4 Eylül 2023 Pazartesi

Prometheus’un Sembolleri

 

“Gökten ateşi çalan Prometheus’un evler inşa etmeye ve yeryüzüne yerleşmeye başlaması gibi, tüm dünyaya yayılan felsefe de görünüş dünyasına karşı döner. Şimdi Hegel’in felsefesi için de aynı şey geçerli,” demiştir Karl Marx.

 

Yunan mitolojisinde Prometheus’un öyküsü Hesiodos’un “Günler ve İşler”, “Tanrıların Yaratılışı” eserlerinden öğrenilebilir. Ancak antik çağda pek çok yazar da Titan’dan bahsetmiştir. Onun hikayesi Titanlar zamanında, Zeus ve diğer Olimpos tanrılarının ortaya çıkmasından önceki bir dönemde başlıyor, çünkü Prometheus bir Titan tanrısıydı. Prometheus, öngörünün, bilginin, kurnaz öğütlerin, ateşin ve insanlığın yaratıcısının Titan Tanrısı’dır. Iapetus ve Themis’in oğludur. Kardeşleri Atlas, Epimetheus ve Menoetius’tur. Yunan mitolojisinde, Zeus onu elinden aldığında ateşi yaratması ve insanlığa yardım etmesiyle tanınır. Aynı zamanda bu görevde kendisine büyük ölçüde yardımcı olan öngörüye sahip olduğu da biliniyordu.

 

Ayrıca Prometheus bir Titan’dan daha fazlasıdır. Hikayesi isyandan, yenilikçilikten ve insanlığın gidişatını sonsuza dek değiştiren bilgi arayışından bahseder. Yunan panteonunun tüm tanrıları arasında, insanların şampiyonu olarak ortaya çıktı ve onlara yardım etmenin bedelini ödedi. Titan tanrılarının en sevilenlerinden biri olan Prometheus’un kökenlerine, mitlerine ve sembolizmine birlikte bir göz atalım. Ne dersiniz…

 

Titanlar Iapetus ve Clymene’nin birleşmesinden doğan Prometheus’un üç önemli erkek kardeşi vardı: Şiddetli öfkenin ve aceleci hareketlerin vücut bulmuş hali olan Menoetius, göklerin metanetli taşıyıcısı Atlas ve sonradan düşünme ve sonradan görmenin amblemi olan Epimetheus.

 

Prometheus’un mitleri onu akıllı bir figür olarak öne çıkarır. Bir Titan olmasına rağmen Titanlara karşı savaşta Olimposluların yanında yer aldı. Bunun nedeni Olimpiyatçıların savaşı kazanacağını öngörebilmesi miydi? Eğer öyleyse, bu onu biraz fırsatçı bir bakış açısıyla resmediyor; kendi halkına karşı savaşmak anlamına gelse bile kazanan tarafta olmak isteyen biri olarak ilk rekabetçi kapitalist insan figürünü sembolize ediyor denilebilir.

 

Olimposlular savaşı kazandı ve Zeus evrensel hükümdar oldu, ancak Prometheus insanlığa davranış tarzından memnun değildi. Bu anlaşmazlık Prometheus’un ateşi çalıp insanlara vermesiyle sonuçlandı ve bunun için Zeus tarafından ağır bir şekilde cezalandırıldı.

 

Prometheus Zeus’u Neden Kandırıyor?

 

Zeus ve Prometheus arasındaki anlaşmazlık bir öküzü iki parçaya ayırmasını istemesiyle başladı; biri tanrılar için, diğeri ölümlüler içindi. Prometheus insanlığı yarattığı için insanlara karşı zaafı vardı. Bir ikilemle karşı karşıyaydı: Zeus’un talebini insanlığın çıkarlarını korurken nasıl karşılayabilirdi.

 

Böylece iki kurban yarattı. Biri, hayvanın midesinde ve iç organlarında saklanan ince öküz etiydi, diğer kısım ise sadece öküzün yağa sarılı kemikleriydi. Görünüşün rehberliğinde Zeus, dışarıdan en çekici görünen yığını seçti: Zengin, parlak yağla kaplı kemikler. Zeus, bu seçimiyle yanlışlıkla kalıcı bir gelenek kurdu; o andan itibaren tanrılar, kurbanlar sırasında bir hayvanın kemiklerini ve yağlarını alacak ve besleyici eti ölümlülerin tüketmesi için bırakacaktı.

 

Kandırıldığını anlayan Zeus sinirlendi. Zeus, ilerlemenin ve bilginin önemli bir aracı ve sembolü olan ateşi insan dünyasından alarak hem Prometheus’u hem de insanlığı cezalandırmaya karar verdi.

 

İnsanlara şefkat duyan Prometheus, tanrıların yaşadığı Olimpos Dağı’na gizlice girip ateşi bir rezene yığınında geri getirerek onlara ateşi geri çaldı. Daha sonra ateşi insanlara aktardı. Bu eylemin şerefine bayrak yarışları ilk kez Atina’da düzenlendi; burada yanan bir meşale, kazanan bitiş çizgisine ulaşana kadar bir sporcudan diğerine aktarılırdı. Zeus bunu öğrendiğinde öfkelendi ve Prometheus’u sonsuz azaba mahkum etti. Ölümsüz hayatının geri kalanını, bir kartal karaciğerini gagalarken bir kayaya zincirlenmiş olarak geçirmekle lanetlendi. Karaciğeri, ertesi gün tekrar yenilmek üzere gece boyunca yeniden büyüyecekti. Prometheus, kahraman Herakles tarafından kurtarılıncaya kadar çok acı çekti.

 

Prometheus Miti Neyi Simgeliyor?

 

Bilgi ve Zeka: Prometheus'un adı “öngörü” anlamına gelir ve genellikle bilgelik ve bilgiyle ilişkilendirilir. Onun tanrılardan ateşi çalması, özellikle ateş, aletler ve çeşitli sanatlar hakkında bilgi gibi uygarlığı ilerleten türden bilgi edinmenin bir metaforu olarak görülebilir.

 

Tanrılara İsyan ve Meydan Okuma

Prometheus belki de en çok, tanrıların kralı Zeus’a karşı gelerek ateşi çalıp insanlığa vermesiyle ünlüdür. İlahi otoriteye karşı olan bu isyan onun karakterinin en güçlü yönlerinden biri olup onu direnişin ve zulme karşı mücadelenin sembolü haline getirmiştir.

 

İnsanlığa Olan İnancı

Prometheus’un, insanlığın kilden yaratılması ve ateşin armağanı da dahil olmak üzere eylemleri, onu insanlığın koruyucusu ve hayırseveri olarak konumlandırıyor. Kişisel acı çekme potansiyeline rağmen, insanların refahını tanrılara itaatten önce tutuyor.

 

Acı ve Dayanıklılık

Zeus’a meydan okuyan Prometheus, sonsuz işkenceyle cezalandırıldı; bir kayaya zincirlendi; burada bir kartal, karaciğerinin yeniden büyümesi ve ıstırabın tekrarlanması için her gün karaciğerini yiyordu. Bu kötü durum onu ​​sonsuz acılar karşısında dayanıklılığın ve dayanıklılığın sembolü haline getirdi.

 

Prometheus Mitinin Kutsal Kitaplara Göre Benzerlikleri

 

İnsanlığın Yaratılışı

 

Prometheus mitinde Prometheus’un kilden insanları yarattığına inanılır. Bu, Tanrı’nın yerin tozundan insanı (Adem’i) yarattığını anlatan Yaratılış’taki İncil anlatımıyla paralellik gösterir. Ancak Yunan mitolojisinde insanın yaratılışıyla ilgili birkaç efsane daha vardır ve kabul edilen bir versiyonu yoktur.

 

Bilgi Armağanı

 

İnsan uygarlığı için kritik bir dönüm noktası olarak görülen Prometheus’un insanlara ateşi vermesiyle tanınır. Ateş aynı zamanda bilgi ve anlayışı da temsil edebilir. Bu, İncil’deki ve Kuran’daki Adem ile Havva’nın Cennet Bahçesi’nden kovulma nedenine paralellik gösterebilir. Havva’nın yediği ve Adem’le paylaştığı Bilgi Ağacı’nın yasak meyvesi, eşit derecede dönüştürücü etkilere sahip benzer bir bilgi aktarımını temsil eder.

 

İhlalin Cezası

 

Hem Prometheus mitinde hem Kuran’da hem de İncil’de bilginin edinilmesi cezaya yol açar. Prometheus, ateşi çalıp insanlara verdiği için Zeus tarafından cezalandırılır. Benzer şekilde Adem ve Havva da yasak meyveyi yedikleri ve iyilik ve kötülük bilgisini edindikleri için Tanrı tarafından cezalandırılır. Her iki versiyonda da tanrılar insanların cahil kalmasını tercih ediyordu.

 

Büyük Tufan

 

Prometheus’un oğlu Deucalion’un hikayesi, İncil ve Kuran’daki  Nuh Tufanıyla çarpıcı benzerlikler paylaşıyor. Her iki anlatımda da, tanrıların insanlıktan hoşnutsuzluğu nedeniyle dünya bir tufanla yok edilir. Her durumda, dürüst bir adam (Deucalion/Nuh) yaklaşan tufana karşı uyarılır ve ailesiyle birlikte bir gemi inşa ederek hayatta kalır.

 

Prometheus ve Hz. İsa Benzeri Kurban

 

Bazı yorumlarda Prometheus’un çektiği acı, İsa’nın tutkusuna benzetilebilir. Hem Prometheus hem de İsa peygamber, insanlık uğruna acılara katlanan figürler olarak görülüyor. Prometheus insanlara ateş (bilgi) verdiği için cezalandırılırken, İsa Hıristiyan inancına göre insanlığın günahlarının kefareti olarak çarmıha gerilir.

 

Yeryüzündeki İnsani Eylemler Yönünden Benzerlikleri

 

İyi Eylemlerin İstenmeyen Sonuçları: Prometheus’un tanrılara karşı meydan okuması tüm insanlığa fayda sağladı. İnsanların ilerlemesine ve teknolojik olarak gelişmeye başlamasına olanak tanıdı ve böylece onu bir tür kahraman haline getirdi. İnsanlara karşı yapılan bu iyilik, tanrılar tarafından hızla cezalandırılır. Günlük yaşamda, benzer iyi niyetli eylemler sıklıkla cezalandırılır veya istenmeyen sonuçlara yol açabilir.

 

Düzenbaz Arketipi: Prometheus, düzenbaz arketipinin somut örneğidir. En bilinen hikayesi, tanrıların kralını kandırmasını ve ardından onların burunlarının dibinden değerli bir unsuru çalmasını içeriyor. Hileci arketipinin eylemlerinin sıklıkla bir katalizör görevi görmesi gibi, Prometheus’un insanlığa armağan ettiği ateş de insanlığın tüm teknolojik ilerlemesini başlatan kıvılcımdı.

 

Aşırı Ulaşmanın Sonuçları: Mary Shelley’nin “Frankenstein”ı gibi efsane uyarlamalarında özellikle belirgin olan bu tema, özellikle bilgi ve ilerleme arayışında kişinin sınırlarını aşmasının potansiyel sonuçlarına değiniyor. Prometheus’un çektiği acılar, tıpkı Victor Frankenstein’ın yaratılışının ona karşı dönmesi gibi, Zeus’un belirlediği çizgiyi aşmasının bir sonucudur. Ancak insanlar olarak Prometheus’u destekliyoruz ve onun eylemlerini takdir ediyoruz. Ancak tanrıların bakış açısından o, Zeus’a itaatsizlik eden bir asidir.

 

Prometheus ve Ateşin Güveni

 

Güven hiçbir şeyi yakmayan ama sıcak tutan küçük bir ateş gibidir tıpkı Prometheus mitinde tanrılardan çaldığı ateş gibidir. Güven, var olan ve bulunması, keşfedilmesi gereken bir şey değil, “yaratılması gereken” ve belirli bir hatta daha da fazlası, gerçeklere şiddet uygulama iradesine güç sağlayan bir şeydir. Kendi içinde sağlam ve belirlenmiş bir gerçekliğin bilincine varmak değil, Prometheus’un ateşi çalması gibi aktif bir belirlenim yani eylemin kendisidir. Güven, “güç iradesinin” temellerinden biridir...

Aslında Prometheus, insan ve tanrı arasındaki güven ilişkisini çalan titandır. Ateş güveni sembolize eder. Pandora’nın yaratılışında kutu açıldığında, kutudaki her şey yeryüzüne yayılır. Sadece umut ve umuda olan güven kutuya hapsolup kalır. Pandora (Antik Yunanca: Πανδώρα) “tanrılar armağanı” anlamına gelir.

O nedenledir ki; binlerce yıldan bu yana hem insan ilişkilerinde insanlar hem de tanrı ve insan ilişkisinde Prometheus’un hiç durmadan ciğerlerini yiyen kartalın gagalaması gibi güven yerine şüpheyi insanlığa miras bırakmıştır Prometheus….

 

2 Eylül 2023 Cumartesi

DÜNYANIN GÖRKEMİ

 

Fransız deneme ve hiciv ustası Leon Bloy, insan kalbinde henüz var olmayan yerler olduğunu ve onların var olabilmesi için yaşamsal bir acının devreye girmesi gerektiğini dile getirir. Bu acı günümüz insanlığı için daha da geçerli hale geldi.

Dünyanın görkemi insanlığın elinden anda kayıp gidiyor. Teknolojik ilerleme, insanlığı ütopik inancın gerici düşüncenin ayıklanmasıyla karşı karşıya getiriyor. Bu, dünyayı iyileştirmek isteyen ama ölüm döşeğindeyken dünyadan iyileşmesi gerektiğini anlayan şövalye Don Kişot’un yel değirmenleriyle savaşmasına benziyor da denilebilir. Don Kişot’un rüyasının işe yaramadığı ve gerçeği satamadığı doğru olabilir ama karamsarlığa da gerek yok. Sonuçta başka bir gerçeklik için Antik Yunan mitolojisine baktığımızda “İlahi karamsarlığa” karşı da bir argüman değildir ideal dünyanın görkemi…

Nietzsche “Ecco Homo” eserinde dünyayı “ideal” bir yalan olarak değerlendirir. 19. yüzyılın sonlarına doğru Léon Bloy (nihilizmin babası Nietzsche’ye), Kutsal Ruh’un artık Lucifer’den ayrılamayacak kadar “Düşman” haline geldiğini ifade etmişti. Luficer’i ise bi nevi karanlığın prensi olarak niteleyen Carl Jung’un deyişiyle “İnsan ışığı düşünerek değil, karanlığın bilincinde olarak aydınlanabilir”di.

Teknolojik ilerleme ütopik “ilahi karamsarlık” inancımız da günümüz için artık daha iyi ve daha bilge ya da daha kötü ve daha cahil olmak gibi bir bütün olarak insanlığın değil, artık bireyin tasarrufuna indirgenmelidir. Schopenhauer’in geçmişi ve tarihi karanlık prens olarak nitelediği düşüncesinde anda kalmayı Roma İmparatorluğu’yla ilgilenmek zorunda olmadığı için her sabah Tanrı’ya şükrettiğini dile getirmektedir. 

Ona göre, dünyanın tarihini (geçmişi) yazmak için yaşamamalıyız. İnsani içgüdülerimizin ve yeteneklerimizin en iyi şekilde yaşamak için varoluş gösterdiğimiz dünyada düşünen her birey tarihin buğday üretmediğini anlayacaktır. Ya ekmeğini yapmak için kendi buğdayını üretecek ya da buğdayı kaba ve ebedi bir dilenci gibi kendi ambarında yakacaktır. Yine, ona göre tarihsel yaşam, mücadelenin ve zaferin daimi bir sınavıdır. Bu sonsuz bir mücadeledir tıpkı Luficer’in ki gibi...

 Geçmişteki türbülans ve acıların asaletiyle oyalanmasına izin veren bakımsızların ezildiği gibi… bu nokta da ideal dünya görkeminde kural şudur ki; Hayat şefkati ve insani erdemleri yok sayar. Hayatı tarihe dayanarak hayati bir hayatı yoktur. Aksine, tarihin kurbanı olmak isteme enerjisini kaybetmek insan hayatı ve anda kalmak için yıkıcıdır. Tarih, buğday gibi yenmez ve yaşanmaz. Tarih yoktur, tarihte yaşamak ölmektir, yaşamı, şimdiyi öldürmek, zihinsel, entelektüel ve varoluşsal sefaleti kalıcı kılmaktır. Tarih yaşamsal bir gereklilik değil, yaşam için çok isteğe bağlı bir insani disiplinidir. Tarih olmadan yaşanabilir, ancak yaşam olmadan, var olmadan da tarih yazılır.

Schopenhauer’in dünya görkemi anda hem karamsarlık hem de gerçeklik içinde yaşamaktır. İnsan doğası üzerinde o kadar acımasız ve neşelendiricidir ki, insanı yükseltir çünkü kusurlarını ortaya çıkaran kişi kendini düzeltmesini sağlar.

 Aynı zamanda Schopenhauer anda kalma sanatında mutlak ustalardan biridir! 

Luficer gibi bu isyankar olan bu adamın felsefesi, dünyanın görkemine karşı olumlu uyum sağlamamız için kötü niyetlerimizi en ağır yollarla ortaya koyuyor. 

Ayrıca o kadar bilinçaltı ve acımasız bir iç görüdür ki, insan açık ve iyimser zihinler için hem rahatsız edici hem de bağımlılık yapan ama inkar edilemez bir şekilde yapıcı bir şiir biçimi bulunur. Onun şiirsel felsefesinde bize zarar veren ve değişim için bu kötülüklerden kaçan canlı sapkınlıklarıyla bize insanlığımızı ortaya koymaktadır. 

Şair değil elbette ama şeytana karşı insan dehasının o kadar da faydalı bir pedagogudur! Onun zahiri düşüncesini okuyup anlayabilen pozitif olarak yetişir. Her şeye rağmen de o yüce bir karamsardır!

 

28 Ağustos 2023 Pazartesi

DANTE GİBİ DEDE

 

Yaşamın hepimiz için sayısız anlamı vardır. Her insan kendi hikayesinde bir veya daha fazlasını bulabilir ve bulmalıdır. Bu hikayeler ve duygular eşsizdir, kişisel olmasına karşın da aktarılabilir.

Hikayeleri ve anlarımızı keşfetmek, yaşamımızdaki her şeyin parçalardan ibaret olduğunu anladığımızda mümkün olabilir.  Tıpkı bu yazımda anlatacağım (kitap okuma tutkusuna dönüşen) kendi hikayemin anlardan ibaret olduğu gibi…

Ve şu noktayı da kişisel hikayemde es geçmemem gerekir: Kimse bir yaşamın bütünsel anlamda olayını film karesi gibi sadece bir sahneyi izleyerek anlamaz. Anlatamaz.  Bu yüzden her hikaye kendi an yapılarından oluşarak geleceğe aktarılabilir.

Dante “İlahi Komedya” (Cehennem) eserinde şöyle seslenir günümüze ve insanlığa “…aptal koyunlar gibi değil, insan gibi davranın. Anasının sütünü bırakıp sağa sola koşuşan, eğlenmek için kendi kendine tos vuran kuzular gibi olmayın.” Nasıl ki; Dante gibi düşünce ustası insanlığa düşüncesiyle katkıda bulunmaya devam ediyorsa ve Cehennem’nin kapısına “Ey buraya giren, bütün umutlarını ardında bırak!” sözleriyle Cennet’in yolunu göstermeye çalışıyorsa…benim içinde önce cehennem gibi gelen sonra cennetten bir köşeye dönüşen dedemle olan bir anı anekdotumu paylaşmak istiyorum.

Dedem, çocukluğumda tüm kalbimle nefret ettiğim ikinci el kitapçıya gitmek zorunda bırakmıştı. Küçük bir çocuk için bu kitaplar sadece sıkıcı harflerden ibaretti. Sanki bir evin düzensiz raflarında unutulmuş toz dağları gibi birikmiş bir yığın çirkin ve eski kitaplar vardı. Her ziyaret bir işkenceydi ve dedemin orada nasıl saatler geçirdiğini anlamamıştım, sanki cenneti bulmuş gibi gülümsüyordu daima…

Yıllar geçti ve dedemle birlikte kitapçıya kadar eşlik etme yükümlülüğüm kalktı. Bu kitapların işe yaramaz şeylerden başka bir şey olmadığını düşünmeme rağmen her zamanki gibi sıkıldığım bir öğleden sonra dedemin zaten sevgiyle ayırdığı bazı başlıkları küçük bir yığın içinde incelemeye karar verdim. İşte o zaman her şey değişti. 

Onun için çok kıymetli olan yıpranmış kapakların ve sarı yaprakların ardında hayal ettiğimden çok daha büyüleyici hikayeler olduğunu keşfettim. Dedemin bu kitapları neden bu kadar çok sevdiğini anlamama yardımcı olan bir gizem romanında sıkıştım. 

Kitapçı ziyaretlerim artık sadece bir görev değil en beklenmedik köşelerde saklı hazineleri keşfetme fırsatıydı. Bu kitapları rahatsız edici nesneler olarak değil; diğer dünyalara ve benden yüzyıllar önce yaşanmış geçmişe bir pasaport olarak görmeye başladım. Ve dedemin toz dağları ve eskitilmiş kitaplarıyla çalışmasının aslında keşfedilmemiş hikayelerle dolu sihirli bir köşe olduğunu fark ettim. 

Böylece yavaş yavaş dedemin okuma tutkusunu anlamaya başlamıştım. Kitaplar ne kadar eski olursa olsun her zaman sunacak değerli bir şeyler olduğunu keşfettim. Dedemle her kitapçı ziyaretinde dikkatimi çeken birkaç kitap seçmeme izin verdiği için mutlu oluyordum.

Sanırım her zaman bunun bir noktada olacağını biliyordu, bu yüzden kitaplara yaklaşmaktan asla vazgeçmedi, beni asla kitap okumaya zorlamadı. O tanıdığım en zeki insandı (bana göre). Bana bu dünyada cennet bahçesini sunan ve kazandıran gök gözlü kahramanımdır dedem...

Kaynak: Dante, İlahi Komedya 

MASKELİ DEPRESYON

Bu yazımda sizlerle kılık değiştirmiş depresyondan bahsetmeye karar verdim  çünkü  depresyondaki  kişi yalnızca “her şeyin faydasız olduğunu” düşünerek kendini eve kapatan, çökkün duygu durumu yaşayan kişi değildir. Günümüzde maskeli depresyonun önemli bir bilimsel rolü olmasa bile bilmenin önemli olduğunu düşünüyorum. O nedenle de bu yazımda  maskeli depresyonu ele almaya karar verdim.

Depresyondaki bir kişinin düzenli olarak işini yaptığını ve hatta herkese gülümsediğini kim hayal edebilirdi? Burada  karanlık ve hüzünlü depresyon  var olan tek biçim değil. “Atipik depresyonların” pek çok türü vardır ve “maskeli” olanı da bunların arasında sayılır.

 ararsanız bulamazsınız: ancak  maskelenmiş depresyon  somut bir gerçektir. Tanısal ve klinik açıdan bakıldığında, 1925 ile 1980 yılları arasında oldukça “moda” idi. Bugün, genel olarak somatoform bozukluklarda “Tanısal El Kitabı'ndan (DSM-V)” kaybolmuştur. Yetkili ICD-10’da (Hastalıkların ve İlgili Sağlık Sorunlarının Uluslararası İstatistiksel Sınıflandırması) “bedensel belirtileri olan depresyon” olarak görünür.

Maskeli Depresyon

“Depresyon” terimi çok abartılı gibi algılansa da: kimin çöplükte olduğunu, kimin üzgün veya melankoli olduğunu belirtmek için kullanılıyor. Bu genellemeler nedeniyle  depresyonun kılık değiştirmiş anlamını  anlamak daha da zorlaşıyor.

Bu tür bir depresyon sizde var ama sizde olduğunu bilmiyorsunuz. Bu bir paradoks gibi görünüyor ancak teşhis zorlukları tam da burada yatıyor.

Majör depresyondan  mustarip olanlar, aktivitelerini sürdüremezler, geri çekilirler, sosyal geri çekilmenin uzun aşamalarını yaşarlar ve sadece yıkanmakta bile zorluk çekerler! Maskeli depresyondan  mustarip olanlar  tüm aktivitelerini belki zorlukla, yorgunlukla ve ıstırapla yerine getirebiliyorlar ama psikolojik rahatsızlığın bedene yansıdığı bir “direnç” halinde yaşadıkları için bunları tamamlayabiliyorlar.

Kılık değiştirmiş  depresyon çok yaygın bir olgu gibi görünmektedir. Bazı yazarlara göre  gizli depresyon, daha yaygın olmasa da, açık depresyon kadar sık ​​görülür (özellikleri nedeniyle istatistiksel veriler hafife alınabilir).

 

Kaynak araştırması yaptığımızda bu alana yatırım yapan birçok isimle anılıyor:

Gizli depresyon türü (Lange J., 1928)

Gizli Depresyon ve Maskeli Depresyon (P.  Kielholz, 1983; P. Pichot ve  J. Hasson, 1973)

Depresyonsuz depresyon (K. Schneider 1925)

Somatize edici depresyon (L. Gayral 1972) vs…

 

Somatik belirtilerin baskın olduğu  ve hepimizin bildiği klasik depresyon belirtilerinden yalnızca bazılarını gösteren atipik bir depresyon şeklidir. 

Maskeli depresyon  geçiren kişiler, kendilerini başka türlü ifade edemedikleri ve tanıyamadıkları için bilinçdışındaki tüm rahatsızlıklarını bedenlerine yansıtma eğilimindedirler.

“Maskeli depresyon terimiyle, öncelikle somatik düzeyde kendini gösteren depresif bir süreci ifade ediyoruz. Bu nedenle maskelenmiş depresyonlar, depresif distiminin maskelendiği, yani somatik bir semptomla kaplandığı endojen depresyonlardır” (Kielholz 1973). 

Ne yazık ki tanısal bir test bulunmamaktadır. Bu tür gizli depresyon  hakkında pek bir şey duymuyoruz  çünkü teşhisi çok karmaşık olabilir: Bundan muzdarip olanlar durumlarının hiçbir şekilde farkında değildirler ancak fiziksel rahatsızlıklardan muzdarip olduklarına ikna olmuşlardır.

Buna ek olarak, bilim camiası (özellikle doktorlar, bu kategoriye işaret etmemde bir sakınca görmüyorum!), fiziksel semptomları duygusal-duygusal alandaki rahatsızlıklarla ilişkilendirme konusunda hala isteksizler denilebilir.

Fiziksel bir semptom ortaya çıktığında, “uzmanlar” somatik belirtilere dayanarak farmakolojik tıbbi tedavi ararlar; bu da birçok maskeli depresyon  vakasına yanlış teşhis konulmasına ve görünürde bir nedeni olmayan fiziksel hastalıklar olarak yanlış tanımlanmasına neden olur . Bu “yanlış teşhislere” ilişkin tahminler %5 ile %60 arasında değişmektedir; istatistiksel çalışmaların objektif ölçütlerden yoksun olduğu göz önüne alındığında bu büyük bir boşluktur. 

Son veriler, doktora başvuran kişilerin yaklaşık %10’unun aslında fiziksel belirtiler gibi görünen duygusal bir bozukluktan muzdarip olduğunu ortaya koyuyor. En yaygın örnek psikosmatik mide yanmasıdır, ancak romatoid artrit ve diğer otoimmün hastalıklar gibi ciddi hastalıkları psikosomatik matrisle ilişkilendiren çalışma ve teoriler eksik değildir.

Duygular ve duygular, özellikle bilinçsiz bir düzeyde sessizce çalıştıklarında, kendilerini fiziksel (daha doğrusu  psikosomatik )  bozukluklarla ortaya koyabilirler ve bu sadece bir teori değil, psikosomatik tıp ve psiko-nöroendokrinoimmünoloji gibi yerleşik disiplinlerin de dayandığı temeldir.

Maskeli depresyondan  muzdarip olanlar, sonunda depresyonun  tüm tipik  belirtilerini “bedenselleştirirler” ve  duygusal  düzeyde, klasik depresyonun psikolojik rahatsızlığının yalnızca küçük bir kısmını algılarlar.

Maskelenmiş depresyonda, tipik depresif belirtiler eşiğin  altındadır ve açık depresyon tanısı için dahil edilme kriterlerini karşılamamaktadır.

Maskeli depresyonun  belirtileri  doğası gereği psikosomatiktir ve birden fazla olabilir:

Kas ağrıları

Eklem ağrıları

Bacaklar ağır ve şişmiş

Mide yanması ve şişmesi

Dermatit ve diğer cilt bozuklukları

kaşıntı

Baş ağrısı

Sindirim zorlukları

Göğüste sıkışma ve kalp problemlerinin algılanması

Fiziksel yorgunluk 

Lütfen aklınızda bulundurun. Fiziksel semptomlar  şiddetli stres ve duygusal zorluklar zamanlarında şiddetlenir ve döngüsel bir yapıya sahip olma eğilimindedir: aniden kaybolurlar ve daha sonra belirgin fizyolojik nedenler olmadan daha sonra ortaya  çıkarlar . Ayrıca aşağıdaki gibi psikolojik belirtiler  de vardır  :

Anksiyete ve/veya disosiasyon

Kendine güvensiz

Sürekli sağlığı hakkında düşünmek

Ölme korkusu

Somatik semptomatolojinin bir fonksiyonu olarak depresif tipte duygular

Durumlarla başa çıkmada zorluk ve erteleme eğilimi

Hipokondri

Düşük iç gözlem becerileri

Kişinin içsel durumlarına erişememe

Endişe ve umutsuzluk

Belirtildiği gibi maskeli depresyondan  muzdarip olanlar, psikolojik rahatsızlıklarının  farkında olmayıp, hastalıklarının nedenlerini tıbbi/fiziksel alanda aramaktadırlar. Aslında bu kişi, en farklıları bile olsa, çeşitli teşhis testlerine tabi tutulabilir. 

Tıbbi bir test herhangi bir fizyolojik açıklama sunmadığında, gizli depresyondan mustarip olanlar “boş raporun güvenini tazelediğini” hissetmez, aksine daha da cesaretlerini kırarlar.

Kaynaklar:

 Erol, E., & Zabcı, N., & Şimşek, Faruk, Ö.,“Çocuk Depresif Belirti Değerlendirme Ölçeği geliştirme”, Anadolu Psikiyatri Dergisi 2020; 21(Ek sayı.2):14-20.

Tekintaş, Subaşı, N., & Yanartaş, Ö., & Durmuş, Benk, F., Sayar, K., “Major Depresif Bozukluk ve Fibromiyalji Sendromu Hastalarında İşlevsel Bedensel Belirtiler ve Belirleyicileri”, Arch Neuropsychiatry 2022;59:274−280.

Amerikan Psikiyatri Birliği, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı, 5. Baskı (DSM-5), Tanı Ölcütleri Başvuru Elkitabı’ndan, Çeviri: Köroğlu E, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 2013.


19 Ağustos 2023 Cumartesi

Satürn’ün Gölgesinde

James Hollis’in kaleme aldığı “Satürn’ün Gölgesinde” adlı kitabı mitlerden yola çıktığı için oldukça dikkat çekici ve keyifli bir eser. Her nitelikte okuyucu içinde uygun diyebilirim. Mitler her ne kadar bizim yerel kültürümüzde efsane gibi algılanıp gereken önem verilmese de evrensel anlamda insanlık tarihi kadar eskidir. 

Yunan Mitolojisinde “Kronos” mitinin gücünü, kıskançlığını, güvensizliğini, şiddetini ve zorbalığını çağrıştıran erkek unsurdur. Kronos ile Rhea’nın evliliklerinden Hestia, Demeter, Hera adlarında üç kızla, Hades, Poseidon, Zeus adlı üç erkek çocuk dünyaya gelir. Yunan mitolojisinde çocuklarının katili Uranüs’tür. Buna karşın sadece en küçük oğlu Kronos annesinin yardımıyla babasını hadım edip tahtından indirmeyi başarmıştır.

Kronos kral olduğunda aynı hiddet ve şiddetle kendi çocuklarının da kafasını tek tek koparır. Satrün’ün söylencesi Roma Mitolojisine göre “Altınçağ Tanrısı” olarak da bilinir. Diğer tanrılar (krallar) gibi gökyüzünde yaşamaz. Satürn yeryüzünde yaşar. Tıpkı insanlar gibi…Yunan mitolojisindeki karşılığı ise Kronos’tur. O, zamanı kontrol eder, disiplin ve ahlak kurallarını belirler, tarım ve hasat konusunda ziraattın sembolüdür.

Mitolojiden yola çıkan Hollis, günümüzün modern ve çağdaş erkeğinin nevrotik sıkıntılarının ve iyileşme çabalarının anlattığı eserine “Satürn’ün Gölgesinde” adını vermiştir. Hollis için Kronos kadar Eros’da önemli bir tanrı figürü ve modern erkeğin nevrotik sıkıntılarını açıklamak için başvurduğu tanrıdır. Kronos kadar şiddet, güç ve zorbalık tanrısı değildir Eros.

Peki, Eros neden önemlidir? Mitolojik kaynaklarda, Antik Yunanlılara göre, tüm varlığın kaynaklarında yer alan ve aynı zamanda tanrıların en yaşlısı olabilen ve yine en genci olabilen olarak kabul edilen Eros’un her zaman öngörülemez olduğunu. Mekana aitlikten bağımsız olarak onun her yerde olduğunu kabul etmişlerdir. Eros bastırılıp yer altına sürüldüğünde öfkeli ve zalim olur. Kimseden rahatsız olmayan özgür Eros ibadetler için sunaklar inşa eder ve senfoniler yazar. Eros’un etki alanını aşk ilişkisine indirgenmesi nedeniyle çok daraltıldığını belirtmek gerekir. Eros elbette aşk ve cinsellik mevcut ama insani eylemlerimiz çok daha derin, sevgi gibi daha uzun ömürlü ve âşık olmaktan daha ziyade gizemli güçlerden etkileniyor denilebilir.

“Satürn’ün Gölgesinde” insanın gerçekte ne olduğunu, kişi kendine sevmeyi yasaklayıp (veya başkasının kendisine yasaklamasına izin verdiğinde) ve bu sevgiyi gösterdiğinde, bu gerçek olmayan sevgi, içsel bir korku ve belirsizlik, dışsal bir başkalarını kontrol ve itaat arzusu içinde ortaya çıkar. Sigmund Freud “Bir Yanılsamanın Geleceği-Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları” adlı eserinde: Eros’un insanlığı kaba gücün zorbalığından, barbarlığından kurtardığını belirtir. Eros, insanlığı bilinçsiz değil ama bütünüyle özbilinçli ussal birleşmelere doğru yönlendirir: “İnsanlık insan doğasının ereğidir.” Eros’un bilinçsiz olana en uzak, bilinçli olana en yakın olan duygu olduğunu belirtir ki... Eros, nefret duygusunu bastırmada, sevgi duygusunda ise bilince yakındır.

Herbert Marcuse “Eros ve Uygarlık- Freud Üzerine Felsefi Bir İnceleme” başlıklı eserinde; Eros üzerinde sonu gelmez kısıtlamalar en sonunda yaşam içgüdülerini zayıflatacağını, karşı çıkmaya “çağırılmış” oldukları güçlerin ise kendilerini yok etme kuvvetlerini güçlendirerek serbest bırakacağını ifade eder. Yine Sigmund Freud’un “Metapsikoloji” adlı eserinde Eros’u, Narsissistik libido varsayımı ile ve libido kavramının bireysel olarak genişletilmesi ile eşeysel (üreme işinde görev veren özel yaradılış) içgüdü bizim için yaşayıp-ölen canlıların parçalarını bir arada tutmaya çalışan, bi nevi zamk görevine dönüştüğünü belirtir. Eşeyselliği Eros’un nesnelere yönelik parçası olarak göründüğünü, kurgusal Eros’un yaşamın başından başlayarak etkin olduğunu “ölüm içgüdüsü” ile karşıtlık içinde “yaşam içgüdüsü” olarak kabul edildiğini belirtir Freud. 

Freud’a atıf yapan Marcuse’ye göre, zihinsel ekonomik bakış açısından, Süperego’nun işlev gören ahlak benzeri bir parçalanma ürünü olarak göründüğünü dile getirmektedir. Modern dünyada yabancılaşan Eros’un özgürleşmesi zorunlu olarak yok edici ve öldürücü bir güç olarak işleyecektir. Yine özgürleşen Eros’un yok ediciliğine karşı sağlamlaştırılmış üreme ahlakı devreye alınacaktır. 

Hollis ise, modern insanın uygarlığın yıkıcı güçlerini Eros’un üreme güdüsüne, aşk itkisini ise ekonomik olarak dönüştürmekte olduğunu savunur. Erkekler, pahalı arabasıyla, kocaman eviyle, yüksek makamıyla, statüsüyle övünen bir insandır. Bu insan kendisinde olan aşağılık duygusunu her şekilde ekonomik olarak telafi edecektir. Üst sınıf iş kahvaltıları ve insan gücü bu aşağılık kompleksinin dışa dönük bir ifadesi olarak hizmet edebilir, ancak gerçek dayanıklılığın acınası bir şekilde göstermelik bir yedek parçası veya yedek lastiğidir. 

Kısacası, uygarlığın getirisiyle aşağılık kompleksine nesne ilişkisiyle bastırmaya ya da gösterişin yıkıcılığıyla kullananların, sahip olduklarını düşündükleri benlikleri kendilerinin düşündükleri gibi değildir. Aslında yoklardır. Nesne var olduğu sürece onların Eroslar’ı ölüm-yaşam arasında işlevsellik gösterebilecektir. Yani her güç gösterisinin arkasında bir kompleks, kompleksin arkasında korku vardır. Hiçbir hayvan, insanlar için korkmuş bir hayvan kadar tehlikeli değildir. Sevginin olmadığı yerde sadece korku ve doldurulamayacak bir boşluk vardır. Sizce bir insan kimseyi sevmeyip aynı zamanda sakin ve kendine yetebilir mi?

Kabul ve annelik kompleksini de ritüeller açısından da değerlendirir Hollis...Ona göre, geçiş ritüelleri geleneğinde, annelik kompleksinin enerjisini doğrudan ve derinden etkilediği için, her birimizde mevcut olan son derece güçlü bağımlılık arzusunda büyük bir bilgelik olduğunu düşünmektedir. Bu hareketsiz cazibenin üstesinden gelmek içinde bilinçli duygusal deneyim gerektirmektedir. Aklı başında hiçbir insan gönüllü ayrışmayı istemez ve bu nedenle psikolojik ilgisizlik, korku ve bağımlılık hayatımızda baskın veya tehdit edici doğayı almaya başlamaktadır. Geleneksel kültürlerde erkek çocukların kabul törenleri kızların kabul törenlerinden daha geliştiğini, çünkü kızların annelerinden ayrıldıktan sonra yuvaya dönmeleri beklenilmektedir. 

Ritüellerde, erkek çocukları sadece anne kompleksinin hayatlarındaki özel öneminden dolayı değil, aynı zamanda erkek çocuklarının doğal dünyayı, “içgüdüsel” yaşamı terk edip yapay, insan yapımı uygarlık ve kültür dünyasına girmeleri beklentisinden dolayı etkilendiğini belirtir. Başka bir deyişle, rahat olma bağımlılığından kurtulmak için, genel olarak kaçındığınız koşullarda bulunmanıza izin vermelisiniz. Ama kendini yok etmeyi, kendini geliştirmeyi birbirine karıştırmamak için, bu tür ritüeller şart. Bir genç evden ayrılırsa sonu kötü bitebilir. Kampa ya da değişim programı üzerine ders çalışırsa ev sıcaklığından da mahrum kalıyor ama tehlikeler ve riskler daha az spontanedir.

 Hollis, her okuyucusunun zihninde farklı sorular oluşturacak bir yazar. 

Bir soruyla bitirmek gerekirse bu yazıyı: Eros’un sunduğu konfor alanınızda sonsuza kadar kalma arzusuyla nasıl savaşırsınız? Veya da ritüelinizin? 

Kaynakça:

Freud, S., Bir Yanılsamanın Geleceği-Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları

Freud, S., Metapsikoloji

Marcuse, H., Eros ve Uygarlık- Freud Üzerine Felsefi Bir İnceleme

Hollis, J., Satrün’ün Gölgesinde


16 Ağustos 2023 Çarşamba

NEDEN EDEBİYAT

Hafıza harika bir şeydir. Evet, bisiklet sürmeyi asla öğrenemeyeceğiz- kesinlikle harika. Ama daha az hoş şeyleri de asla unutmayacağız- utanç verici başarısızlığın, ideolojik düşkünlüğün, öğrenilmiş çaresizliğin, bağımlılığın, inanç ve tahminlerinin gözden geçirilmesinin anılarını unutmak ve kurtulmak neredeyse mümkün değildir. Tüm bu zihinsel çöpler zamanla birikir ve bizi daha sert, daha sıkışık, daha az meraklı hale getirir, elimizdeki fırsatları kaçırır, sahip olduğumuz keyifleri kaybederiz. Bu zihinsel çöplere karşı bizi içsel olarak güçlendiren, keyif veren, yaşama karşı esneten, merak duygumuzu harekete geçiren bir eylem vardır: O da edebiyat…edebiyat ve kitaplar olmasa yaşam ne kadarda sıkıcı olurdu. Şimdi sırtınızı oturduğunuz sandalye veya koltuğa yaslayıp elimizde bir fincan kahve eşliğinde fazla zamanınızı almadan okuma eyleminin keyfinden söz etmek istiyorum.

Hazırsanız başlayalım!  

Kimsenin size kitapların sıkıcı olduğunu söylemesine izin vermeyin! Kitap okumanın zor olduğuna inandırması için kimseye izin vermeyin.

Shakespeare, Dante ve Dostoyevski günümüzde konuşabilselerdi, bizlere derlerdi ki: “Oku, kendin oku.” Önyargısız okuyun. Birisi size Rus yazarların tehlikeli olduğunu, Shakespeare çalışmanın faydasız olduğunu, Dante okumanın eski moda olduğunu söylüyorsa, inanmayın. 

Ve bir şey var biliyor musunuz? Edebiyat en demokratik kişisel deneyimdir! Kitap okumak zihinsel özgürlüktür! Ruhun bakirliğidir. Çünkü sistem içinde prens, kral, halk olabilirsiniz, ama bir kitabın denizine daldığınızda artık kim olduğunuz, ne kadar iş yaptığınız önemli değildir. Kendiniz ve elinizdeki sayfaları okumaya başladıkça, anlama ve bilme isteği önemlidir. Kitaplarda kural yoktur, kanun yoktur, sınır yoktur, çünkü herkes “şu doğru, bu yanlış” dediğinde, sizi denizin yüzeyinden ötesine, karaya çıkmaya iten bir yazar vardır. Kendinize: Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” eserini okurken Raskolnikov’a neden öldürme rolü veriyor?  Jane Austen’in “Gurur ve Önyargı” romanını okurken Elisabeth Bennet neden Bay Darcy’nin sevgisini kabul etmiyor? Thomas Mann’ın Buddenbrook Ailesi eserinin sokaklarında gezinirken Thomas Buddenbrook kardeşinden neden nefret ediyor? 



Ve eğer edebiyat ne işe yarar diye merak ediyorsanız bilin ki hiçbir şey için değildir. Hiçbir işe de yaramaz. Pratik bir kullanımı yoktur. Ne kariyer yapmaya ne zengin olmaya ne toplumda başarılı olmaya gerek yoktur. Ancak, en yüksek özverisi toplumsal ya da bireysel “aptallığa zarar vermeye hizmet eder, genellemeler ve önyargılar utanç verici bir şey yapar.” Ama en önemlisi sadece bir tanesidir: Zevkle okumak. İçselleştirmek...


Kendi kitaplarıma her baktığımda kendimi iyi hissediyorum. Neden mi? Çünkü biliyorum ki harika okuma dakikaları beni bekliyor. Edebiyat gibi diğer okuma alanları da kişisel zevk alanıdır ve bu zevki kimse sizden alamaz. Kitap okuduğunuzda dış dünyanın penceresini geçicide olsa bir süreliğine kapatırsınız. Kelimenin tam anlamıyla farklı bir dünyadır orası. Tabii ki de sorunlar, tümsekler, günlük sorunları unutabiliriz. Okuyarak evde hissetmek gibisi yoktur. Bir diğer önemli olan şey ise, sizin ihtiyacınız olan eserleri bulmanız, her birimizin ihtiyaç duyduğu yazarları bulmamız, yani size söyleyecek bir şeyi olan yazarları bulmanızdır.

 



15 Ağustos 2023 Salı

NİETZCHE VE BABA WARGNER

 

Friedrich Nietzsche’nin tanıdığı tüm insanlar arasında besteci Richard Wagner (1813-1883) şüphesiz, onda en derin izlenim bırakan kişidir. Nietzsche, Wargner ile müzik açısından düşünsel anlamda aynı yaştaydı. Bu nedenle 1868’de tanıştıklarında 23 yaşındaki genç bilge, Wargner'i bir tür vekil baba gibi gördü denilebilir. Ama Nietzsche’nin asıl önemsediği şey Wagner’in birinci sınıf yaratıcı bir dahi olmasıydı. Nietzsche’nin düşüncesine göre dünyayı ve tüm acılarını haklı çıkaran türden bir biridir Wargner.

Nietzsche erken yaştan itibaren müzik tutkusu ve öğrenciyken doğaçlama yeteneğiyle sınıf arkadaşlarını etkileyen yetenekli bir piyanisttir. 1860’larda Wagner’ın yıldızı yükselir. 1864’te Bavyera Kralı II. Louis’in desteğini almaya başladı; Tristan ve Isolde 1865’te, The Meistersingers 1868’de, Das Rheingold 1869’da ve Die Walküre 1870’te gösterildi. Opera izleme fırsatları hem konumu hem de finansal açıdan kısıtlı olsa da Nietzsche Tristan’dan bir piyano notası aldı ve “geleceğin müziği” olarak düşündükleri şeyin büyük hayranlarıydılar.

Nietzsche Wagner’i ziyaret etmeye başladıktan sonra da, Wargner’in eşi Cosima ve çocuklarını da ziyaret etmeye başlar. Luzern Gölü kenarında güzel bir evdir. Nietzsche’nin klasik filoloji profesörü olduğu Basel’den trenle yaklaşık iki saat uzaklıktadır. Hayata ve müziğe bakışlarında, her ikisi de Schopenhauer’den çok etkilenmiştir. Schopenhauer’un yaşamını esasen trajik olarak da gördü. Sanatın değerini vurguladı, insanoğlunun varoluşun sefaletleriyle yüzleşmesine yardımcı oldu ve müziğin gururunu dünyanın altında yatan durmaksızın savaşan iradenin en saf ifadesi olarak bahşetti görünüş ve içini oluşturan.

Wagner genel olarak müzik ve kültür hakkında çok şey yazmıştı ve Nietzsche yeni sanat formları aracılığıyla kültürü canlandırmaya çalışma hevesini paylaştı. Nietzsche, ilk yayınladığı çalışmasında, Tregadyanın Doğuşu (1872) Yunan trajedisinin ‘müziğin ruhundan’ ortaya çıktığını savundu. Karanlık ve mantıksız bir “diyonisya” dürtüleri tarafından kullanıldı. Sonunda Aiskhylos ve Sophokles gibi şairlerin büyük trajedilerine yol açtı. Sonrasında ise Euripides tiyatro oyunlarında ve özellikle Sokrates’in felsefi yaklaşımında bariz rasyonalist eğilim de ustalaştı ve böylece Yunan trajedisinin ardındaki yaratıcı dürtüyü öldürmüş oldu. Nietzsche’yi bitirmek için şu anda gerekli olan şey Sokratik rasyonalizmin hakimiyetine karşı yeni bir diyonisya sanatıdır.



Söylemeye gerek yok. Richard ve Cosima kitaba bayıldılar. O sırada Wagner, Bayreuth’ta  operalarının yapılabileceği ve işine adanmış festivallerin yapılabileceği yeni bir opera tiyatrosu inşa etmek için para toplamaya çalışıyordu. Nietzsche’ye olan hevesi ve yazıları kesinlikle samimi olsa da, aynı zamanda onu akademisyenler arasında amaçlarının savunucusu olarak yararlı olabilecek biri olarak da gördü. Nietzsche, 24 yaşında  profesörlüğe olağanüstü bir şekilde atanmıştı. Bu nedenle görünüşe göre yükselen yıldızın desteğine sahip olmak Wagner’in şapkasında da olağanüstü bir kalem olacaktı. Cosima da Nietzsche’yi gördü.

Ama Nietzsche, Wagner’e ve müziğine ne kadar tapsa da ve muhtemelen Cosima’ya aşık olsa da kendi tutkuları vardı. Bir süre Wagnerler için ayak işleri yapmaya istekli olmasına rağmen Wagner’in baskın bencilliği ile giderek daha kritik hale geldi. Kısa süre sonra bu şüpheler ve eleştiriler Wagner’in fikirlerini, müziğini ve amaçlarını asimile etmek için yayıldı.

Wagner bir Yahudi karşıtıydı, Fransız kültürüne düşmanlık besleyen Fransızlara karşı şikayetleri daha da ağırlaştırdı ve Alman milliyetçiliğine sempati duyuyordu. 1873’te Nietzsche, Dr. Paul Rée ile arkadaş oldu.

Nietzsche, bir piyanist olarak arzu ettiği şöhreti yakalayamamış olsa da; felsefesi hayata karşı iyimser bir şarkıdır. Düşünceleri notasıdır onun….ancak paradoksal olarak ve kişisel durumuyla az uyumlu olmasına rağmen Nietzsche’nin eserleri her zaman varoluşa “evet” demek için sınırsız fırsatları da gösteriyor: kendi iç yaşamını onaylayan, ruhunun patolojileriyle savaşan bir Apollon’dur.


Nietzsche okumak kadar, onun yaşamını kaleme almak parçalı bir dünyada düzyazıya yerleştirilmiş kaotik bir düşünceyle yüzleşmektir. Kelimelerinin ruhani yoğunluğuna rağmen, aforizmaları anlamsızlığa batmıyor. Nietzsche’nin kendisine karşı olsa da; insanlığa bıraktığı eserlerin dümeni her zaman bir şeylere doğru gidiyor, yazısı limanı kaybetmiyor, denizde bile.

Nietzsche acılarını takdire şayan bir şekilde atlattı. Fiziksel hastalıkları onu çöküşe, intihara ve yaşama karşı ilgisizliğe bağışık yaptı. Acı çekmesi onu dünyada yaşamanın başka bir yolunu düşünmeye itti. Hiçbir şeyin canını acıtmayacağı bir ışık bulmak için çaresizdi. Felsefesi acıya rağmen günlük olaya kök salmak isteme saplantısının saplantısı, derin bir acı eseridir. Nietzsche felsefesi aşkın, ruhunun müziğinin, ondaki derin yaşama sevgisinin eseridir.

13 Ağustos 2023 Pazar

STAJYER

"The Intern" (Stajyer) 2015 yılı yapımı komedi filmidir. Yönetmen Nancy Meyers tarafından sinemaya aktarılmıştır. 

Filmin kahramanı 'Ben', 70 yaşında (genç ve sağlıklı yaşlıdır) eşini kaybetmiştir. Yas sürecini atlatabilmiş ancak beraberinde getirdiği içindeki boşluğun yalnızlığını atlatamamıştır. Gençlik döneminde bir uğraşı olmamasının sonuçlarını yaşlılıkta yapacak hiçbir şey bulamamasıyla ödemek zorunda kalmıştır.  Kahramanımız, içindeki boşluğu doldurmak için ne denerse denesin(yoga, Çince, tatile gitmek, evden sürekli dışarı çıkıp kendini meşgul etmek) işe yaramamaktadır, devamlı bir boşluk ve anlamsızlık içindedir. Bir oğlu vardır. Ancak uzakta yaşamaları nedeniyle kahramanımız çocuğunun yanında pek fazla vakit geçiremez ancak bunun özlemini de duyar.



Kahramanımız, tesadüfen bir iş ilanı görür, bir start-up şirketine deneyimli stajyer olarak başvurur ve kabul edilir. Şirketin yöneticisinin stajyeri olacaktır.  Şirket yöneticisi 'Jules', yaşlı kahramanımız Ben'e karşı önyargılı davranır ve stajyer olma durumuna çok da sıcak bakmaz. Bu süreçte Ben, pek de anlamadığı teknoloji hakkında şirketteki diğer kişilerin yardımını alır. İyi ilişkiler geliştirerek adeta şirketin amcası haline gelir.

Jules'un şoförlüğünü de yapmasıyla, Jules'in önyargısı pozitif yönelimli olur ve pek çok konuda fikir alışverişi yapmaya başlarlar. Jules'un ise anne babasıyla ilişkisi pek iyi değildir. Ben bir

nevi ebeveyn boşluğunu doldurduğu söylenebilir. Şirkete Jules'un iş yükünü azaltmak için yeni CEO alınmasını desteklemeyen Ben, Jules'e her defasında bir akıl hocası gibi davranır. Filmin sonunda Jules, şirkete CEO getirmekten vazgeçer ve Ben ile mutlu bir gün geçirir.

Filmde, farklı cinsiyet yönelimleri olanlar, etnik gruplar, toplumdan dışlanmış olanlar (psikolojik

rahatsızlıkları olanlar, eski mahkumlar vs.), bu kişilerin hepsi için istihdam oluşturmak bir yenilik, anlayış politikası incelikle detaylandırılmakta...Ancak kimsenin aklına birkaç yıl önce yaşama katkıda bulunmuş ve şimdiyse bir kenara atılmış gibi hisseden yaşlılar için istihdam/sosyal sorumluluk programları oluşturmak gelmez. 'Tecrübe asla eskimez' sloganıyla tanıtılan 'deneyimli stajyer' fikrini verdiği için topluma ve piyasa sistemine olumlu bir gönderidir.  ABD'de iş gücü istatistikleri bürosuna göre 2020 yılında 55 yaş ve üzeri stajyer oranının %25.2'ye çıkması beklenmiştir.

Filmde, birçok yaşlı, özellikle de sosyoekonomik olanakların iyi olmadığı ülkelerdeki yaşlılar, Ben gibi sağlıklı bir şekilde yaşlanmaz. Bu kişiler, hayattan umudu keser, çalışmaya kendini gerçekleştirmek için değil geçinemediği için tekrar döner, toplum tarafından daha fazla ayrımcılığa maruz kalır vs. bu nedenlerle film aslında tek taraflı kalarak yaşlılığı pembe gözlüklerle aktarım yapılmış gibi algılanabilir. Aslında, gerçek yaşlı popülasyonla karşılaşma izleyici açısından filmde tek bir sahnede oluyor ki o da stajyer Ben, şirkette görüşmeleri için beklerken gerçekleşiyor. Ancak, yaşlılığın olumsuz taraflarını, ailelerin neler yaşadığı aktarılmaz. İzleyicinin hayal gücüne ve deneyimlerine bırakılır.

Yaşlılık Psikolojisi açısından Ben sağlıklı ve genç bir yaşlıdır. Yaşına oranla oldukça dinç kalabilmiş bir bireydir. Erikson'un bunalım evrelerinden olan bütünlüğe karşı umutsuzluk evresindedir ancak Erikson'un sekiz aşamalı bu gelişim sürecinin ilk yedisinde başarıya ulaşanlar son dönemde dağılmaya karşı bütünlüklerini koruyabilirler. Ben'de, hayatına geri dönüp baktığında mutlu olduğunu ve yetmiş yaşından sonra "bir bütünlük oluşturamadım, yaşayamadım şimdi de az vaktim kaldı" gibi  umutsuzluk serzenişine kapılmaz. 

Heinz Kohut'un self psikolojisi açısından Ben'in kendini birçok alanda telafi etmeye çalışmaktadır. Kendini sosyal alanda telafi etmek için yeniden romantik ilişkiler yaşayama arzusu vardır. Bir zamanlar kendisi gibi gördüğü insanların yanında vakit geçirmek için sabahları 7 buçukta uyanıp kafelere gider. Günlük koşturmacada işlerine giden insanların arasına girer. Kendisinin bir zamanlar yaşadığı koşturmacalı hayattan emekli biri olarak Ben, çalışanların koşturmacasından memnuniyet duyma denemesi olarak cenazelere katılır.

Ben'in, Maslow'un kendini gerçekleştirme aşamasına geçemediğinin alt metnini vermektedir. Ki, Ben çocuğu ve torunda gerçekleştiremediği dedelik ve babalık rollerini yaşamak için girdiğini düşünüyorsak filmdeki durumu da hesaba katarak (Ben'in oğlu ondan uzaktadır, çok kısa bile olsa onlarla vakit geçirdiği zaman sanki onlara yük oluyormuş gibi hisseder) yaşlıların ailelerinden, çocuklarından ayrı yaşamasını ne kadar doğru buluyorsunuz? Hindistan gibi ülkelerde yaşlı aile üyeleriyle aynı evde yaşanır ve onlara bakmayan aile olduğu zaman ayıplanır.

Ben, patronu Jules'i idolü olarak mı gördü? Onun için mi ona bu kadar babacan bir tavırla yaklaştı? Her zorluğunda yanında olmak istedi? Bu süreçte kendisini hayata bağlayan bir sebep arayışın da olduğu için dayanak olarak Jules'i mi gördü? Bilinmez. Filmi izlemenizi öneririm. Size göre değişebilir her film....iyi seyirler diliyorum. 

 


9 Ağustos 2023 Çarşamba

 

Mission Impossible: Ölümcül Hesaplaşma

Ünlü aksiyon serisi ‘Görevimiz Tehlike’ serisinin yedinci filmi olan “Mission Impossible: Ölümcül Hesaplaşma’nın Birinci Bölüm”ü ABD’den üç gün farkla ülkemizde de vizyona girdi. Başrollerinde Tom Cruise, Rebecca Ferguson, Hayley Atwell, Pom Klementieff, Vanessa Kirby ve Simon Pegg gibi başarılı oyuncular rol aldı. Yönetmen Christopher McQuarrie’in gözünden insanlık için risk oluşturan tehlikeli silahların kötü niyetli kişilerin eline geçmemesi için mücadele eden ajan Ethan Hunt’ın (Tom Cruise) hikayesi anlatılıyor.

 

Görevimiz Tehlikeli’nin sonuncusunda, düşman insan değildir, varlıklar ve kişilerin ‘insan’ olmasını arzulamasına rağmen... Filmde düşman ‘Varlık’, dünyanın tam kontrolünü isteyen çoklu özerk yapay zekadır.

 


Görevimiz Tehlike’de olduğu gibi, aksiyon, macera ve bilim kurgu sineması genellikle çağdaş çatışmalardan çıkarılan unsurları dramatik bir bağlam olarak ele alır.

Açık söylemek gerekirse, filmde yapay zekanın Hollywood’un mega yapımlarında anti-kahraman değil de, bir kurtarıcı kahraman bir karakter olarak çıkmasını umuyordum. Olmadı! Yapay zekayı elbette, “Ölümcül Hesaplaşma” bağlamında geçmişin kalıntısı olarak, yani Rusya’yı özgürlüğün düşmanı olarak koymak için manikür kaynak olarak eklendiği de düşünebilir. 

 

Sosyal medyada tekrarlayan kıyamet hikayelerinde ve son on yılda bazı filmlerde, yapay zekanın dünyaya hâkim olacağı ve insanları yok edeceği bir geleceğin habercisi, Görevimiz Tehlikeli’nin son serisinde, korkuları ve belirsizlikleri çıkaran benzer bir ideolojik imgeleri de sunuyor. Üretim ve iletişim biçimlerinde önemli değişiklikler yapan bir toplumda unutulmamış. Mitoloji olarak sinema, klasik mitler gibi çağdaş beklentiler ve belirsizlikler, aynı zamanda kurulan gücün hikayesini, aynı zamanda kahramanın veya acı çeken ölümcüllerin anlatımını güncelleyerek ortaya çıkarmaktadır.

 Tıpkı, Antik Yunan’da olduğu gibi biz ölümlüler sadece şaşkınlık veya şaşkınlıkla izlenebilecek olan tanrılar ve kahramanların gösterisine boyun eğmişlerdir. Kötü bir yapay zeka dünyamızı tehdit ediyor ve sadece güvenliğimizi koruyan güçler bizi kötü bir sondan kurtarabilir. Filmde adeta bilinçdışımıza yapay zekayı “kabul edin zavallı ölümlüler!” algısı oluşturmak için...

 

Sinema, eski efsanenin yaptığı gibi vatandaşlığın kritik ve aktif rolünün önünü kapatır. Ve tanrısal tasarımlar karşısında, izleyicisini susmak ve saklanmak dışında hiçbir şeyin yapamayacağına ikna etmeye çalışarak inandırır.

 

Çağdaş kahraman, kurulan gücün dinamiklerini gizlemeden temsil ettiği için sahte kurtuluş tablosu olarak hizmet ediyor. Endişelenme, güvende olman için senin için bu işi yapıyoruz. Buna ise sinemanın izleyiciye, tekrarlı deneyimlerle içselleştirdiği tutarlı bir plasebo da denilebilir.

Sinemada nadiren güç hikayelerini kapatacak bir yansıma seçilir, vatandaş-izleyiciye geleceğin etik ve politik sorumluluğunu geri verir, determinist ve baba-list hikayeye karşıdır.

 

Düşüncelerimi okuyanlar bu noktada benim yansımam hakkında düşünebilir ve belli bir sebep olmadan değil: “Bu sadece bir film. Kahramanın görevleri tehlikelidir. Tadını çıkarın.” Mitoloji işe yarıyor. 

 

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...