak için Leipzig'e gider.Leipzig'de kaldığı evin kızı Kötchen Stchönkopf'a duyduğu aşkla gençlik yıllarından birini yaşar. Kötchen, Kanne isimli bir doktorla nişanlanır; Goethe'yi bırakır, değersizlik hissiyle acı yaşar Goethe. Üç buçuk yıl sonrasında terk edilmenin öfkesiyle Kötchen'e mektup yazar. ''Tazesi dururken konserve fasulyeyi kimse aklına getirmez, değil mi? Nitekim balıkların da ancak tazeleri istenir; ne olur ne olmaz, belki bozulurlar diye tuzlamaya kalkarlar; eh, belki biraz da göz boyamak için...Dostluk tuzuna bulayıp salamurasını kurduğunuz irili ufaklı, düzgün ve biçimsiz bunca sevgiliyi hatırlayınca kim bilir ne tuhafınıza gider.'' der

Terk edilmenin öfkesi uzun sürmez, süreklilik taşımaz. Faturayı karşı tarafa yüklemekten vazgeçer. Bunu Kötche'e yazdığı mektupta kendi payına düşen suçu kabul eder, adeta...'' Şimdi Leipzig'de olsaydım, yine yanınıza olur ve somurtup otururdum... Bu sahneleri bilirsiniz. Yok hayır yanınızda olsaydım şimdi ne kadar, ne kadar sevinçli olurdum! Ah, üç buçuk yıl önceye dönebilsek! Kötchen, yemin ederim ki sevgili Kötchen, o zaman çok daha akıllıca davranırdım,''der. 

1770'de Hukuk doktorası için Strassburg'a gider. 1772'de Wetzlar'da avukatlık stajına başlar. Verilen bir baloda Charlotte Buff (Lotte) ile tanışır, gönlünü kaptırır.  Lotte ise, Bremen kentinde hukuk müşavirliği yapan Kestner ile nişanlıdır. Goethe ve Kestner arkadaş olmuşlar, üç genç insan dostluk çerçevesinde ilişkilerini sürdürürler; üçü de durumun farkındadırlar. Kasabada dedikodular başlar. Lotte'de, Kestner'e daha yakındır, Goethe bu acıya dayanamaz, Wetzlar'dan ayrılma karar verir. Kimseye haber vermeden kasabadan ayrılır. Lotte'ye giderken küçük bir not bırakır: ''Şu anda yalnızım, gözyaşlarımı tutmamın nedeni yok, sizleri mutlu bırakıyorum.'' Goethe büyük bir aşkla sevmiştir Lotte'yi.  Goethe sessiz acılarla yaşamaktadır.  Genç Werther'in Acıları eserinde şöyle dile getirir: ''Bazen anlamıyorum, ben onu böyle çok, böyle içten sevdiğim, ondan başka hiçbir şeyi görmediğim ve bilmediğim halde nasıl oluyor da, başkalarını seviyor, sevebiliyor!'' 
Lotte'yi rakibine kolayca bıraktığını düşünmektedir. Doğru mu yapmıştır, yanlış mı? Tam olarak bunu bilemez, kızgınlık içeren bir mektubu Kestner'e gönderir. ''Pek iyi bildiğim bir şey var: O da Tanrının Duygudan yana soğuk oluşu. Böyle olmazsa Lotte'yi size vermezdi... Ölürsem, hele öbür tarafta biraz borum öterse, ilk işim onu sizin elinizden almak olacaktır,''diye yazar. 1773'de Goethe'nin başından bir nişanlılık geçer. İlişkisi iyi gitmez, ayrılır. Goethe, Lotte ve Kestner ile mektuplaşmalarını ''dostluk'' içeren biçimde devam ettirir.  Bu arada Kestner ve Lotte'nin bir çocuğu olur, çocuğa Goethe'nin Wolfgang adını verirler.  

Aşk acısından kurtulmak isteyen Goethe 1774'de '' Genç Werther'in Acıları'' eserini kaleme alır ve yayınlar. Goethe-Lotte- Kestner aralarındaki ilişkileri anlatan kitap meşhur olur. Kestner'e verilen rol olumsuzdur.  Goethe, Kestner'den yüzyıllara tanıklık edecek, edebiyat dünyasında yer vererek Lotte'yi şu kelimelerle yaşatır: ''Çok şeylere sahibim. Ama onu düşünmek her şeyimi silip götürüyor. Nelerim var! Fakat onsuz her şey bana hiç oluyor...''

Genç Wether'in Acıları eserinde insanları iç dünyalarına yolculuk yaptırır. Kendini psikolojik-sosyolojik sorgulamalara tabii tutar: "Dünyanın bütün işleri sonuçta aşağılıktır; başkalarının sözüyle, hiçbir tutkusu ya da bir gereksinimi olmaksızın; para, şan, şeref ya da bilmem ne uğruna didinen biri, her zaman bir budaladır.
''Bu durumda olan yalnızca ben değildim.Bütün insanla umutlarında kandırılıyor,beklentilerinde aldatılıyorlar.''

''En çok sevdiğim yazarlar , yazdıklarında kendi dünyamı,benim çevremde olup bitenleri bulduğum yazarlardır...''

''Tanrım, bu mudur insanların yazgısı? Ya henüz akıl sahibi değilken ya da akıllarını yitirdikten sonra mı mutlu olacaklar ancak?''

''Atmaca burunla yassı burun arasında ne kadar ayrılık varsa, duygu ve davranışlar da o kadar değişiktir...''

''İnsan yaşamının yalnızca bir düş olduğunu başkalarıda daha önce düşünmüştür , bu duygu benimde peşimi bırakmıyor.''

''Biz insanlar daima ilk izlenime değer veririz. İnsan, en inanılmayacak şeylere kanabilecek yaradılıştadır. Ama bir kez kafasına bir şey yerleşti mı, onu söküp atmak isteyenin vay haline!''

Alıntılar: Goethe Johann Wolfgan, Seçme Mektuplar, Can Yayınları
Genç Werther'in Acıları

1 Aralık 2015 Salı

Geç Gelmiş Pişmanlıktı Yaşamak; Onlar İçin...

Hayatta gecikmiş karşılaşmalar, yaşamlarımızda hep olağandışı roller oynamışlardır.
Bir sinema filmi, bir kitap , insanlar en güzeli dünyanın çocuklarıdır. Bildiğimiz ve her gün geçtiğimiz sokaktan geçerken resimleri ilk kez görmüş gibi oluruz ya!  Hayatta gecikmişlik konusu da böyledir işte. Tüm yaşamınızı sanki burada geçireceğiz diye kendimize yer belirleyen gizli bilinçaltı yazgısı vardır.
Önceden belirlemişçesine özlediğimiz, sokaklar, kentler vardır. İnsanlar nedense özledikleri yerlere gitmekten kaçınırlar. Bu  tür bahanelerle sığınmak güzeldir. Kaçırılan her yeni fırsat, onların değerini arttırır, insanda en çok aslında, yalnız onlar için yaşama hissi de verir. Bilinçaltımızdaki bu yerler olmasaydı çoktan çekip gitmiş olma duygusuyla bir vazgeçişe de neden olacaktır. Kendilerinden söz edilmeyen müthiş şeyler kişiler arasında dolaşır ve o şey vardır, dinleriz, okuruz, duyarız, görürüz onları kendilerinden  sanki daha iyi tanıyoruz hissi bir şey biliyoruzdur ve susarız, bakmaktan mıdır, yılkın at gibi koşmaktan sakındığımız şeylerden mi... Neye benzediklerini anlamak bile zordur... Hiç bulunmamış. Ya da yıllarca aynı sokakta görmekte olduğumuz, düşündüğümüz, gördüğümüz kişiler vardır, tek bir sözcük etmeyiz onlara, yanlarından tıpkı hayalet gibi geçer gideriz. Onların bize  yaptığı gibi sessizce geçip gideriz; soran gözlerle birbirimize bakarız, ama dişler kilitlidir, sımsıkı kapalı tutarız. Konuşmayız..!
Bunlarla ilgili olarak düşünülen ilk konuşmalarımızı belleğimizde oluştururuz, müthiş şaşırtacak birçok özellik yaratırız kafamızda, bunu büyük bir hevesle de yaparız üstelik. Nihayet, haberleri olmadan yıllardır aramızda yaşayan kişiler vardır; yaşları ilerler, acı anılar kalır, duygular seslendirmeyi düşlemeyi bırakır. Buna karşın, sevgimizi onlara söyleme tasarılarımız da giderek daha aldatıcı hale getiririz... Gelecekle ilgili bu titiz, ayrıntılı hazırlıklarımız olmasa yaşamak olanaksız gelecek bizlere, üstelik bunların, ansızın hiç beklenmedik anlarda başımıza gelen ve bizi anında  olaylardan daha az önemli olmadığımızı adımız gibi biliyoruzdur. Büyüklükleri konusunda kuşku duymak için hiçbir neden bulunmayan...

Yıllardır değer vermekte oldukları kişilerin tümü tarafından da onaylanan dünya yazgısının en ünlüleri ONLAR! Bu dünyanın içinde olmak üzere, kendimizi hala okumaya hazırladığımız kitapta sıralamaktı; SURİYELİ ÇOCUKLAR! Kim Bilir? 

30 Kasım 2015 Pazartesi

Geri Kalmış Ülkelerde Moda İhtiyactır



"İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayatla olan saf ilişkisini yitirir." der Andrei Tarkovski
İnsanlık olarak, insani değer ilkelerini parçalayarak, bölerek ilerliyoruz; zaten bölünmüş bir alana atılan neden parçalamaya da devam etmez ki? Ama öylelik, insanda daha da bölünmüşlük haline geliyor. Yani aslında parçalamak keyif vericidir, bölünmüşlük bölüştürülür, ilke hücrelerimiz buna imkan sağlayabilecek bir efsunlanma alanıdır. Çalışmayan kalksın yorulsun derhal, yapamayacağını düşündürecek kadar yük ile...Hücre bölünmüşlüklerle ilkesizlik içindedir, artık...
Sosyal psikolojide önemli bir vurgu noktası vardır.  "Geri kalmış ülkelerde moda bir ihtiyaçtır.'' Moda ihtiyacı bir zamanlar giyim ya da benzeri şeylerdi. Şimdilerde moda ihtiyacını bireysel düzeyde ve gruplar olarak sosyal medyaya uygularsak bu durum, yüzyüze sosyal iletişim kuramayan sosyal varlık insanı ve sosyal varlık olamamanın getirdiği edilgen bireysellik içinde sosyal moda ihtiyacı marjinal doygunluk seviyesine ulaşamayan bir toplum getirisi olması kaçınılmaz olacaktır. Güncel hayatta birbirlerine duygularını (öfke, kin,sevgi) ifade edemeyenler adeta sosyal medyada sözlerimle toslamaktan ziyade, yazdıklarımla toslayarak okşamayı yeğlerim düşüncesinde. 

Oysa ki, söylenen sözleri unutan bir yapımız olmasına karşın okuduklarımız daha kalıcıdır zihnimizde...Freud,  Ket Vurma Belirti ve Korku incelemesinde: '' Korkunun beklentiyle çok açık ilişkisi vardır; o birşeyden korkmaktır. Onda belirsizlik ve objesizlik özellikleri vardır; konuşma dili bir objeyi bulunduğunda onun adını bile değiştirir ve onun yerine ürküntüyü koyar.'' der. Günümüzün moda ihtiyacında bize dayatılan 'kültür endüstrisi’ ya da ‘idare altına alınmış dünya’ gibi (…) temalar, aydınlanmayla başlayan evrensel kötülüğün sonuçları değil, kamusal alanın kültürel ve politik işlevlerinin kaybolması, daha doğrusu kamusal alanın kültürel ve politik işlevlerinden arındırılması, bu işlevlerinin giderilmesinin sonuçlarıdır.”, bu yaklaşımdaki problem söz konusu mecali kalmamışlık durumunun, Kant’ın cümlesindeki dolaylı ve içkin olarak gözlemlenebilen ''sermayenin gizeminin'' ('birikim olsun!') ve tarihsel süreçlerin tümlüğünün parçası oluşunun ıskalanmasıdır. O, mecali olmama durumu, sosyal medyanın “muhabbet” dilinden(!) medya düzeneklerine, tüm kamusal söylemlerde gözlemlenebilecek bir haldedir. Gündelik haberler her gün dayak yiyen, ölen, kaza geçiren, bedensel-sosyal-kültürel travmalar geçiren işçiler, çalışanlar, kadınlar, çocuklar, toplulukları gösteriyor ve onları temsil eden her birey/topluluk göremezden geliniyor. Estetik her dillendirme etkisizleştiriliyor ve düşünce hayatının nasıl sönümlendiğini görüyoruz. çünkü moda ihtiyacı; aydınlanma sürecinin ardına alabilen  olan, “üretken işbirliğinin düzenleyicisi olarak oynadığı geleneksel rolden ayrılan sermaye, bir zorla ele geçirme aygıtı biçimini alma eğilimi gösterir.”
Foucault’un belirttiği ve dikkat çektiği nokta olan ifadesi, “tabi kılınmış özneye ilişkisel bir kuram sağlandığı şeklinde okunabileceği” tespitini izleyebiliriz: “kapital’deki artı değer kuramını ya da yabancılaşmış emek... İnsanların yaşamlarını başkalarına ait nesnelere dökerek nasıl kendilerini tabi kılınmış halde oluşturduklarının öyküleri olarak okumak mümkündür. Hegel'in tarihin ya da aklın hilesi olarak tanımladığı durumu açmayı gerektirir. “kolektif tarihin hiç beklenmeyen bir sonuç üretmek için bireylerin, hatta tek tek ulusların tutkularını ve niyetlerini onlara çaktırmadan kullanma biçimiydi''der. Şimdilerde de ihtiyaç olarak sunulan ihtiyaç duyulan modalarımız...
Dijital ortamda, dünyanın gerçekçi  dolayımları görülüyor, fark ediliyor, biliniyor; bedenin, var oluşun, “aklın”, “enerjilerin” kullanılabiliyor olmasına hiçbir çare olmadığı da yaşanıyor.  Öte yandan da... İnsani duygulara organik ve dijital tüm kuşatılmışlıklarını ve kullanılabilirliklerini modernlik sanan bir toplumun, küresel toplama kampları olarak sıkıştırıldıklarını dijital beton kentlerde; sermaye, iş gücü, yaratıcılık stokları/ blokları oluşturdukları kadar; sınıfsal geçişlilik,  sistem güvenliği  işlevleri/makinasallıkların oluşturdukları; ancak daha asli işlevlerinin algı yanılsaması stokları/ bloklarına indirgenmişlikleri ile ilgili zamanlarını tüketen/ üretici-tüketiciler olduğunu yadsıyamayız.   

29 Kasım 2015 Pazar

Ölçümlenen Hayatın Değeri Yoktur

Franz Kafka Çekoslavakya'nın Prag kentinde 1883'te doğar.  Alman Lisesini bitirdikten sonra, Prag Ferdinand Üniversitesi'nde hukuk eğitimi alır. Kafka'nın çocukluğu sert, baskıcı bir babanın kontrolünde geçer. Kendi üzerine kapanık iç dünyası, hassas kişiliği onun günlük yaşamını da etkiler.  İçinde sürekli her şeye karşı korku duyan dünyası vardır. Kaybetme korkusu değildir... '' Uykusuz gece. Sıraya girenlerin üçüncüsü bu. Derin gömülüyor, bir saat sonra da, kafamı yanlış çukura koymuşcasına uyanıyorum'' der.

Romanlarını  farklı kılan diğer bir özelliği Almanca olarak yazmasıdır. Roman kahramanları anlamadıkları bir dünyada yaşarlar. Aydınlığı göremeyen bir dünya içinde çaresizdirler. Aforizmalarında ve kendi yaşamında da romanlarına yansımaları kendinden parçalar olarak görebiliriz. Çünkü hayatı, önceden kaybedilmiş bir savaş olarak görür. İnsan iradesinin zayıf yönlerine dokunur. Yalnızlık, suçluluk duygusu, dünyanın ve insanların sorunlarını çözememenin sıkıntısıyla dolu bir yaşam sürer. Kafka, döneminin her şeye yabancılaşmış insanını kendi üzerinden anlatması yine farklılığını gösterir. Korku dolu bir dünyadır orası! Onun dünyası...
Walter Benjamin şu sözlerle tanımlar Kafka'yı: '' Onun köklü yaşantısı, insan dünyasının, özellikle de günümüz burjuva insanının umutsuzluğu ve mutlak anlamsızlığıdır''der. 

Bu sözleri adeta doğrular gibi Kafka güncelerinde dile getirir: '' Yazmadığım sürece kederlenmeye yeterince zamanım vardır.''der Çünkü yazmadığı süreçlerde dünya yaşamının keyfine dalmayı ''kederlenme'' olarak görüyor diyebiliriz. Ki, ölçümlenen hayatın onun için bir değeri yoktur. Bir başkasına göre yaşam ona göre değildir. Bu nedenselliğini  hayatında olduğu gibi aşk yaşamında da görebiliriz. 
 Büyük aşkı Milena, Kafka'yı şöyle tanımlar: 
 '' Hayır hayır anlamaz dünyayı, yabancısıdır yaşamın. (...) ''Giyinik insanların arasında çırılçıplak dolaşan biridir o.'' (...)'' Kahramanlıktan uzak bir yalnızlık içindedir Frank.'' der

Milena'nın sözlerini doğrularcasına kendi güncesinde ise kaleminden düşen sözlerle kendini hep yargılayan kişiliğini ortaya koyar: '' Nesin sen? Sefilin biriyim. Şakaklarıma vidalanmış iki küçük tahtam var benim.'' der. Ölmeden önce kaleme aldığı güncesiyle kısaca hayatını özetler: '' Acı çekmekten öte bir şey gelmiyor elimden.'' der

Anlaşılması gereken gerçeklik Kafka kendini yargılarken ya da irdelerken aslında kendi üzerinden '' Şakaklarına vidalanmış iki küçük tahtam var benim'' sözleriyle  sistem içindeki diğer insanlara benzemek istemese de, kendini sefil duruma getirenlerin olduğunu vurgular. İnsanların boş bir dünyada yaşadığını düşünür. Bunu en saf dilini aforizmaların da yansıtır. Söylemlerindeki acıyı insan olmaya çalışma erdemi olarak görebiliriz. Tabii bu durum , onun romanlarını okuyanların dünyaya bakış açısıyla doğrusal orantılıdır. 

Franz Kafka Aforizmaların da inancı şöyle tanımlar: '' İnancın insanı deliliğe sürükleyen gücü, işte bu '' mümkün mü'' sözünde gizlidir, ancak bu olumsuzlamada kendini açığa vurur.''der

Kafka, inancın insanı deliliğe sürükleyen gücünden bahsettiği dini bir inanç olarak bakmamak gerekir. Sosyal hayattında beklemediği olaylar karşında ''mümkün mü'' sözünde gizli olması ve en çok sevdiği insanlar tarafından yalnızlık yaşamasına bağıl olarak olumsuzlamada yaşadığı düş kırıklıkları olduğunu düşünebiliriz...
 Bunu destekleyecek yine bir aforizmasında, '' İnançtan yoksun olduğumuz söylenemez. Yaşamımız bile tek başına bir inanç değeridir.'' der Kafka'nın iç dünyasını anlamak için Açlık Şampiyonu yapıtındaki şu sözler '' Aç kalıyorum diye bana hayranlık duymamalısınız. Başka türlü yapamam ki...Hoşuma gidecek bir yiyecek bulamadım ki...'' sözlerini beslenme üzerinden ele almak yanlış olur. Yine yalnızlığı içinde, o yalnızlığı paylaşacak insan bulamamasına kinayeli bir gönderi yapmaktadır.

Bu tür karmaşık gibi görünen gönderilerini ''Hayvan Öyküleri'' eserinde de görebiliriz. '' Fare, ''Ah be!'' dedi. ''Gün geçtikçe küçülüyor dünya. Önceleri amma da büyüktü, korkumdan atıldım ileri, koştum; uzaklarda iki yanda uzanan duvarlar görünce sevinçten havalara uçtum. Bu uzun duvarlar da pek çabuk birbirlerine yaklaştılar ama, kapan var işte, böyle ilerlersem kapana yakalanacağım gündür.''(...) ''Öyleyse gideceğin yolu değiştir,'' dedi kedi, sonra fareyi yedi.'' Sistemi kısaca ve arada yok olan insanları, yok olmamak için duvarların birbirlerine yaklaşmasıyla kendini sistem içinde var eden insanlara gönderisini mükemmel yapar. Kafka'nın özyaşam öyküsünden doğrudan etkilenmiş olan yapıtı ''Dava''da içinde sembolik gönderilerle dolu en karanlık yapıdır. Totaliter rejimlerle yönetilen devletlerdeki koşullardaki benzerlikleri işler. Acımasız empati yoksunu sistem ortamında kişinin çaresizliğini ve sonunda sisteme sonunda boyun eğişini vurgular. Aslında bütünüyle varoluşculuk içinde kaleme aldığını anlayabiliriz de...Dönemin hukuk sistemine getirilmiş bir eleştiri minvalinde şeylerden çok, sistem içindeki varolma çabaları vardır.

''Ölmezden önce bütün o zaman boyunca edinmiş olduğu deneyimler kafasının içinde, o güne kadar kapı bekçisine henüz hiç yöneltmediği bir soruda birleşir. Katılaşmış olan bedenini doğrultamadığından, eliyle bekçiyi yanına çağırır. Bekçi ona doğru iyice eğilmek zorundadır, çünkü bedenlerinin orantıları adamın aleyhine olmak üzere çok değişmiştir. ''hala neyi bilmek istiyorsun?'' diye sorar bekçi. ''bir türlü doymak bilmiyorsun.'' adam: ''herkes yasaya göre ölüyor,''der, ''ama nasıl oldu da bunca yıl boyunca benden başka kimse giriş izni istemedi?' kapı bekçisi, adamın sonunun geldiğini anlar ve tükenmek üzere olan işitme duyusuna kendini duyurabilmek için bağırır: ''burada başka kimse girme izni almazdı, çünkü bu kapı yalnızca senin için öngörülmüştü. Şimdi o kapıyı kapatmaya gidiyorum.''
Alıntılar:  Franz Kafka, Sevgili Milena/ Say Yayınları
 Aforizmalar/ ALTIKIRBEŞ Yayınları
Dava/ Kırmızıkedi Yayınevi
Hayvan Öyküleri/ ALTIKIRKBEŞ Yayınları

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...