28 Kasım 2015 Cumartesi

Kaybolan Yıllarda, Müebbet Bir Hapis Dünya

Auguste Rodin 1840'ta Paris'te doğar. Rodin ''Düşünceyi mermere işleyen adam'' olarak tanınır. O bir heykel yapım işçisi değil, düşünsel düzeyde heykel tasarımcıdır. Sadece Balzac'ın heykelini yapmak için altı yıl Balzac'ı araştırıp, inceler. Rodin kendi sözleriyle ''sürekli prova yapan terzi gibi'' çalışan heykeltıraştır. En Önemli yapıtları: Tunç Çağı, Cehennem Kapısı, Düşünen Adam, Öpüş, Calais Burjuvaları, Adam, Havva, Victor Hugo yer alır. 1916 yılında Rodin eserlerini Fransız hükümetine bağışlar, hükümet de ''Rodin Müzesi'' kurma kararı verir.
Rodin vasiyetinde yaşama ve sanata nasıl baktığını şu cümlelerle özetler:
'' En güzel konular önünüzde duruyor: Bunlar en iyi bildikleriniz...En önemli nokta heycanlanmak, sevmek, ummak, titremek, yaşamak. Sanatçı olmadan önca insan olmak!'' Rodin'nin yaşamında kadınlar ve aşk büyük yer işgal eder.

1857-1859 yılları arasında Güzel Sanatlar Okulu'na girmeye çalışır; üç denemesinde de başarılı olamaz, okula kabul edilmez. Kendi öz çabasıyla heykel sanatına yönelir. 1862'de kız kardeşi Marie, sevgilisi Barnouvin tarafından tekedilmenin acısına dayanamayarak ölür. Rodin olaydan kötü etkilenir, kriz geçirir, rahip olmak için manastıra kapanır. Ama orada yaşamını sürdüremez, tekrar normal hayatına döner, heykeltıraşlık mesleğine sarılır. 1864 ilk atölyesini tutar ve yirmi yaşındaki Rose Beuvet'yle tanışır. Birlikte yaşamaya başlarlar. 1866 yılında bir oğuları dünyaya gelir. Buna rağmen Rodin, Rose'la evlenmez. 1871'de Rodin Belçika'ya gider, Rose ile bağlarını koparmaz. Rodin'den olma çocuğun bakımını Rose yüklenir. Rodin'in sanattaki yıldızı 1877'den sonra '' Tunç Çağı'' heykeliyle parlar. Daha sonraki ''Düşünen Adam'' heykelini yaptığında artık Fransa'nın ünlü bir heykeltıraşıdır.

Camille Claudel 1864'te Rodin'den yirmi dört yıl sonra Paris'te dünyaya gelir. Orta halli bir ailenin kızıdır.  Çocukluğunu çamurla oynayarak, çamurdan heykeller yapmaya çalışarak geçirir. Annesi, Camille'nin heykellerle ilgisinden hoşnut olmaz; ama babası destekler, teşvik eder. 1881'de ailesi Paris'e taşınır, Camille akademiye yazılır. Hayatını artık heykeltıraşlığa adamıştır. 1883'de kardeşi Paul'ün büstünü yapar, bu büst Rodin'le tanışmasını sağlar. Rodin, Camille'nin yetenekli olduğunu fark eder, onun öğretmeni olur. 1884 yılında Camille, Rodin'den bir hediye paketi alır; paketi açar, kendisinin Rodin tarafından yapılmış büstüyle karşılaşır. Rodin aşkın tohumunu böylece atar. 1885 yılında bir aşk doğmuştur. Rodin kırk beş, Camille yirmi bir yaşındadır. Camille hiç kimseye göstermeden gizlice sever Rodin'i. Rodin'de ondan farklı değildir; o da gizli bir aşk yeşamayı tercih eder; çünkü ortada bir Rose vardır, onunla da ilişkisi sürmektedir. Ancak Rodin- Rose ilişkisi aşktan çok ''vefa duygusuna'' dayanır. Rose, Rodin'in en zor günlerinde ona sahip çıkmış, yoksulluk içinde yaşamayı ve çocuklarına bamayı yüklenmiş fedakar bir kadındır. Rodi onu tamamen bırakmayı hiçbir şekilde düşünmez. 

Camille, Rose'nin varlığını bilmektedir; ancak ''ya o, ya ben'' mantığına göre davranmaz; bu ilişkiye ses çıkarmaz. Onun sorunu Rodin'le rahatça görüşebilmektir. Rodin, Camille'i kaybetmemek için ev kiralamaya karar verir; hem heykeltıraş atölyesi, hem gizli aşk yuvası olabilecek yer...
Rodin, '' Le Clas Payen'' isimli evi kiralar. Bu evi özel kılan ise Musset ve Geoge Sand'ın bu evde oturmuş olmalarıdır. Camille mutlu olur, Rodin'e kendisini zincirleyerek daha çok bağlanır; kendini Rodin'in karısı gibi görür, hayal eder. 

Rodin-Camille aşkı heycanla devam ederken, Rodin'in  evde olmadığı bir zamanda Rose çıkıp gelir. Rose, Rodin'in kendisini aldatmalarına hiç ses çıkarmamıştır. Camille, Rose için büyük  tehlikelidir.
Le Clas Payen'de büük bir kavga olur. Rodin olayın üzerine gelir; Camille'e değil, Rose sahip çıkar. Rose ile birlikte gider, bir sürede La Clas Payen'e uğramaz; Camille'yi arayıp sormaz. Tam bu sırada Camille hayatının ikinci darbesini yer; annesi tarafında evden kovulur. Artık kalbileceği tek yer La Clas Payen'dir.  Rodin olayı öğrendiğinde ''tedirginlik duyarak'' Camille'e destek çıkar; Rose onu evde beklemektedir. Rodin iki kadın arasında sıkışıp kalmıştır. Camille'i sevmektedir; fakat Rose'u bırakmak istemememektedir.

 1889'da Camille alçıdan yapılmış ''Sakuntala'' heykeliyle mansiyon ödülü kazanarak yetenekli heykeltıraş olduğunu göstermiştir. 1892 yılına kadar Camille, Rodin'in yanında fazla gözükmeden onu izler, aşkını sürdürür. Bu yıllarda yeni bir sorunla karşılaşır; Rodin'den hamile kalır. Çocuğu doğurmak için Islette Şatosu'na taşınır. Yalnızlıklar içinde hamilelik dönemi yaşar. Rodin yeterince yalnızlığını paylaşmaz; çocuk doğarken ölür; Camille için aşkta dönüm noktasıdır bu...1893'de Rodin'le ilişkisini askıya alır. Yoksulluk çekerek küçük bir atölye kurar. Güzel Sanatlar Akademisi üyeliğine kabul edilir. Akademi yöneticisi olan Rodin tekrar görüşmek ister ama Camille kabul etmez. 1896'da Rodin onu Cumhurbaşkanı ile tanıştırmak için sergiye çağırır. Camille'nin yanıtı şöyledir:

'' Mösyö Rodin, Beni Cumhurbaşkanı ile tanıştırmak üzere yaptığınız  nazik davete teşekkür ederim. Atölyemdem iki aydır dışarı çıkamadığım için bu vesileye uygun bir kıyafetim yok. Elbisem serginin özel açılışı için ancak yarın gelecek. Üstelik, mermerden küçük kadınların üzerinde çalışıyorum, bazı çatlamalar oldu, bütün gün onların üzerinde çalışmak zorundayım, yarın açılışa hazır olurlar umarım( eğer sergilenme zamanları geldiyse tabii). Beni bağışlayın ve iyi niyetime inanın. Teşekkürlerimle. Camille Claudel

Camille ne sergiye gider, ne de yaptığı eserleri gönderir. Merak nedeniyle akşam atölyesine gelenler Camille yerine kiralanmış kırmızı elbise bulurlar. 1905'te Camille'in açtığı segiden sonra durumu kötüleşir. Yaptığı heykellerden bir kısmını kırar, paranoid davranışlar gösterir. Korku ve kuşku krizlerine girer. Kimsenin bilmediği yerlere kaçar, saklanır. 1913 yılına kadar kadar kötü koşullarda yaşar. Rodin hayatının keyfini çıkartmaktan, yeni kadınlar bulmaktan geri kalmaz. ''Aşk kumar gibidir; ama bu kumarda en çok kadın kaybeder. Rodin aşklarını yaşarken Rose onu evde bekler. Rodin'de bu bekleyişin ödülü olarak onu terk etmez. Ocak 1917'de Rose ile evlenir; ama Rose mutluluğu yaşamadan on beş gün sonra ölür. Kasım 1917'de Rodin dünyay gözlerini yumar, Rose'nin yanına gömülür. Mezarlarının başına bir ''Düşünen Adam'' heykeli dikilir. Camille 1913'de kapatıldığı akıl hastanesinde korkunç günler yaşar. Oradan çıkmak için ailesine yazdığı mektupların hiçbir yararı olmaz. Camille akıl hastanesinde yaşadığı acılı hayatın, çaresizliğin, üzüntünün izlerini oradan ailesine, kardeşine gönderdiği mektuplarda kaleme alır.

'' Buradan bir an önce çıkmak istiyorum...Niyetin beni burada bırakmaksa, benim için dayanılmaz olduğunu bil!'' (...) ''Bana gelince burada yaşamaya devam etmek zorunda olduğum için öylesine üzgünüm ki! Canlı bir varlık bile değilim.'' (...) ''Benim yerim burası değil, beni bu ortamdan kurtarmak lazım; on dört yıllık böylesi bir yaşamdan sonra, avaz avaz özgürlük istiyorum.''
Camille otuz yıl akıl hastanesinde ölüce yaşar. Ekim 1943'te ölür. Yaşamında olduğu gibi öldüğünde de kimsesizdir. Kimsesizler mezarlığına gömülür. Mezarı kaybolur, bulunmaz... 

Alıntılar: Tarihin Silinmez Mürekkepli Aşkları

27 Kasım 2015 Cuma

İnsanlar Birbirlerinin Eserleridir

''Her yerde faydayı aramak vakar duygusuna sahip özgür kimselerin tutacağı yol değildir.''  der Aristotales. 

Her bireyin içselliğinde olan faydacı dürtüler, diğer bir deyişle insanlar çevrelerinde olup bitenleri bir bekleyiş çerçevesinde algılamak üzerine yapılandırılmış stereotip inançlar içinde yetiştirilir. Geleceği yordamlayabilmek için yaşamımızdaki geçmiş deneyimlerimiz yapılandırmakta ustalaştırılmaktayız. Çünkü yaşam içinde farklılıklarımızı ortaya çıkarmamız istenir, bizlerden...İnsanlar olarak temelde de tutucu eylemlere sahiplik edinimlerini kazanırız. Şöyle ki, geçmişimize döndüğümüzde bizleri şekillendiren insanların fiziksel farklı versiyonuyuz aslında.

''Eğer bir çocuk kötü davranışlarından ötürü cezalandırılır, iyiliğinden ötürü ödüllendirilirse bu durumda o sadece ödül için doğru davranacaktır; ve hayata atılıp da iyiliğin her zaman ödüllendirilmediğini, kötülüğün de cezalandırılmadığını gördüğünde sadece hayatta nasıl muvafak olabileceğini düşünen ve hangisini kendi yararına görürse buna göre doğru ya da yanlış davranan bir insan olacaktır.'' der Immanuel Kant. Çok yaygın olarak otoriter yapının egemen olduğu ailelerde, tüm kararları ebeveynler verir. Birçok konuda sayısız kural koyar.


Suçluluk duygusu, çocukluk evresinde korku denen duygunun doğasından çok şey barındırır kendi içinde; çünkü korku, belirsizlikler içinde zihinlere ekilir. Oysa insanlar evrensel eğilimlere yönelik yetilerle varlık olgusu üzerine yaratılmış aidiyetleri vardır. İnsanda doğuştan gelen (acıkma, ağlama, isteklerini dile getirme vs...) gibi evrensel olgulardan ayıran ise her varlığı kendi gibi olma ya da olmaya zorlamalarla telakki etmeye ve her nesneye aşinalık duyduklarını, yakından tanıdıkları özellikleri kendilerine atfederler.

Rogers'a göre benlik kavramımızla tutarsızlık gösteren organizmik deneyimlerimiz toplumsallık içinde kaygıya, kaygıda ''inkar'' ya da ''çarpıtma olarak savunmaya geçtiğimizi savunur.  Birçoğumuz dışsal standartları benimseyerek onların bize ait olmadığını inkara gideriz. Aslında her insan ortaya çıkması halinde önem verdikleri kişiler tarafından onaylanmayacağı hatta reddedileceğini çocukluk evresinde ''ödül-ceza'' döneminde kazanmıştır. 

İnsanlar bu düşüncelerin ve isteklerini dışa vurmak ya da kabul etmek yerine çarpıtarak bilinçlerinden uzaklaştırmaya çalışırlar. Sonuç olarak evrensellik üzerine donatılmış insan kendisiyle, kendi gerçek duygu ve özelliklerinden bağlarını koparır. Oysa  ''ödül-ceza'' yerine koşulsuz olumlu saygı-sevgi gördüğünde insan (çocuk) ne yaparsa yapsın kabul göreceğini ve sevildiğini bildiği için olumsuz yönlerini inkara gitme ihtiyacı duymayacaktır. Bu yüzden anne- babalar çocuklarının yaptıkları davranışları onaylamasalar da onları her zaman sevilebileceğini ve kabul edileceğini hissettirebilmelidir. Toplum içinde karşılaştığımız, iletişim kurduğumuz her birey içinde geçerli bir olgudur. 
Marx'ın bilinen söylemlerinden biri tekrar ettiğim için şimdiden özür diliyorum!

Marx, "Asacağımız son kapitalist, muhtemelen bize asma halatını satan kişi olacaktır."sözüne atıf yaparak. Kapitalizm bireyi daha ailede ''ödül-ceza'' başarılar, istekler, metalar üzerinden çağrışımlar öğrenerek büyüdüğü evreni olduğunu var sayarsak...  Sistem dizaynı içinde faydacılık üzerine güdülenmiş bireyler olarak son kapitalist dünyada yine kendimiz olmuyor muyuz...Ya da yetiştirilmiyor muyuz... Kapitalizm, birbirine benzeyenlerin hekimidir.

Hobbes'in dediği gibi "İnsan,  insanın kurdudur."




26 Kasım 2015 Perşembe

''Ruh Bir Dayanak Olmaktan Çıkınca Özgürleşir Ancak''

Franz Kafka, '' Ruh, bir dayanak olmaktan çıkınca özgürleşir ancak. Dönüp dolaşıp kendini zarara uğratacak şeyleri kim ister? Bunu isteyen insanlara rastlanıyorsa, hatta her insanda durum biraz gözüküyorsa, bunun nedeni, insanın iki kişiden birinin kendisi için yararlı olanı isterken, eyleme geçmek için yarı düşüncesine başvurulan ötekine zarar vermesidir. Karara varırken değil, henüz en başta ikincinin yarı-düşüncesine değer verilirse, karar konusu olacak istekte silinip gidecek.''der.

İşte, insanların gerçekliğinin korkusu bu olmalı ki; Çürük bir elma kokusu yayıldı o an gökyüzünden... Rengi yok, tadı yok! Sadece çürük bir koku yayıldı yeryüzüne...
Hiçbir şey yaşamın kanıtı da değildi, çünkü milyonlarca isimsiz insan vardır. Son nefesini veren için yerine hayatı soluyacak isimsizler de sıradadır. Sıralamada kaçıncı olduğunu biliyor mu, insan?
Hayır! Onu da bilmiyor.

Dostoyevski: "Her şeyin farkında olmak tam bir hastalık" der. Zira dünya, toplum yahut tek tek bireyler ve bunların getirdiği sonsuz karmaşa. Sayısız hırs,acımasız rekabet;meta düşkünlüğü.. Bütün bunların getirdiği, şekillendirdiği, adeta silip yeniden var ettiği korkunç bir dünya...

 Bu dünyanın tam ortasında kalakalmak... Ve bu muazzam kargaşaya cılız kelimelerle itiraz etmek! İsimsiz insan olmayı kabul etmemek yaşamdır. Franz Kafka, ''Kendini insanlığa bırak sına. Şüphe edenin şüphesini, inananın inancı besler.'' der aforizmaların da. 
 Evet, anlamadığını, anladığında büyür insanlar. İnsanlığın sömürgecilik mirasının geniş boyutlarda ölüme ve yıkıma yol açması gibi, ötekini yok ettiğini unutulabilir mi...Muhafazakarlar, liberaller ve şirket kültürü taraftarları tarafından sürekli demokratik bir toplumsallık, bireysel haklar ve sosyal açılımlar sağlamak ve meşrulaştırmak adına  kaygılarını üzerimize yıkarlar. Bir yerde de, öfkelerin zeminini yaratan en çiğ alanları ortadan kaldırmaya kalkışan sistem içindekiler de ''ahmaklar'' olarak tasvir edilirler. En çarpıcı ve açık bir şekilde  sistemin karşıtlığına Dostoyevski şöyle cevap verir:

''Nasıl yaşadığıma gelince, sizin kendi yaşamınızda yarıda bıraktığınız şeyleri ben sonuna kadar götürdüm. Üstelik siz ödlekliğinizi ölçülü davranış sayarak kendi kendinizi aldatıp avunuyorsunuz. Bu duruma göre, ben sizden daha canlı bir insan olmuyor muyum?''der.

Çünkü bireysellik asla insanlara kafi gelmez. Varoluşmakta olan karakterler ve insanların çarpıp durduğu, aslında orada olmayan farkındasızlıklar örter ruhları...
Oysa kalabalıklar içinde içinde yaşamak ruhu boğar.  Çünkü insanları en çok suçtan arınmışlık tedirgin eder. Vicdanları susmuştur, kendileriyle baş başa kalmakta ürkütür, onları...Bedenleri soğuk bir kafes, ruhları ise sarmaşık ölümdür kalabalıklar içinde. Dolanır ruh dolanabildiği kadar ama nafile. Ne kafesin içine girebilir, ne de dolanabilir yeryüzünde...

25 Kasım 2015 Çarşamba

''Ölmek Sevmekten Daha Kolaydır''

Elsa Triolet, Rus asıllı Fransız romancı. Moskova'da 1896 yılında doğmuştur. Romanlarında toplumsal konuları işler. 1944 yılında Fransız edebiyetının önemli ödülü Goncourt'u alır.
Başlıca eserleri: Avignon Aşıkları, Mayakvoski, Bin Pişmanlık Naylon, Ruh, Yabancıların Randevusu, Veresiye Güller ve Beyaz At,  eserleri arasındadır. 

Elsa Triolet, hayatında aldığı yaralar nedeniyle her şeye sorgulayıcı gözle bakar. Sanata da taraflı gözle bakar. Ve şöyle der: '' Bir sanatçı her türlü sömürenin, baskının ve geriliğin düşmanı değilse gericidir.'' Bu nedenle yazarın açık dille, yalın yazmasını savunur. Yazılanları sıradan insan anlamalıdır. Kendi üslup anlayışını şu sözlerle özetler:
'' Açık seçik yazıyorum. Hemen ayrımına varılacak olanın içinde kalıyorum'' der. Triolet, yazmanın eylemine aynı zamanda kattığı sözcükler basit  gibi görünse de sade bir felsefe dilini de yansıtır: '' Üslup yazılan şeyin giysisi değil, derisidir; onu çıkarmak yazıyı soymak değil, derisini yüzmektir'' der. Hemen daha basite indirerek, '' Halk yazarı, eskinin büyücüsü gibi hastaları, cinlerin ellerinden kurtaran ya da bugünün psikanalisti gibi kütleyi sebebini bimediği acılardan kurtarmaya çalışan kimsedir.''

Elsa Triolet'in hayatı Rus şair Mayakovski ile kesişmesiyle değişime uğrar. Kim bilir? Belki de bu nedenle toplumsal romanlara imza atmıştır...

On yedi yaşında olan Triolet'le 1913 yılında Mayakovski tanışırlar. Büyük bir aşk başlamıştır. Triolet'in büyük kız kardeşi Lili Brik'le, Mayakovski ile 1915 yılında karşılaşırlar. Bu büyük aşkın bitişinin ayak sesleridir. O sırada büyük kız kardeşi Lili Brik 1912'de Ossip Brik'le evlenmiş ve yaşamaktadır.  Elsa Triolet, Mayakovski ile birlikte Lili- Ossip'in evine gelir. Dört kişinin bulunduğu odada Mayakovski gözlerini Lili'ye dalgın dalgın dikerek ünlü eseri, '' Pantolonlu Bulut'' şiirini okumaya başlar:
''Umurumda mı benim
Ha yüreğim demirden olmuş,
Ha tunçtan olmuş bedenim.
Boğulmak isteniyor gümbürdeyişi
dişi
ve yumşak olanla gece''

ve şiir bittiğinde Mayakovski sayıklar gibi okuduğu coşkulu şiir üç kişinin hayranlık bakan gözleri önünde Lili'nin yanına gider, '' Bu şiiri size adayabilir miyim?'' diye sorar ve yanıtı beklemeden şiir defterini açıp ''Pantolonlu Bulut'' şiirinin başına yazar: Lili Brik'e...

Mayakovski'nin gözlerindeki aşkı üç kişide görür. Elsa'nın kendisi; Ossip'in, Lili'yi kıskanabileceğini düşünmez. Elsa, ara vermeden duygularındaki kıskançlık ve çelişkiyi Mayakovski'ye mektubunda ifade eder: '' Ne yazık, bana öyle geliyor, siz hala bir yabancısınız  ve ben sizin için hiç de önemli değilim... İnanmak güç ama  şimdi öyle işte. Lili'yle ortak bir dostluğumuz yok.''  Elsa için ayrılık çanları çalmaktadır. Elsa, Fransız süvari subayı Andre Triolet ile evlenir, fakat sonra boşanır. 1928 yılında  Fransız yazar Louis Aragon ile tanışır.  O dönemde de Aragon hayattan bıkmıştır. Elsa ile karşılaştığında kendi durumun-duygusunu şu dizelerle ifade eder:

''Beni bulduğun o gece çam deviren bir söz gibiydim
Geceleri ahırlarda geçiren bir serseri
Bir köpektim tasmasında sahibin adı yazılı
Öfke ve gürültülerle dolu başka çağların adamı.''

Elsa, Aragon için hayata başlamanın anlamı olur.
Aragon bunu itiraf eder:
''Hayatım ancak seninle başlıyor.'' der

Kırk iki yıl birlikte sanatta üreterek yaşarlar. Elsa kendi adına yazılmış şiirleri duyarak ölür.
'' Bir büyük sır söyleyeceğim sana
Beceremem ben sana benzer zamandan söz etmeyi
Senden söz etmeyi beceremem ben
İnsanlar vardır hani istasyonlarda
El sallayan tren kalktıktan sonra
Yeni ağırlığıyla gözyaşlarının
Kolları yana düşer onlara benzerim ben''
Mayakovski'nin acısını, romanlarında hissedersiniz.

Alıntılar: Elsa Triolet, Kara Fabror Volodja
Vlademir  Mayakovski, Mektuplar, Berfin, 1997

24 Kasım 2015 Salı

"Herkes kendi zayıflıklarını bildiği için kimse bir diğerine güvenmez."

Bizden önce var olan her insan bizler için bir beyaz adamdır. Aslında dünyaya gelen her birey de bir yerli! Papalangi denince beyazlar ya da yabancılar anlaşılır. Ama '' göğü delen'' anlamına gelir. Samoa'ya ilk misyoner yelkenliyle gelmişti. Yerliler bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüler, beyaz adamın içinde çıkıp geldiği bir delik. O göğü delip geçmişti. ''Papalagi'yi okumak yetmez. Bizim içimizde küllenmiş olan duygularımızı yeniden canlandırmayı da öğrenmemiz gerek.'' 

Avrupa’nın masumiyetini yıkan kötü ruhu temsil ettiğini düşünen kabile reisi tuiavii, bizlere hiçbir zaman sahip olamayacağımız bir bakış açısıyla kendimizi anlatır. kendimize hiçbir zaman tutmaya cesaret edemeyeceğimiz açıdan bir çeşit ayna tutar ve saf bir üslupla düşüncelerini dile getirir. 

Bizim unuttuğumuz ritüel hayatın içinde bizi hatırlatan sözleri can alıcıdır:

'Birçok beyaz adam, başkalarının kendisi için kazandığı paraları üst üste yığdıktan sonra bunları çok iyi korunan bir yere getirir. Sonradan da üstüne ekler durur. Günün birinde öyle bir an gelir ki kimsenin çalışmasına gerek kalmaz'' (...) ''Şimdi, ne diyelim ki birinin çok parası var; hem öyle çok ki yüzlerce, binlerce kişi bu parayla işlerini yoluna koyabilir. Ama bu paradan zırnık koklatmaz.Oturur ağır kağıtların üstüne, kollarını sarar yuvarlak metallere, gözlerinde hırs ve zevk parıtılarıyla bakınır durur.'' Sonrasında da can alıcı sorusuyla devam eder.  'Bu kadar çok parayı ne yapacaksın?'' diye soracak olsan'' der. ''Bu dünyada giyinmekten, açlığını ve susuzluğunu bastırmaktan başka ne istersin?'' desen, söyleyecek söz bulamaz ya da 'daha çok istiyorum, daha çok, daha çok,'der. Böylece paranın hasta ettiğini, bütün duyularını ele geçirdiğini anlarsın.''der (sayf. 39-40)
Para ve kötülük kavramını birbiriyle bağdaştıran ve parayı beyaz adamın tanrısı yapan Tuiavi, “kötülüğü ve beyazların korkusunu tanımamış olmanın mutluluğunu hissedin.” diyerek beyaz adama olan bakışını çok net yansıtmıştır.
Beyaz adamın hiçbir zaman vazgeçemediği “şey”leri vardır ve çok anlamsızdırlar Tuavi’ye göre. beyaz adamsa yerlileri hiçbir şeyleri olmadığı için zavallı görür ama yerlilerin o şeylere ihtiyacı zaten yoktur, çünkü şeyler insanın yaptıklarıdır ve yaratıcı'nın yarattıklarıyla ile boy ölçüşemezler. beyaz adamın, şeyleri icat ettiği için kendini tanrı gibi görmeye başladığını düşünür. Tuiavi’ye göre beyaz adamın kentleri bomboş el gibi çorak olduğu için o “şey”lere sarılır ve onlarla avunur. ona göre insan çok fazla 'şey'e gereksinim duyuyorsa, bu büyük bir yoksulluğun göstergesidir ve beyaz adam çok yoksuldur. 
papalagi, yalancı yaşamlar mekanına gitmeyi ve gerçek hayattan uzaklaşmayı sürü gibi görürken, yine ona göre gazete tüm insanları tek bir kafa haline getirmeye ve tüm insanların kafalarını ve düşüncelerini ele geçirmeye çalışır. kitabı okurken aklıma ilk gelen şey, anlatımın sanki büyümüş de küçülmüş şeklinde tasvir edebileceğimiz saf dil betimlemelerle dolu olması.. Benzetmelerdeki mantık örgüsü kimi zaman “acaba gerçekten mi?” diye düşündürürken bazen hafif bir tebessümle bazen de düşünceli bir tavırla “evet sanırım öyle” cevabını vermenizi ve bambaşka bir açıdan hayatımıza ve genel olarak yaşamın anlamına biraz daha düşünerek bakmamızı sağlamak...

 Hayat insanları, soğuk kayıtsızlık içinde bir yaşam sunmakta , zaman ise hepimizin kendi maskelerini bir bir çekip  alıyor...zamanla... Fakat bazılarımız hep aynı maskeyi kullanırız, zaman yıpratır, kirletir maskelerimizi. Kendine tutumlu kimselerizdir aslında da...Bir kısmımız geleceklerine saklarlar tutum maskelerini; bir kısmımız da var ki yorulmadan maske değiştirir yorulmacasına, ama yaşlandıkça da anlarız ki bir sonuncu maske kalmıştır ellerimizde ,ve bu son maskedir

Kapital sistemde nasıl uyum içinde yaşadığımıza ikinci bir gözle  baktırırken; kendini  farklı açılardan görmek isteyenlere Erich Scheurmann'nın'' Göğü Delen Adam'' eserini nacizane öneririm.



23 Kasım 2015 Pazartesi

Özlem, birşeyi '' yanlış yere koymak''tı.

''İnsan, insanı hakkında bir yargıda bulunamadığı sürece sever, yüceltir. Özlem, eksik tanımanın bir sonucudur.'' der Thomas MANN

Özlem, birşeyi '' yanlış yere koymak'', aslında o şeyi nereye koyduğumuzu unutmak anlamına gelir. Ya da ''yerine konulanı unutma'', yeri değiştirilmiş olanların bulunma koşulları nedeniyle ilgimizi çeker. Bir şeyin yerini değiştirmenin asıl sebebi oradan ayrıldıktan sonra aradığınızı bulmamanın tuhaf keskin kokusudur, ruhunuzdaki.... Oysa güncel hayatta çalışırken kendimizi bile özler hale geliyoruz ve hatta unutabiliyoruz.. Sabahleyin akşama kadar neler yapacaklarımız konusunda bir şeylerin niyetine gireriz. Bütün gün hatırlayabiliriz. Oysa bu niyetimizi sürekli aklımızda tutmak zorunda değiliz de. Tutmak zorunda bırakan toplumsal görevler ile kabul edilmememiş içsel tahminler arasında mücadele vermemizden kaynaklanır.

Her hangi bir nesnel düşünme yoluyla değil ama içselliğin sonsuz tutkusuyla insan (özne) hayatı boyunca neye sahip olmaya çalışır? İnsan olarak masumiyet halimizi kaybetmedeki halimizde nesnel olmaya başladığımızı anlamamak olabilir mi? Eğer bir insan ''yanlış yere koymak''la özlemin ölümsüzlüğünü nesnel bağlamlara bağlar ve bir başkası da sonsuzluk tutkusunu özlem belirsizliğine bağlarsa; her iki yanda da aynı eşit bulunma içinde varolan kişiler için yaşam dengesi söz konusu olması mümkün müdür? Nesnel olarak, soru yalnızca düşünmenin katagorileri hakkındadır ki... öznel olarak, özlem de, yargı da  öznenin içselliğindedir... 

Toplumsallık içinde öznel olabilen ya da olabilmek isteyen yargı veremiyor, bildiremiyorsa... yaşamın hangi alanında çocukluktan başlayarak  hangi konuda kendi içsel özlemimiz adına yargıya varabiliyoruz? Yargıya vardığımızın  düşünme becerisi sistemi içinde yetiştirilmedik mi? İnsanı ön plana alan, insanı yücelten ancak kapitalist sistemde varlığını sürdürmeye çalışan sayısızca işletme var. Burada işletmeden kasıt toplumun içindeki insan işletim sistemidir.  Toplumların salt ideolojilerinin varolmak için kullandığı özneler. İnsanlar için hayatlarının geçmişini en baştan başlayarak  hatırlamak ürkütücü gelmiştir. Özlemi ''yanlış yere koymak'' , '' yerine konulanı unutmak'' eylemini bilinçsizce tekrar eder durur. Bu nedenle insanlık hep gelecek tutkusuyla beslenmiş ya da sonsuzluk tutkusunu özlem belirsizliğiyle örtmeye çalışmıştır. Şüphesiz, bu ikilem içinde olmaktan öğrendiğimiz şeyleri nasıl anlamamız gerektiğidir.
''Nasıl olur da insan kendine uygun gördüğü rol uğruna, kendini ortadan kaldırır?'' der Simone de Beauvoir

                                                                          

22 Kasım 2015 Pazar

''SAVAŞA KARŞI SAVAŞMAK GEREKİR''


 "O zamandan bu yana yaptığı tek şey, yenilmiş olduğunu hatırlatan bir sahneye dönüp bakmaktı" der Jonathan Franzen. Günümüzde ise herkes yazar ve şair sosyal medyanın da sağladığı kolaylıkta bir teknoloji devrimi yaşıyoruz. Kötü bir yazar olmaktansa iyi bir okur olmanın nasıl bir ihtiyaç olduğunu Borges," Bazıları yazdıkları ile övünebilir. Ben ise okuduklarımla gurur duyuyorum." sözleriyle hatırlatır.


Edebiyatın mızmızlara, nazeninlere ait bir alan olmadığının en güzel kanıtını ise Zweig'in derin duygulu kelimeleridir. Sert bir yumruk, hatta surata atılmış bir tekme gibidir adeta. 

STEFAN ZWEİG Avusturyalı romancı, öykücü, araştırmacı, oyun yazarı ve şair. Tarih, psikoloji üzerine eğitim görür. Tolstoy, Nietzche, Balzac, Dostoyevski, Baudelaire üzerine yaptığı psikolojik içerikli incelemeler onun tanınmasını sağlar. Duygulu bir  kişiliği Zweig savaşa kaşıtı, barış yanlısıdır. Şu sözü onun ne kadar barışçıl olduğunu ortaya koyar. '' Savaşa karşı savaşmak gerek'' diyerek insanın, insancıl yönüne dikkat çekmek ister. Faşizm'den nefret eder.

Maksim Gorki'nin yakın dostudur. Hitler döneminde kitapları meydanlarda yakılır. Eserleri arasında Duygu Karmaşası, Yıldızın Parladığı Anlar, Bir Satranç Öyküsü, Kalbin Sabırsızlığı, Masalımsı Bir Gece ve Vicdan Zorbalığa Karşı eserleri önemli yer tutar.
Masalımsı Bir Gece adlı öyküsünde, 1914 yılında savaşta ölecek bir subayı konuşturarak kendi tutumunu anlatmaya çalışır:

'' Ben şimdi sizlerden değilim, bundan böyle sizin değilim. Şimdi ben sizin dışınızda, yükseklerde, ya da çukurda yerdeyim. Fakat sizlerin burjuva rahatlığınızın dümdüz kumsalında da değilim artık, değilim. İnsanda iyiye  ve kötüye karşı duyulan arzuları ilk kez hissettim; fakat sizler nerede bulunmuş olduğumu hiçbir zaman duyamıyacaksınız, beni hiçbir zaman tanıyamıyacaksınız. Ey insanlar, siz benim sırrımdan ne bilirsiniz'' kaleme alır.



Bu öykünün bitiş cümleleri insanlığa bırakılmış tarihsel önemli mirastır:
''Kendi benliğini bulan kimse şu dünyada hiçbir şey yitirmez. Kendi içindeki insanı tanımış olan bütün insanları da tanır.'' cümlesiyle kendini anlatır.

Üç Büyük Usta eserinde, ''Yol karanlıktır, insan içinden tutku ve hakikat aşkı ile yanmalıdır, yanlış yollara sapmamak için: Onunkine girmeye kalkmadan önce kendi derinliğimizi baştan sona dolaşmalıyız. O haberciler göndermez, sadece deneyim bizi Dostoyevski’ye götürür. Ve onun şahitleri yoktur, bedeninde ve zihninde sanatçının şu üç mistik biriminden başka: Yüzü, kaderi ve eseri.'' etkilendiği edebiyat ustalarını yüceltir.

Zweig, acı çeken insanın ruh halini belki de en iyi aktarmış olan yazar. Yaşadığı dönemin izlerini  kalemine o kadar yansıtmıştır ki, eserlerinde anlatılan olayların karakterlerin arka planında koskoca bir dünyanın birbirleri ile uğraştığını, kan döktüğünü hissedebilirsiniz. Zweig betimleme konusunda bir ustadır. Bu ustalığını mekan, çevre üzerinde kullanmaktan ziyade duygular ve karakterler üzerinde kullanır. Belki de bu yüzden çok fazla karşılaşamayacağınız kadar derinlikte insanlar tanırsınız Zweig'in iç dünyanıza yaptırdığı yolculukta.Acıma ve merhamet duygusu yoksa, acı çeken birey tamir edilmesi gereken bir makineye, iyileşmek zorunda olan bir nesneye dönüşür. Okumaya karşı savaş açmanın yollarını bulma umuduyla...

Alıntılar: Masalımsı Bir Öykü
Üç Büyük Usta,  Balzac – Dickens – Dostoyevski...

21 Kasım 2015 Cumartesi

İKİ NEVROTİK SEVGİNİN TOPLAM SONUCU SIFIRDIR.



1918'de Cezayir'in kentine yakın bir ormancı kasabasında hayata gözünü açar Louis Althusser. Sorunlu bir çocukluk dönemi yaşar; annesine eziyet eden babasından nefret ederek annesine kendini sevdirmeye çalışır. Bi nevi, annesini ''elde etmeye''çalıştığını sahtekar yollara başvurduğunu, kendi kişiliğini gizlediğini yaşamöyküsünde özellikle belirtir.  Fransız bir filozof ve yazardır. Marx ve Freud'un görüşlerini birleştirip felsefede sentez yapmaya çalışır. İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlara tutsak düşer. En önemli eserleri: Marx İçin Kapital,Kapitali Nasıl Okunmalı ve John Lewis'e Mektup ilk sıralarda yer bulur.

Althusser felsefeye bakışını şu cümlelerle özetler: '' Felsefe halkın teorisindeki sınıf kavgasıdır. Teoride ve bütün fikir konularında doğru ve düzmece görüşleri ayırt etmede halkın dostu, düzmecelerin de düşmanıdır.''

Althusser'in felsefeye katkısı çok önemlidir. Onu ilginç kılan ise hayatı ve aşk yaşamı denilebilir. "Gelecek Uzun Sürer" adlı kendi hayatının öz eleştirilerini açık yüreklilikle kaleme alır. 
Althusser'in aşk hayatı ''kendini sevdirme'' üzerine kuruludur. Duygularına karşı güvensizdir. Kendini başkalarına sevdirebilirse güvenlikli bir ortama sahip olabileceğini düşünür. Bunun temeli çocukluk evresine dayanır. İçten, kendini vererek sevemez. Althusser'i anlayabilmek için kendi hakkında yaptığı şu değerlendirme önemlidir.   
''Kendime özgü bir varoluşum olmadığından; duygusuz sanacak derecede kendimden şüphe ettiğimden, ve bu yüzden kendimi kiminle olursa olsun duygusal ilişki sürdürmeye yeteneksiz hissettiğimden, var olabilmek için kendimi sevdirmekten başka çare göremiyorum.'' der
 Aslında sevgi sözleriyle Althusser bizlere gerçekleri haykırır. 

Kaynayan çaydanlığın mutfağa diktiği o kokulu ağaç'ı bulmuş gibi aramaya ve yaşamaya çalışmaktadır sevgiyi.
Hayatı da, sevgiyi de bir terminolojiye başvurma hakkı kendi tekelindeymiş gibi davrananlara;
hayatı, sevgide kazandığından emin olanlar hep tedirgin etmiştir onu. Sanki "maddi hassasiyet", ''sevgi hassasiyeti''  her şeyden önce sınıflamayı, dışlamayı gerektiriyormuş gibi davrananlar da... Hayat onu neresinden yaraladıysa, aslında kimliğini orada ''kendini sevdirme''de oluşturmuştur. Althusser, kimliklerimiz adına, yara almadan oluşan bir kimlik olmadığımızı da bizlere hatırlatır. 
Althusser kendine karşı duyduğu güvensizlik ve kaygı onu  ''sevmeme yeteneği'' ile donatmış gibi yanılsama yaşatabilir. Oysa güvenli olabileceğini düşündüğü temeli çocuklukta almıştır ve '' sevecen görünme'' çabasına girişir.

Yaşamda kendini hep bir garantiye alma duygusunu, Althusser'i hayattaki her şeyden  yedekler oluşturmaya iter. Para biriktirme konusu gibi kadın biriktirme konusu da onun için ''yedeklemedir'' Nedeni şöyle kaleme almıştır. '' Kadınlardan yedekler oluşturdum kendime. Neden mi? İlişkide bulunduğum kadınlardan biri ayrılacak yada ölecek olursa- ki bu defalarca oldu- günün birinde hiç kadınsız kalma tehlikesini göze alamadığımdan.'' Oysa dışırdan bakıldığında özgüveni yüksek, hayatı gerçekçi düşüncelerle yorumlar.

Fakat kendi iç dünyasında durum farklıdır; gelecekten duyduğu korku, bunalımlar onu yalnızda bırakmaz.  Kadınlardan'' yedekler ordusu'' kurmaya devam ederken Helene çıkar karşısına. Sokaklarda serseri çocuklarla büyümüş Helene'in korkusu, Althusser'in korkusunun ters açıdan bir benzeridir; sevilmeyeceğinden korkan Helene. Bu duygu Helene'de kendini ''sevilmez olarak görme''duygusu Helene'i dizginsiz sevmeye iter.  Helene'i her şeyini vererek sever Althusser'i.

Onları tamamlayan gerçekte, Althusser'in ''sevmeme duygusuyla'', Helene'nin ''kölece sevme duygusu'' birbirlerini tamamlar. Büyük sevme duygusunu iki kişilik bölüşmüş olurlar. Althusser otuz, Helene ise otuz sekiz yaşındadır. 
Gerçekte sevgi almadan, ne pahasına olursa olsun sevilme ihtiyacına sığınmak da nevrotik sevgidir.
Althusser ve Helene evlenirler. Helene bir süre sonra hamile kalır; ama Althusser üzülmesin, depresyona girmesin diye çocuğunu aldırır. Helene'nin özverilidir; sevme duygusunu her eylemiyle Althusser'e gösterir. Aşk ve sevgi için Althusser'in kaprislerine, hatta ''yedek kadın ordusu'' kurmasına dahi ses çıkarmaz. Helene, Althusser'e annesi gibi davranır, sevgi boşluğunu doldurmaya çalışır. Ama nafile Althusser'in ''kadın kovalama'' merakından bıkan Helene sonunda başkaldırır. Helene, Althusser'i psikolojik savaş açar. Althusser'e evde yokmuş gibi davranır, konşmaz, birlikte yemek yemez. 

Böylece ''iki kişilik cehennem hayatı'' ortaya çıkar. Helene intihar etmeyi düşünür; Althusser'den onu öldürmesini ister. Gerisini Althusser'in şu sözleriyle son bulur. '' Kendimi karyolanın ayakucunda, sabahlıklı olarak uzanmış olan Helene'in boynuna masaj yaparken buldum; yeğin biçimde kollarımın ağrıdığını hissediyordum; ah şu masaj, hep böyle olur! Sonra, nasıl oldu bilemem, belki gözlerin donukluğundan ve devinimsizliğinden, ya da dudaklarla dişlerin arasından sarkan küçük dil parçasından, onun ölmüş olduğunu anladım.''der


Sonrası yine acı! Althusser tımarhaneye kapatılır, yıllarca suçluluk duygusuyla boğuşur. Sevgilisi Helene'i öldürerek sevmeyi artık öğrenmiştir. Ruhsal dengesini yeniden kurduğunda, öldürmekle kazanılmış sevginin değeri konusunda şöyle diyecektir. '' O günden sonra sevmenin ne olduğunu da öğrendim; atılganca kendi duyguları üstüne 'abartmalı' iddialara girmek değil, karşındakine özenle davranmak, onun arzularına ve ritmine saygı göstermek; hiçbir şey istememek, verileni kabul etmeyi öğrenmek; her armağanı yaşamın süprizi kabul etmek; aynı armağanı ve aynı süprizi iddiasızca, hiçbir zorlamaya başvurmadan, karşındakine de yapabilmek. ÖZETLE, YALIN ÖZGÜRLÜK!''
'' SEVİLMEYİ ÇAĞIRAN SEVMEKTİR.'' der
Alıntılar: ALTHUSSER, GELECEK UZUN SÜRER

20 Kasım 2015 Cuma

Yalnızlık, pamuklu ipek şal değil miydi...

''Kolay yaşamak istiyor musun? Sürüde kal ve sürü sevgisi uğruna kendini unut! Kişiyi değil de sürüyü bir amaç haline getirmek, insanoğlunun en büyük hatasıdır. Sürü bir araçtır, başka bir şey değil. Oysa şimdilerde sürü tek bir kişiymiş gibi sunularak ona insandan daha yüksek değer vermek isteniyor. 
Kişiyi yaşamdan silen bu hata yetmiyormuş gibi, bir de bizi sürü haline sokan toplumsal mekanizmalara sempati duymamız ve sözüm ona sempatiyi en değerli kutsal bir şeymiş gibi değerlendirmemiz bekleniyor. İşte insanı aşağılayan ve kötürümleştiren köle ahlakı budur.''Friedrich Nietzsche

Bazı insanlar vardır. Nerede yalnız bir insan görseler, ''Yalnızlık onların kaderidir neredeyse... ne etseler bu yalnızlıktan kurtulamazlar'' düşüncesi içinde kalabalıkların kölesidirler.


Hepimiz için geçerli olan hayatın tüm tanımları ''sürü olmak'' üzerine öğretilmişlikler içinde, kimse umursamaz da hiç olmanın yalnızlığını...
Ya da kendini sorgulamayı!...
Bir denizyıldızına ya da basit bir ısırganotuna, kendine özel ve bütünsel bir yalnızlık yakıştırmadan da edemeyiz. Çoğu kez özenmiş-izdir de doğadaki tüm canlıların yalnızlığına!

Oysa ki yalnızlık, insan ruhunun pamuklu ipek şalı değil miydi...

Nietzche, ''Yalnızlığa çekilmek ister misin ?
Kendine giden yolu aramak ister misin ?
Biraz dur ve beni dinle.''der 

Kalabalıklar içindeki yaşamımız suyosunlarının taşa tutunması ya da  bilinçli bir taşın uçurumdan tepetaklak düşmesi gibi değil miydi!
Yine de insanın bütünsel, bireysel kendi amacı gelişmek olsa da; nerede merkezlenecek kendimizle olan tanışıklığımız! Kalabalıkların eğirdiği örümcek ağlarında mı?
                                                                                 
Bizi bu kadar sarmış, zıtlık içindeki uyumluluk süreci karşısında da ayrılış süreci olmaksızın, sürü-gidebilir miyiz?

'Nietzche, 'Arayan kolaylıkla kaybolur.
Her türlü yalnızlaşma suçtur.'' -böyle konuşur sürü.
Sürünün sesi senin içinde de çınlayacak hala.
Ve, ''Artık sizinle aynı vicdanı paylaşmıyorum.'' desen bile, bir yakınma ve bir sancı olacak bu.''der

Tuhaf bir ayrılık yalnızlığı için, inler iç benlikteki seslerimiz, büyük bir gürültü koparır, karşı çıkar. ''Ben ben'' diye ama küçük bir çocuğu azarlarcasına susturur da sonra dönüp kandırmacamızın içine tekrar gireriz.
Kendimizi çevreleyen büyük evrenden koparmaması açısından körükörüne, hemen hemen makinemsi bir çabayla yöneliriz, bizi varlık kabul eden kalabalıklara. Karşılık bulabilen bütün taleplerimize de... Kalabalıklar tepki merkezlerinde, o delirtici, bazen de katlanılmaz bir ses sürtüşmesiyle titreşir dururlar. Kendimizi bulma yalnızlığına izin vermezler.

Nietzche, ''Kendi iyini ve kötünü, sen verebilir misin kendine?
Ve kendi istemini bir yasa gibi asabilir misin üstüne?
Kendi yasanın yargıcı ve infazcısı olabilir misin?'' der

Bir kez kalabalığa alışmışsa eğer bünyemiz, büyük bir öfkeyle haykırdığında da güç kazanır; o minik benliğimiz içinde, kıskançlık ile dostluk, aşağılık kompleksi ile gurur arasında, korkunç gerilimler başlar:
Birincisinde kalabalıkların gücü, ikincisinde ise yalnızlığın ayak sesleri duyulur.
Ama gücün o aşağlayıcı özelliği, zekanın şaşırtıcı yüzeyselliği ve kanaatkarlığı ''sürü olmak'' her türlü kalabalıkla yetinip, suyosunu tutmuş taşların sertliğinde kendi iç yalnızlığımızı hazmederiz de...Belki de, kim bilir! Hiçbir şey, hep galip gelen bir sürünün görüntüsü kadar da yoramaz..

Nietzche, ''Onların üstüne çıkıyorsun; ama ne denli yükseğe çıkarsan,
o denli küçük görünüyorsun kıskançlığın gözüne.
En çok da uçandan nefret edilir.''der

Boyun eğişleri izler bu kez benlikleri, daralmış bir çemberde tüm gelecek sona ermiş gibi görünür, her şey kalabalıklar içindeki ölümsüzlük durumuna göre düzenlemeye başlarız. Bunlara yıkıntıların melankolisi demeyi tercih ederim. Çünkü ''varlık olmak'' kendini tanımaktan değil, yıkıntıların melankolisi içinde kalabalıklar arasında kabul edilmekten geçer.

Başkalarının kayıtsızlığı, çaresizlik sınırına varan bitkinliğine karşı örümcek ağlarını örenlerin... ölümcül bilinçlerine karşı başka avuntu yolu aramaktan kalabalıklar içinde kaybolur. Her yalnızlıkta haykıran cüceleşmiş ruhlarımız; kendine hiçlik benliği bulamayan yaralarımızla devam ederiz, inadına...

Hani kaybolduğunuzda bir kapı ararsınız, bulduğunuz kapının kulpu olmaz ya. Hani neşelendiğinizde paylaşacak birisini ararsınız, bulduğunuzda sizi anlamaz ya. Hani ağladığınızda bir omuz ararsınız, bulduğunuzda başka omuzlarca bilinir ya... Ağlamakların birikip, duyguların pekişip, güçlü kalmak savaşının ardında kuş yürekli biri olursunuz ya... İnanmak ister ya insan bir şeylere...  İşte yalnızlık öyle çok güçlü kılar insanları. 

''Kendilerini tek başına kalmış bulmaktan korkan insanlar, kendilerini hiç bulamazlar.''der Andre Gide

Alıntılar: Böyle Buyurdu Zerdüşt/ Yaratanın Yolları Üzerine 

Özgür Bacaksız, Bilgelikle Yaşama Sanatı


Görsel: Gazeteci N.G / İstanbul Yalnızlar Şehri

30 Ekim 2015 Cuma

''Kitleler Anlam Yerine Gösteri İstemektedir.''


Reims'de 1929 yılında dünyaya gelen Jean Baudrillard, 1996 yılında Nanterre Üniversitesi'nde Henri Lefebvre ile çalışmaya başladı, simülasyon kuramıyla günümüz düşünce dünyasının önde gelen isimlerindendi. Türkçe'ye kazandırılan temel metinleri arasında: ''Tüketim Toplumu, Üretimin Aynası, Kusursuz Cinayet, Şeytana Satılan Ruh'' çalışmaları vardır.

Türkçe'ye kazandırılan ilk Baudrillard metni olan ''Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu'' 1982 yılında yayımlanır. Türkçe'ye ilk olarak 1991 yılında Ayrıntı Yayınları kazandırmıştır.

''Toplumsal olarak bilinen kördüğüm, her şeyi sünger gibi emen bir gönderene dönüşerek, ne olduğu bilinen hem de bilinmeyen kitlelerin etrafında dönmektedir. İstatistiklerin kristal bir küre gibi kullandıkları kitleler, madde ve doğal elementler gibi akımlar ve akıntılar tarafından etkilenirler.'' Kitle istatistikle ilgilenmez. Örneğin: '5 Bin kişi veba hastalığından dolayı Fransa'da öldü' denilmiş olsa bu sayısalları kitle ''sünger'' gibi emer. İstatistiksel veri yerine örnek olarak: 'Eiffel Kule'sinin yüksekliğinde veba'dan ölmüş insan bedenleri yığılmıştı' denilmiş olsa zihinlerde belli bir simülasyon oluşturulmuş olabilirdi...Kitle sayısalları emer ama toplumsal sayılarla ilgilenmez- çünkü insan yaşamı önemlidir...

''Oysa toplumsalı üretenler (kitle iletişim araçları, haber) aynı zamanda onu yıkmakta ve ürettiği kitleler tarafından emilmekte ise sonuçta toplumsal, anlamsız bir tanıma dönüşmektedir. (...) Yüzeysel ve yararsız olduğu gibi- çünkü her göründüğü yerde bir başka şeyi gizlemektedir.''

O halde toplum ya da toplumsallık olarak nitelenmeye çalışılan kitlenin bilinçaltı ve dili görünmezlik içinde... zamansallık, kitlenin bilinçte dönüşüm çöplüğü... Bir ‘üst kavram’ olarak, kitle olma’yı tercih etmiş varlık için - bir bakıma- normallik, kolektif bir deliliğe dönüşebilmekte....Güneş ısısıyla yüksek bir dağ başından kopan kartopunun çığ gibi büyümesi gibi- çünkü belli dönemsellikler içinde kitlelerin görünürlüklerine seslendirmeler- çağrışımlarla narkozlu ayıltma-sersemletme uygulanılıyor...
'' Toplumsal belki de çok büyük bir yanılgıdır. Çünkü toplumsal adlı bir ''ortaoyunu'', belki de hiçbir zaman derinlemesine bir öneme sahip olmamıştır. (...) Kapitalin nesnel bir amacı ve aklı yoktur. O her şeyden önce bir şiddettir ve bu şiddet toplumsala ve toplumsal aracılığıyla uygulanmaktadır. Karşıt ve dayanışma içindeki bir toplumsal ve bir sermaye tanımı Kapitalin umurunda bile değildir.''

''Sessiz çoğunluğun ya da kitlelerin düşsel bir gönderen olması, onun var olduğu anlamına gelmez. Bunun anlamı sessiz çoğunluğun artık temsil edilemeyecek bir durumda bulunmasıdır. Kitleler artık bir gönderen olmaktan çıkmışlardır. Ses vermeyen bu kitleler sondaj aracılığıyla sık sık yoklanmaktadır.'' 

Nedir kitle, hep övülen bu yarı toplum? Toplumsallık güçlerinden, tam da en gereken yerde yoksun bırakılmıyorlar mı? Sevinç içinde yükseldiği, acılarla yıkıldığı zamansallık, tam da kapital nesnelliğinde kendini yitirmeyi özlediğinde, o vurdumduymaz ve soğuk bilinçliliğine geri dönmüyor mu, kitle hep?

Ne garip bir oyuncaktır kitlenin sessizliği! Yürür, konuşur ve acı çeker.... Kendisine ve çevresine ait hiçbir şey bilmez. Bir nevi ıstırap makinesi. İplerini hep başkaları çeker. Hantal ve şapşal kapitalin nesnel  robotu. Neye sevinir bilinmez- çünkü neye sevinmesi gerektiğini de başkaları belirler... Sınırsız olan hayalleri ve acı kabiliyetini kendi içine bastırır. Varlık bir kafes ve acizlik içinde kıvranan bir ruhların hayaletleri.  Kitlenin yönlendiren düşsel gösteri dünyasında varolmak için yok olmak, parça bütüne kavuşabilir mi... Ne olacağını bilen var mı? Toplumsalın görünürlüğünde sessiz kitlenin hep oynayamayacağı roller yükler kapital  ve ıslıklar..  Çünkü.''Kitlenin bilinçaltı ve bilinci yoktur.''



Alıntılar: Sessiz Yığınların Gölgesinde




Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...