16 Eylül 2023 Cumartesi

HANNAH ARENDT: İKİ SAVAŞ ARASINDA DÜNYADA YANKILANAN DÜŞÜNCEDİR

 

HANNAH ARENDT: İKİ SAVAŞ ARASINDA DÜNYADA YANKILANAN DÜŞÜNCEDİR.

 

Hannah Arendt 14 Ekim 1906’da Hannover (Almanya) doğumludur. Zengin ve seküler bir Yahudi tüccarının kızıdır. Arendt, ekonomik açıdan refahı özgürce inceleyerek eleştirel ruhtan vazgeçmeden kendi dönemini düşünebilen ender düşünür kadınlardandır. Nasyonal Sosyalizmin yükselişiyle sürgüne gitmek zorunda kalmasına rağmen 20. yüzyılın en önemli politik teorisyenlerinden biri haline gelmiştir.

 

Ergenlik çağında, 14 yaşındayken Immanuel Kant’ın eserlerini okumuştur. Biyografisi, başarılı bir o kadar tutkulu olduğu 1924’te Marburg’da üniversite eğitimine başladığında hocası Martin Heidegger ile tanıştığını bilmemizi sağlamaktadır. Arendt aynı zamanda Heidegger’le yakın entelektüel ve duygusal bir ilişki de kurdu. Sonrasında Freiburg’da felsefe okumaya devam etti ve 1928’de Heidelberg’de St. Augustine’de “Aşk Kavramı” başlıklı teziyle doktora yaptı.

1933’ten itibaren Adolf Hitler tarafından yönetilen Yahudilere zulüm, iktidara ulaştıktan sonra, Filistin’e göç etmek isteyen genç Yahudilere yardım etmek için aktif olarak çalıştığı Paris’e taşınmaya zorladı. Dört yıl sonra Nazi rejimi vatandaşlığını geri çekti ve 1951’de Amerikan vatandaşlığını kazanana kadar vatansız olarak yaşadı. Bu sayede yoğun bir profesyonel faaliyet geliştirebildi.

 

Gazeteci, Öğretmen, Entelektüel Arendt

Arendt çeşitli medyada politik ve sosyal konularda gazeteci olarak çalışmanın yanı sıra New York, Chicago, Columbia ve Berkeley üniversitelerinde profesörlük görevi de yürütmüştür. 1959’da Princeton Üniversitesi’nde öğretmenlik yapan ilk kadın oldu. Her zaman halka açık bir şekilde “tehlikeli düşünceler yoktur,” diye düşünce özgürlüğünü savundu. Arendt’e göre, insanın kendisini düşünmesi tehlikelidir.


20. yüzyılın ilk yarısında iki dünya savaşının şiddetiyle karakterize tarihi bir döneme tanıklık durumu, Arendt’in hakların kırılganlığının ve vatandaşların kalıcı olarak maruz kaldığı hassasiyetin farkında olmasını sağladı. “Özgürlüğün düşmanları değişir ama yok olmazlar,” düşüncesini tekrar tekrar ısrar ederek dillendirmiştir. Bu yüzden onun kararlılığı ve zamanına olan bağlılığıdır denilebilir.

Bir cerrahın kendi yeteneğiyle, analiz yeteneğini gibi düşünce alanlarına müdahale etmede doğru bir neşter gibi kullandı kalemini ve konferans konuşmalarını. Çevresindekiler dönemin konjonktürü gereği onun gerçekliğini parçalamak için dürüstlüğünü ve bağımsızlığını kıskandı. Ancak Arendt kültürel çevresinin baskılarına boyun eğmedi. Siyonizm de dahil olmak üzere herhangi bir ideolojiyle özdeşleşmeyi reddetmiştir.

Hem doğru kelimeleri, her zaman hareket eden bir hedefe yöneltilen dartlara dönüştürdü hem de keskin cümleleri onu dinleyenlere “düşünce enjekte” etme şeklinde ortaya çıkan penisilin gibidir. İsrail devletinin kurulması vesilesiyle ambages olmadan şöyle demesine şaşmamalı: “Hayatımda hiçbir halkı veya kolektifi, ne Alman halkını, ne Fransızları, ne Amerikalıları, ne işçi sınıfını, ne de bunun gibi bir şeyi ‘sevmedim’, gerçekten sadece arkadaşlarımı 'seviyorum' ve bildiğim ve inandığım tek aşk türü insanlara sevgidir.”

O, Yorulmak bilmeyen düşünce işçisi, çevik kalem yazarının aminleridir. The New Yorker’da haftalık makaleler yayınlıyordu ve hak sahibi olma hakkını savunmak için ısrar ediyordu. Başlıca eserleri arasında: İnsanlık Durumu, Sivil İtaatsizlik, Şiddet Üzerine, Devrim Üzerine, Sorumluluk ve Yargı, Geçmişle Gelecek Arasında, Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün sıradanlığı ve Karanlık Zamanlarda İnsanlar, Totalitarizmin Kaynakları.

 

Dünün ve Bugünün Totalitarizmi

1951’de Totalitarizmin Kökenleri, anti-semitizm, emperyalizmin ve totalitarizmin doğuşunu ve tarihsel gelişimini gözler önüne seren kapsamlı bir çalışma yayınladı. Yazıları aracılığıyla popülist kitle liderlerin insanları pasif ve sessiz tebaaya dönüştürmek için takip ettikleri siyasi stratejiyi ve politik hileleri kaleme aldı.

Diğer taraftan, birçok siyasi liderin, sık sık popülist seçmenleri sürekli stratejiler ve yanlışlarla baştan çıkarmaya çalıştığı bir stratejiydi. Arendt; siyasilerin stratejik gerçeklik yalanlarına sığınarak belli bir güce ulaşmadan önce ihtiyaçları olan propagandalarını insani gerçeklere karşı aşırı olduğu için onları nitelerken “küçümseme” olarak tanımlanmıştır.

 

Ölümünün üzerinden yaklaşık yarım asır geçmesine rağmen Arendt’in özgürlükçü sesi hala güçlü bir şekilde yankılanmaktadır.

Zamanının İlerisinde Arendt

Arendt için belki de içine doğduğu iki savaş konjonktürü dünya için Nietzsche’nin deyimiyle düşünce dünyasında günümüz perspektifinden baktığı için bir tür “prematüre doğum” olduğu söylenebilir. Ve yine de hayatı boyunca yüzleşmek zorunda kaldığı zorluklara rağmen ahlaki ilkeleri savunmak için kusursuz bir özerklik için kalıcı bir miras bırakmıştır. Bu nedenle ne kişisel kararları ne de eleştirel düşüncesi hiçbir zaman solgun kalmayacaktır denilebilir.

 

Aslında, zamanla çeşitli Avrupa ülkelerinde ve ABD'de politik teori çalışmalarının katılığı ve derinliği için çeşitli ödüller ve övgüler almasına rağmen, 'dünyamızda hiçbir şey daha geçici, daha az istikrarlı ve katı değildir' Bu tür bir başarı, şöhret getirir; hiçbir şey başarıdan daha hızlı ve hızlı gerçekleşmez."

 

Şu anki ABD başkanı Joe Biden, senatör olarak ilk dönemine başladığı, 28 Mayıs 1975’te Arendt’e mektup yazarak “Siyasette Yalan”ın bir kopyasını da istemiştir. Arend bu eserinde reklam makinelerinin yarattığı yalanları ve pazarlamanın politik yaşamı manipülasyonu üzerindeki etkisini analiz etmektedir. Provalar aynı zamanda sahte haberlerin yumurtadan çıkmasını ve çoğalmasını öngörüyordu.

Arendt son günlüklerinden birinde şöyle kaleme alıyor düşüncesini ve onun düşünce özgürlüğünün ne kadar sağlıklı, hümanist ve dokunaklı bir gösterge yansıması olarak da okunabilir: “Ölüm, yaşadığımız yaşam için ödediğimiz bedeldir. Bu bedeli ödemek istememek çok acınasıdır.” Arendt’in erken geldiği dünya yaşamı 1975 yılında sonlanmıştır. 

Günlüğüne yazdığı notla biz insanlara bu dünyada düşünceden korktuğumuzu ve her şeyden korktuğumuzdan daha çok düşünceden korktuğumuzu imler. Hatta ölümden daha çok düşünceden korkarız. Çünkü düşünce yıkıcı ve devrimcidir. Totalitarizm için korkunçtur. Düşünce ayrıcalıklara, kurumlara ve rahat adetlere (geleneklere) karşı acımasızdır; düşünce düşünmeye engel yasaların dışındadır. Otoriteye kayıtsızdır, geçmişin bilgeliğine karşı da ikmalsizdir.

SEVGİ, ÖTEKİNE DAYATMAKTAN ÖNCE ÖNERMEKTİR

 

 KİMSENİN SEVME ZORUNLULUĞU YOKTUR

 

Kimsenin bizi sevmek, kurtarmak, yeniden inşa etmek ya da bizi yapmak gibi bir yükümlülüğü yok...

Bu her zaman hayalini kurduğumuz şey gibi algılarız. Ancak bunun nedeni ebeveynlerimizin bizlere sosyal öğrenme yoluyla edindirdikleri tutumdur.

Ebeveynler bilinçli veya bilinçsiz bir tutumla bizlere illüzyona dayalı sevgi ve ihtiyaçlarımıza karşı “HAYIR” demeyi öğretmezler. Kendimiz gibi ötekini de olduğu gibi sevmek, olmasını istediğimiz gibi değil de olduğu gibi sevmek anlamına gelir. Ama, sevgiyi koşullara bağıl olarak öğrendiğimiz için sevgi sunduğumuzda veya sevgi talep ettiğimizde “HAYIR” cevabına karşı olumsuz tepki vermenin normalliğini öğreniyoruz daha küçük yaşımızda…

Ötekinde sadece kendimizde “eksik” olduğunu düşündüğümüz şeyi sevdiğimizi anladığımız zaman “hayır”ın kendimiz için hayırlı olduğunu anlamlandırabiliriz.

Ebeveynlerimizle olan iletişim ve ilişki biçimimiz gibi aynı eksiklikten ve ihtiyaçtan doğan her sevgi çocuklukta edindiğimiz bağlılıktan doğacaktır...

Aslında bir şeylerin eksik olduğunu düşündüğümüz zaman başlattığımız herhangi bir ilişki veya iletişim biçimi derin bir bağ üzerine kurulmayacaktır. Bunun nedeni ise kendimize karşı sevgi, haysiyet, saygı eksikliğini bütünlemek için olduğunu bilmediğimizden kaynaklıdır.

Ötekine bağlanmadan, ona ihtiyaç duymadan derin bir sevgiyle sevmek... Anlamı; paylaşmak ve ötekinden gelen sevgiyi olduğu gibi almak ve kabul edebilmekten geçer. Yine bu nedenle, kendimize duyduğumuz aynı öz saygıyı ötekine de saygıdır.


Unutmamak gerekir ki; ötekiyle kurulan zehirli bir iletişim veya ilişki sadece diğerine sahip olma ve bunun bir parçası olma takıntılı ihtiyacı anlamına da gelmez. Kurulan  bağ zararlı olduğunda o kişiden vazgeçememektir.

 

Sevgi neyin ne anlama geldiğini çok net bilmektir; ötekinden ve ötekine “sınırsız sevgi talep etmek gibi sınırsız sevgi sunmak acı çekmektir.” Bu da şiddetli bir hayal kırıklığına, beklentinin karşılanmaması sonucu öfke patlamalarına, sosyal reddedilme, terk edilme hissi, daha fazla kıskançlığa neden olabilir tabii ki…

Aynı zamanda; duygusal kontrolsüzlük, tamamen başkalarına güvensizlik, kişisel diskalifiye olma, özgüven düşüklüğü, derin değersizlik ve hastalıklı bir bağımlılıkta yaratmayla sonuçlanabilir.

Ötekinin sevgiyi “kabul etmesi” için çabalamanın bir anlamı yoktur. Ne siz ilk reddedenler ne de ötekidir. Bağımlı ve zehirli bir ilişki kurmamak gerekir. Çünkü bu noktada hem kendimize hem ötekine karşı sahte bir güvensizlik ile ego tatminine karşılık ruhu teslim etmek gibidir. 

İnsanın mutlak acı çekmenin garantili bir uçurumunda olduğunu Alman Şair ve Yazar Goethe “Faust” eserinde şöyle dile getirmiştir: “Dur ey zaman,ne güzelsin!” diyecek olursa Faust iddiayı Mefistofeles kazanmış olacaktır. Mefistofeles, Faust’u gençleştirir ve ona sevgi duygusunu tattırır. Sevginin özel mülkiyet fikri, her türlü karışıklığa yol açacaktır. Ama sevgiyi Mefistofeles’ten satın almak imkansız olduğu için herhangi bir talebinin andaki varoluşu zevksiz olduğunu anladığı için Faust zamanı durdurmayı arzulamıştır. Faust’un bir başkasını veya kendisini sevmek gibi bir görevi yoktur aslında diğer türlüsü bir zorunluluk olduğu için de ruhunu satmıştır.

Faust’ta olduğu gibi reddedilmek karşı tarafın temel hakkını reddetmektir...Mefistofeles reddetmeyerek, koşula bağlayarak Faust’un hayatına karar vermek için onun arzusunu yerine getirir. Sevgi, dayatmaktan ya da koşuldan önce önermektir. İhtiyaç için ötekini sevmek, zorunluluk için kendimizi kaybetmektir. Ve en önemlisi bilgisiz sevgi fırtına gibidir. Kendiliğinden olan sevgi farkındalıktır. Sevgi için ötekiyle iletişim kurma, sevgi talebi ve sevgi sunumu için hiçbir zorunluluğu yoktur hiç kimsenin…diğer türlüsü Faust gibi yaşamlarımızı mahvetmektir.

15 Eylül 2023 Cuma

Pozlamayı unutmayın!

 

Her psikoloğun terapi pratiğinde, danışanının endişesi, korku ya da panik halinde olduğu anlarda yardımcı olmak zorunda olduğu durumlar vardır. Bu yazımda böyle durumlarda danışanı sakinleştirebileceğiniz ve onunla ilk karşılaşmada güvenli iletişimi dile getirmeye çalışacağım. Psikoloji bilimi bana göre ilkin iletişim kurma becerisi çatısı altında daha güçlü olacaktır. Yine nefes/egzersiz eğitmeni olarak sizlere iletişim kurarken kullanabileceğiniz yöntemler paylaşmaya karar verdiğim için bu yazıyı kaleme aldım. Sürçü-lisan edersem şimdiden afola! 

Belirtmeden geçmek istemiyorum: ayrıca nefes egzersizi ve iletişim pozlama kopyalamasını gündelik hayatın içinde psikologlar haricinde insana karşı hassasiyeti olan ve duyarlı herkes uygulayabilir.

İletişim kurmada özellikle güçlü duygu durumlarında beden dili ve ses tonu çok önemlidir. Diğerine kelimelerden önce beden dilimiz, ses tonumuz ve nefes alırken dinginliğimizle duygusal refahın güvenini de aktarırız. Özellikle bir danışanın ilk kez bir psikologla karşılaştığı an anılarının, acılarının, geçmiş deneyimlerinin çıplak kalacağı anların başlangıcıdır. Danışanla ilk karşılaşmada yoğun duygu anlarda sözlü olmayan sinyallere karşı daha çok hassas olacaktır. Ve yine hepimiz hassas olmaz mıyız? Elbet ki hassas oluruz. Doğal olanda bu denilebilir.

Yardımınıza ihtiyacı olan bir insanın pozunu kopyalamaya çalışın. Ciddi şekilde rahatsızlandığında, bilinçsiz olduğunda bir istisna yoktur ve onun duruşunu kopyalarsanız. Bilinçsizliği sizi kendisine olan tehditten ya da herhangi bir stres veya kaygıdan uzaklaştırır. Ve bu aranızdaki güven oluşturma yolunda ilk adımdır. Bu noktada günlük hayatın içinde iletişim kurduğumuz her insan pozlama anında  kendi duygularını sizin kendi duygularınız gibi algılar.


Pozu takip ederek nefes almayı da kopyalanabilirsiniz: Nefesin hızı, ritim ve derinliği önemlidir. Yardıma ihtiyacı olan bir insanın o anki nefes ritimlerini sizin ritimlerinizle senkronize etmesi gerekir. Böylece nefes almaları kontrolsüz bir hareket haline gelmez, çünkü aralıklı ve kararsız nefes ritmi, stresli deneyimlerin şiddetlenme olasılığı durumunda o kadar artar ki hızının, ritminin ve derinliğinin sakinleşmesi gerekir. Bir süre sonra onunla birlikte nefes aldığınızdan emin olmak, nefes ritmini yavaşlatmaya ve derinliğini artırmaya başlarsınız. Sizin ritimleri senkronize ederek yavaş yavaş nefes alması sizinle aynı duruma gelecektir.

Konuşmaya hazır olduğunu anladığınız da ise asla sözünü kesmeyin! İpuçları veya tavsiyeler vermeyin! Dinleyin! Duygusal dinlemeniz bağlamında sakinleşirken durumu hakkında sorular sorun. Unutmayın, telaffuz edildiği zaman, kod onun ve sizin için gereklidir. Onun için- gerginliği düşürmek, önemli şeylerden konuşmak; sizin için- durumu düşünmek ve ortak bir tartışmaya hazırlanmak için zaman ayırmak içindir. Bu insanın o anki düşüncelerinin saçma olduğunu düşünüyorsanız da, onun düşüncelerine katılın! Bu bir destek ve kabul eylemi olacaktır. Çünkü onun için orada yani yardım almak için sizin yanınızdadır.

 

Kısacası, çok basit: danışanın pozunu kopyalayın, onun nefesi kopyalayın- böylece temel bir güven ilişkisini kurun ve sonra bu güvene dayalı olarak onu duygusal olarak dinlemeye başlayın. Ve bir insan sakinleştiğinde, ihtiyacı olan kaynakları aramasına yardımcı olmak için mantık, analiz ve gerçeklerle çalışmaya başlanabilir.

Kendinize ve size yakın olanlara iyi bakın! 

Onları pozlamayı unutmayın!

“NİRVANA’NIN BAŞLANGICI”

 

“NİRVANA’NIN BAŞLANGICI”

 

Psikoanalizin babası Sigmund Freud, psikoloji alanında devrim yaratan sayısız yenilikçi kavramı tanıttı. Bunlar arasında, psikanalizin metapsikolojik modelinin temel bir bileşeni olan “Nirvana İlkesi” de yer alıyor.

 

Freud, psişik işlev teorisinin kilit bir bileşeni olarak Nirvana İlkesini tanıttı.

Nirvana İlkesi kavramı, “Haz İlkesinin Ötesinde” (1920) eserinde ortaya çıktı. Bundan önce Freud, çoğunlukla “Haz İlkesi”ne odaklanmış, bireylerin zevk aradıkları ve acıdan kaçındıkları, “gerginlik durumu” olarak anlaşılmıştır.

Ancak, Freud’un travmadan kurtulanlar, özellikle de savaş gazileri hakkındaki gözlemleri, bu doğrusal görüşü soruya getirdi.

Freud “Haz İlkesinin Ötesinde” bireylerin de “ölüm nabzı” ya da “Thanatos” olarak adlandırdığı bir eğilimden etkilendiği fikrini ortaya koydu. Bu itme, bireyleri kendine zarar veren ve saldırgan davranışlara ittiği gibi Haz İlkesi’ne muhalefettir. Freud, Thanatos dürtüsünün, zevk arayışlarının belirgin bir zıttı olarak, kendilerini ölüme götürebilecek bireylerde karşı konulmaz bir gücü temsil ettiğini belirtmiştir. Freud, yaşamı onaylayan (zevk ilkesiyle ilişkili) Eros ile yıkıcı Thanatos (Nirvana ilkesiyle ilişkili) arasındaki çatışmanın insanın psişik işlevinin merkezinde olduğunu varsayıyordu.

 

Nirvana İlkesi ile ilişkili kilit kavramlardan biri de “tekrar birleştirme”dir.

Acıya neden olsa bile travmatik deneyimleri tekrar etme dürtüsü, ölüm nabzı Thanatos’un bir ifadesi olarak görülebilir. Freud, bu dürtünün, acı deneyimleri tekrar gözden geçirmeyi içerse bile, bireylerin travmatik olaylarda ustalaşmaya ve kontrol etmeye çalıştıkları bir yol olduğunu öne sürdü.

 

Nirvana İlkesi’nin tanıtımı ve ölüm nabzı Freudyen teorisinde önemli bir değişime işaret etti.

 

Bu teorik yön, psikoterapi ve psikanaliz arasında bir bölünmeyi işaret ediyor: Nabzın ölümlü bir boyutunun varlığı, yok olmaya ve inorganik, varoluşun radikal tüketimine geri dönmesi, amacı iyileşme ve refah olan sadece “terapötik” için kabul edilemez bir paradoks oluşturur.

Psikoanaliz, ölüm nabzı ile desteklenen zevk almanın potansiyel sınırsız boyutu olan, sadece zevk arayışına ilişkindir.

 

Nirvana İlkesi kavramı tartışmasız ve eleştirisiz kalmamıştır. Bazı araştırmacılar deneysel kanıt eksikliği olduğunu ve bilimsel olarak test etmenin zor olduğunu iddia ediyor. Diğerleri ise evrensel uygulanabilirliğe sahip olmayan teorik bir yapıyı temsil ettiğini öne sürüyor. Bu eleştirilere rağmen, Nirvana İlkesi, Freudyen teorisinin kilit unsuru olarak kalıyor ve psikanalitik düşünceyi etkilemeye devam ediyor. Nirvana İlkesi, hayatın korunmasına, ölüme karşı hareket eden bir nabzın varlığını fark ederek Haz İlkesi’nin basit görüşünü meydan okur.

 

Sigmund Freud- Haz İlkesinin Ötesinde

PERSONA

 

JUNG’UN PERSONA’SI

 

Jung, kolektif bilinçaltını dolduran en ilginç arketipal unsurlardan biri “Persona” adlı arketipe özellikle önem vermiştir.

“Persona” ile Jung; herkesin kendi hayatında oynaması için adlandırıldığı “maske” ve “tiyatro kısmı” anlamına gelir.

“Gölge” kavramından farklı olarak, ifade edilmeyen, potansiyel, çıkarılan ve gizlenen şeylere değinen, “Kişi” adı verilen arketip, başkalarıyla ve toplumla olan ilişkide inşa edilen ve “sahnelenen” şeyleri ifade eder.

O zaman bireyin kendi kültürüne, onu çevreleyen sosyal beklentilerine, onları belli bir yola bağlayan bir tür kamuflaj bir adaptasyondur.

Bu maskenin ardında bireyin “Gerçek Benliğini” ne kadar kabul edilemez, utanç verici ve tekil karakterize ettiği gizli kalacaktır.

Jung’un herkesin kendini fark etmesi için çağrıldığı yol ya da süreç dediği “Tanımlama Süreci”, diğeriyle bağlantı kurmak için bir “maske”ye başvurma ihtiyacının üstesinden gelmekten geçer.

Bu, hem ait olma kültürünün sosyal, ahlaki ve baskıcı kısıtlamalarına kendi teslimiyetini aşma süreci, hem de bireyin “Gerçek Benliğini” karakterize eden şeyin kendini onaylama, aktif tanıma ve değerleştirmedir.

Jung’un da vurguladığı gibi, konunun koştuğu risk, bu maskeyle özdeşleşmesi ve “kendi oyununa inanması” ile sonuçlanması durumunda maskeyi öznelliği ile karıştırmasıdır.

“Persona” konsepti, psikanalist Donald W tarafından hazırlanan “sahte benlik” ile tekil rezonanslar sunar.

Winnicott’un teorisi “Sahte-Benlik” çocuğun öznelliği ile dış dünya arasındaki temasın etkisi olacaktır: Çevresinin ve dünyanın “medeniyetin talepleri” arasındaki çatışmalı ilişkiyi hafifletmek için yararlı bir tür koruma bariyeri veya tampon alan denilebilir.

Bu kavramlarda öznelliği yakalayan, onu başkalarının gözünde “kabul edilebilir” hale getirecek şekilde yönlendiren, özdeş, kültürel, ahlaki, etik ve davranışsal yönler vardır.

 

 

14 Eylül 2023 Perşembe

GÖLGEMİZ


Carl Gustav Jung, gölgeyi bilmediğimiz şeye hükmetmek olduğunu ve bunun yıkıcı olduğunu belirtmektedir. Kötü olan, bilincimizin yarı uykuda olması ya da koşulların öfkeli olmasıdır. Örneğin, öfkeli bir kişinin öfkesinin durması için zaman tanımaması gibi... Bu hayatta her şey koşullara bağlıdır. 

Gölge Nedir

“Gölge, insanın bastırılmış, fakat aynı zamanda sürekli belli bir formda yaşamak isteyen canlı bir yanıdır” (Jung, 1968: 20). Gölge arketipi bireyin kendi kişiliğinin kötü, negatif, istenmeyen, reddedilen veya korkulan yönlerini temsil eder. Gölgenin birçok ismi vardır: reddedilen benlik, alt benlik, kötü ikiz, bastırılmış benlik vd…

1. Kısım: Gölgenizi (egonuzu ve içimizdeki negatif veya kötü dediğimiz şeyleri) gözlemlemek yani onları tanımak ve süper özdeşleşmek için gereklidir, yani gölgenizi bilmek ve tanımaktır ve bunun seviyeleri vardır. Geçeceğiniz katmanları veya süreçleri, bu yüzden bastırmadan, suçluluk duymadan, kendinizi kırbaçlamadan gözlemleyin. 

2. Kısım: Burası en ilgi çekici olanıdır. Çünkü burası gölgeyi tüm bileşenleriyle tanıyarak, gölgenin kendini gösterdiği varoluşunuzun tüm alanlarında (fiziksel, zihinsel, duygusal, cinsel, psikolojik vb.) hareket alanıdır). İlk adım olarak onu bastırmaya başlayacaksınız ya da sınırlandıracaksınız, bunlar arzular, düşünceler, dürtüler ya da eylemlerdir, daha sonra ve bumerang gibi bize geri gelmemesi için ideal olan onu yönetmektir. Nasıl? Basitçe, hayatınızın anlarına tuz ya da gerekli malzemeleri eklemek gibi olacak ve gölgenin ne zaman, ne şekilde ve ne miktarda çıkması gerektiğini, sizi yönlendirmeden, öğrenme sürecinizin yararına bilinçli olarak seçeceksiniz, tam tersine, güç ve ölçülülükle sizin için gerekli olanı yapacaktır. Ve bazen kendimiz için yeterli olamadığımız için duyduğumuz bir ifadenin geçerli olduğuna bir örnek: “hastalık beni aşağı çekerse, gurur beni kaldırır yukarı”, ama bunu farkındalıkla, kimseye zarar vermeden yapıyorsunuz. 

Gölge, deneyimlerimize ve gözlemlerimize göre, bu, kendimizde toplumsal olarak kabul edilmeyen bir şeyi yapmak için düşüncelerimiz, arzularımız, duygularımız olduğunu ve bunu çoğu zaman hissettiğimiz için fark etmemiz anlamına geliyor. Ketlendin, inkar ettin, kabul etmedin, tanımadın ve kendinde bile göremedin. Mesela bir tanıdığınız arkadaşınıza kırgınlık duyuyor, öfkeyle konuşuyor, onu küçümsüyor ama kendindeki tüm iyiliği tanıyor ve görüyor, kırgınlık ve nefret gösterdiği söylendiğinde ise tanıyamıyor. Başkalarından nefret etmenin kendisinde olduğunu kabul etmek istiyor ama bunu fark etmek, sakin ve huzurlu olmak için gösterdiği gibi biri olmadığını anlamak onu üzüyor. Gölgenizin bu kısmını kabul etmek ve tanımak, nefretin orada olduğunu ve bu nefret nedeniyle işleri buna göre yaptığınızı, yapmayı istediğinizi fark etmek ve kabul etmek anlamına gelir. Ancak arkadaşınız bunu inkar ediyor ve yaptıklarından dolayı başkalarını suçluyorsa gölgesiyle bütünleşmeyi öğrenmemiş olduğunu kabul edebiliriz.

Gölgeyle Bütünleşmek 

Gölgeyle “bütünleşmeyi” tanımak bilince dayanır, bilinçli olarak kendinizi korumadan kurtarırsınız çünkü gölge “kötüyü” değil, geriye kalan arketiplerin performansıyla bağlantılı bilinçdışı bir içeriği temsil eder. Gizli veya gözlemlenmemiş veya entegre edilmemiş. Bu şekilde şiddet uygulayan bir varlık, önceden şiddet uyguladığının farkında değildir, içgüdüsel olarak öyledir. Bilinç size seçim yapma ve dolayısıyla içgüdünüzü ayarlama veya değiştirme fırsatı verir. Gölge, bilinç dışı içeriğin yanı sıra gösterilmeyeni, güvensizliği ve komplekslerin ardındaki kısmı da temsil eder. Uygulama, kendinizi derinlemesine anlamanın koşuludur ve bilinçdışının arketipsel sembollerini kurtarmak yıllar süren öz-analiz gerektirir.

Kişisel deneyimlerimizde gölgeyle bütünleşmek, bizi neyin üzdüğünün, bir kişinin veya durumun bize getirdiği duyguların tam olarak farkına varmaktır denilebilir.

O zaman bu durumun ve duyguların arkasında derin bir korkunun olduğunu anlayabiliriz. Genel olarak bu korku, kabul edilmemek, sevilmemek, terk edilmek vb. durumları ifade eder. Genel olarak erken çocukluğumuzda veya anne rahmimizde oluşan çok eski yaralardan da söz edebilir.

Bir uzman yardımıyla (terapist) bilinçaltına girerek, bazı tekniklerle (birkaç tane var) o yaranızın kökenini keşfedebilir ve bulabilirsiniz. Bilinçaltına girerek, bazı tekniklerle (birkaç tane var) ve/veya başka bir kişinin yardımıyla, o yaranın kökenini keşfedebilir ve bulabiliriz.

Ve çoğu zaman bu yaralanmanın başımıza gelenlerin yanlış yorumlanması olduğunu anlayacağız. Çok yaygın bir örnek, terk edilme yarasıdır; annemizin veya babamızın gerçek motivasyonlarını ve bu karara yol açan durumları dikkate almadan bizi terk ettiği şeklinde yorumlanırız. Ve biz, sevilmediğimize dair bu yanlış yorumla, bu duyguları uyandıran ve olup bitenlerle hiçbir ilgisi olmayabilecek uyaranlara karşı bilinçdışı tepki kalıplarını hayatımız boyunca tekrarlıyoruz. Tipik olan, başkalarının yaptığı, söylediği veya yapmayı bıraktığı şeyleri kişisel olarak almaktır çünkü örnekte tekrar terk edilme tehdidini hissediyoruz. Her şey bilinçsizdir. Bu yüzden ona gölge deniyor, çünkü onu karanlık bir çantaya bırakarak görmediğimiz için onu görmüyoruz veya içimizde taşıdığımız acıyı hatırlamıyoruz.

Ancak bunu fark ettiğimizde, anne babamızın o anki bilinç düzeyleriyle ellerinden geleni yaptığını, masum ve küçük olduğumuz için durumu nasıl yorumlayacağımızı bilmediğimizi, ışık tuttuğumuzu ve başka bir yerden anladığımızı anlıyoruz. Bu yara nedeniyle kendimize ve başkalarına verdiğimiz acıyı ve zararı, suçluluk hissettiğimizi kabul eder ve kendimizi affederiz. Tekniğe göre iyileşme, uzlaşma veya ne ortaya çıkıyorsa bazı görselleştirme egzersizleri yaparız. Ve gölgeyle bütünleşebiliriz.

Bütün varlığın kendisi için tanınması anlamına gelen bireyleşme çalışması, kendi dinamik yapısının tanınmayan parçalarını bütünleştirmeyi gerektirir, ancak bunlar gerçeklikte dağılmış oldukları için, o zaman öteki aracılığıyla yeniden sahiplenme gereklidir, her şeyden önce tehdit edici veya tehdit edici olan aracılığıyla. Bize itici gelen, korku yaratan ve ulaşılmaz görünen şeyin içinde bile gölge orada yaşar, çünkü o psişik yapının sadece en karanlık değil aynı zamanda en aydınlık olanıdır.

Gölgemizi Tanımak 

Gölgeyi tanımak, ruhun sakladığı yansımaları toplamakla başlar ve bu, diğerini olduğu gibi kabul etme yeteneğini ima eder. Jung şöyle ifade eder: “Biz dünyayı değiştirmek istemiyoruz. Dünya bu haliyle güzel” sözü, gerçekliği iyileştirmeye ya da iyileştirmeye çalışmadan, açık bir şekilde kabul etme taahhüdünü, sadece ona mutlak gerçeklik olarak kendi karakteriyle ilgilenmeyi ima eder.

Daha sonra her gün uyaranların nasıl tekrarlandığını ve onlara tepkimizin nasıl değiştiğini gözlemleriz. Bazen ilk başta zor bir şey ortaya çıkar, ta ki (örnekte) o terk edilmenin acısını çeken içimizdeki çocuğu kendimize sevgiyle affetmeye başlayana ve kendimize sevgi verene kadar. Gölgeyi tanımak ve onunla bütünleşmek kendimize ışık verebilmek içindir. Uyanmak için yaşamlarımızda ihtiyaç duyduğumuz şeylerin bir parçası olarak onu sevgiyle karşılayabiliriz.

Gölge prensip olarak bilinç tarafından kişinin kendisine ait olarak tanınmayan şeydir. Bu tanınmama, egonun bilinçdışı tarafından emilme korkusundan kaynaklanmaktadır, dolayısıyla gölge bilinçdışıyla karıştırılabilir, ancak bunlar aynı değildir. Psişik deneyim, belirli konumları gerektiren kültürel ve sosyal normlara tercihli bir şekilde uyum sağlamak için parçalanmıştır. Bu nedenle kişiliğin çeşitli bölümleri, onlarla daha rahat başa çıkabilmek için dışarıya yansıtılır; öyle ki, bunlar olmadan reddedilebilirler. Bilinçli olarak parçalanma dramı da yaşayabilir.

Bir hikâye vardır ki, bir adam bir talihsizliğe uğrar ve onu teselli etmek istediğinde “göreceğiz” cevabı alınır. Sonra büyük bir talih yaşar ve insanlar onu tebrik ettiğinde adamın ağzından “biz” ve “görüşürüz” sesi çıkar.  Bu gerçektir; kötülüğün büyük iyiliğe, büyük iyiliğin de kötülüğe dönüşebileceği her zaman açık bir olasılıktır. Gölgeyi bütünleştirmek, şu anda deneyimlemek zorunda kaldıklarımızın sorumluluğunu üstlenmek anlamına gelir.

Gölge insan olarak sahip olduğunuz zayıflıklardır. Onu tanımak bu zayıflıkları kendi avantajınıza kullanmak anlamına gelir. Çünkü ışık doğanlara aittir ve gölge keşfedilen bir şeydir, onun zayıflıkları insanı kötülüklerden kurtarır. İyilikleri lehimize kullanabileceğimize göre, gölgemizi tanımaktır asıl meselemiz...

Gölge, mutlaka birisine karşı değil, şiddeti kendi lehimize de kullanarak şiddete kendimizi entegre etmek, zevki yaşamakla şehveti bütünleştirmek, kendi fiziksel tepkisini bilmek, bu şekilde kendi kriterlerimize göre insan öğrenmeden ve kendini pratik etmeden her şeyi kontrol etmek isteyerek çatışmaya girebilir. Gölgenizi tanıdığınız ve onunla bütünleşme sağlayacağınız güzel günler diliyorum.




Psikocoğrafya

 

Psikocoğrafya, coğrafi çevrenin, bilinçli olarak düzenlenmiş olsun ya da olmasın, bireylerin duygu ve davranışları üzerindeki kesin yasalarının ve belirli etkilerinin incelenmesidir. Guy Debord

 

Guy Debord’un sözünü ettiği Psikocoğrafya’yı 2021’de Anadolu’da yaşadığım 8 ay gibi kısa bir süre sonrasında keşfettim. 

Bir zamanlar İstanbul’da her şeyi yapmak için arabaya ihtiyaç duymama karşı kişisel bir protestoya yeni başlamıştım kendime ve onun yerine her yere yürüyerek gitmeye başlamıştım. Bu protesto konusunda o kadar ciddiydim ki, eve sadece 20 dakikalık yürüme mesafesindeki bir markete bile araçla gidiliyordu kentte. Orada yaklaşık 8 ay yaşadıktan sonra yeniden İstanbul’a döndüm. İstanbul gibi bir metropolde 20 küsür yıl yaşam kesitinin ayrımını yaşıyordum geri dönüşümde ve bu arada birkaç önemli yol gezisine çıkmış olmama rağmen artık günlük şehir hayatından uzakta kalmak dinginlikti.

 

Otomobil kullanımına karşı yapılan bu gösterinin çevreyi korumak gibi asil bir amacım yoktu, aksine çevreme karşı hissettiğim derin bir altüst oluş duygusuyla başlatılan bir protestoydu.

Dönüşte sanki İstanbul’un büyüklüğü ve ölçeği karşısında birdenbire şaşkına dönmüştüm, kentin kaosunu ruhumdaki ilk kılcal kırılmayı sürdürmeye yetecek kadar görmüştüm. Bir araçla günlük işlerin çeşitli mikro varış noktalarını, aralarındaki görünürdeki yokluklarla ilişkilendiremediğimi fark ettim. Örneğin alışveriş merkezi üzerinden kütüphaneden kafeye gitmek benim için son derece kafa karıştırıcı bir deneyim haline geldi. İstanbul’un bu ara bölgeleri yaşamının tüm tanıdık belirtileriyle doluydu, ancak kendi araçlarıyla etrafımı saran, dünyadan ayrılan ve birbirlerinden kendi araçlarıyla ayrılan ruhlar dışında, bir şekilde yaşayan bir ruhtan yoksun görünüyordu. Boş yüzler ileriye dönük ve sinyal yeşile döndüğü anda bir sonraki trafik ışığına doğru yalpalamaya hazırdı. 

 

Uzak, bakımlı ve onu tasarladığını hayal ettiğim beyinler kadar yabancı fast food restoranları, benzin istasyonları, camiler ve kiliselerle noktalanan her noktası “kültür endüstrisinin” yansıması gibiydi…Benim için ise sinemada izleyicinin başlamasını beklediği filmler gibi benim içinde yeni bir kenti keşfetmek gibi geldi. Ve trafik ışıklarında boşta duran kendi duraklatılmış hayatından, eski zamanların bozkır yerleşimcilerinin sonsuzluk korkusunun, klimalı konforlu araçların 21. yüzyıl sınırlarına sızdığını hissedebiliyordum.

Bu geçiş alanlarının metre (KM) cinsinden gerçek mesafeye göre değil, onları geçmek için geçen süreye göre (yerel olarak) ölçüldüğünü buldum, dolayısıyla trafik ve hava koşullarına bağlı olarak bu seyahat süresi (zaman yolculuğu) açıkça çok fazla değişebilir. Ayak işleri listemdeki her varış noktası, psişik olarak şehrin aynı titrek rüya köşesinde bulunuyordu. Bu varış noktalarını net bir şekilde zihnimde canlandırabiliyordum ama haritada nerede oldukları ve toplu ulaşımla nasıl gidileceği konusunda kesinlikle hiçbir fikrim yoktu.

 

Yer değiştirmeyle kastettiğim buydu ve kendimi yönlendirmenin tek yolunun arabayı tamamen kaybetmek ve evrenimdeki her şeyi yaşadığım yere göre ölçeklendirmek olduğuna karar verdim. Böylece bir sabah önceden planlanmış bir dizi uzun yürüyüşe çıktım.

“ANCAK KENDİNDE DEVRİM YAPABİLEN DEVRİMCİ OLABİLİR.” LUDWIG WITTGENSTEIN

 “ANCAK KENDİNDE DEVRİM YAPABİLEN DEVRİMCİ OLABİLİR.” LUDWIG WITTGENSTEIN

Wittgenstein için en büyük devrim insanın kendi bilinç (düşüncesini) ve eylemlerini değiştirebilmesindedir. 

Ona göre insanlık büyük bir devrimi bekliyor. Gösterilerden ve protestolardan, şiddet eylemlerinden, hak talepleri veya başka şeylerden de bahsetmiyorum. Bahsettiğim devrim, sessiz, bireysel, dinamik, aktif, neredeyse her şeyin akışına karşı “normal”, bilinç devrimidir. Sıradan aklın yüzyıllar, binlerce yıl boyunca evrimleşmiş bir insanlık yaratmakla görevli olmadığını kanıtlamak için yüzyıllar, binlerce yıl sürdü. Reformlar ve Rönesans gibi insani prensiplerin değerleriyle dolu, kendimizle işbirliği ile dolu, çevremizdeki insanlar arasında işbirliği ile dolu sistemin yarattığı şey sınırlar; bölünme, her şeyin dogmaları, fanatizm, birçok durumda insan bilincini gölgede bırakmıştır.

 Diğerinin yanlış anlaması, yanlış anlaşılma, insanlığın yokluğu, tembellik, insanın kim olduğunu ve amacının ne olduğunu mutlak unutması dışında ne çıkabilir. Bilinç değerlerine dayalı evrimleşmiş bir düşünce sistemine ihtiyacımız vardır. Harekete geçmek için ses çıkarmayan, uyuyanlar tarafından fark edilmeyen, her zaman hedef bilginin gıdasıyla beslenmek isteyen, her zaman ortak iyiliği arayan. Sıradan akıl bilincin muhalefeti, inatçı rakibi, bir tür rakip çünkü gerçekliği ve doğruya doğru akışta hareket etme kabiliyeti edinmiştir. Zihin bizi eşsiz hissettiren ancak nedenlerimizi, argümanlarımızı yeniden onaylamak için, övülmek, yüceltmek, asla işbirliği temelinde hareket etmez, bir halka, bir parça daha hissetmeyi sevmez, ortak bir iyiliğin sonuçlanması için diğerleriyle işbirliği de yapar.

 Akıl, biz var olduğumuz için vardır, insanı yaratan akıl değildir. Akıl, kendimizin önemli bir parçası olduğu için vardır, ancak işlevi çok net ya da olmalıdır, hizmetimizde olmalıdır, aksine değil. Zihin insan kimliğini taklit etti çünkü bu büyük çoğunlukta, kendi kimliği olan zihinler, insanlar her türlü psikolojik şeyleri yaratan zihinler, kişiliği, fobileri ve her tür duyguları, yaşam tarzı. Seviyor ve sevmiyor, mekanik bir şekilde kabul ediyor ve reddediyor, sadece ruhu yok: bu yüzden insanoğlu bilinciyle yaşar. O mekanik bilinciyle o kadar özdeşleşmiş, o kadar özdeşleşmiş, o kadar özdeşleşmiş, o kadar özdeşleşmiş, o kadar özdeşleşmiş, o kadar da özdeşleşmiş, o kadar da özdeşleşmiştir ki artık o kadar ki ruhu yok denilebilir.

O aklını gösterir, vicdanı ise kral olduğunu bilmeyen dilencidir, aklın vermeye hazır olduğu kırıntıları toplar. Bahsettiğim bu akıl, vicdanın hak ettiği yeri gasp etti ve onu bunun doğru olduğuna ikna etti. Zihnimizin içinde yaşayan tüm elementleri yarattık. Her element diğerlerinden bağımsızdır, ancak aynı zamanda daha güçlü, daha fazla “zeka” olan elementlerin hizmetkarıdır ya da olabilir. İçimizde, burada ve şimdi, derinliklerinde ve çoğu zaman bilinçaltımızın derinliklerinde bir çeşit “akılhane”miz olduğunu söyleyebilirsiniz. 

Bu soruyu görmek ve kabul etmek çok karmaşık, çünkü belli bir zamanda kendini görebilir ve hissedebilirsin bir katil, çok yönlü dejenere olmuş bir varlık, bu psikolojik varlıklar veya unsurlar bilinçleri karışık, çok şey öğrendiler, bizi tanıyorlar, bu yüzden duyularımıza, iştahlarımıza, dramlarımıza hükmederler. Saçma komediler ve trajedilerde bile bunun gerçek olduğundan habersizler ve sahip oldukları zihinlerin bir kısmıyla ona ulaşabileceklerini düşünüyorlar, onun hakkında konuşabileceklerini. 

Onların yok olmalarının tek yolu yiyeceklerini, enerjimizi ve hapsettikleri bilinç kısmını bu psikolojik gölge hapishanemizden kurtarmamız gereken bir parçamız gibidir, gerçekten de bu elementlerin çoğalması, varlıkların egosunu oluşturmaktadır. Sadece bunu deneyimleyecek cesarete sahip olanlar özgürlüğü, bilincin ve kendinde devrimin bilgeliğini hedefleyecek durumdadır.

6 Eylül 2023 Çarşamba

Saf Simulakrlar

 

Hakikati gizleyen şey simülakr değildir.

Çünkü hakikat, hakikat olmadığını söylemektedir.

Simülakr hakikatin kendisidir. Jean Baudrillard

Jean Baudrillard’a göre Amerikan gösteri sanatı yani sinema arasında politik tasarımın çerçevesini vurgular: Sinema ya da gösterinin Watergate skandalının tasarlanma biçimi arasında hiçbir fark yoktur. Skandalın yasal merciler tarafından ortaya çıkarılması tüm dünyaya politik gösteri gerçekliğiyle yasalara saygı duyulduğunu duyurmaktı. “Watergate’in başarabildiği tek şey herkesi Watergate’in bir skandal olduğuna inandırmaktır.” 

Baudrillard’ın simülakr kavramı üzerinden orijinal kurgu vizyon zenginliği yanında kalıcılığı da “Star Trek”in (1979) sözlü tarihini ilgi çekici kılan temel nedenlerdendir.

Star Trek’in yaratıcısı bir dönem Los Angeles polis memuru ve televizyon yazarı olan Gene Roddenberry’nin yapımcılara -uzay western- olarak tanıttı. Bir zamanlar Van Gogh’un kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardan birinde dışavurumcu bir ifadeyle “Yıldızlara Giden Vagon Treni” olarak tanımladığı bir konsept için oldukça büyük atılım denilebilir. Gogh için yıldızları trene benzetmesi hem özgürlük hem ölüm yolculuğudur Antonin Artaud’a göre…

Star Trek, sayısız makale ve tezin açıklamaya çalıştığı gibi, onun çekiciliği elbette vahşi doğadaki silah seslerinden çok çok daha fazlasıydı. 

Roddenberry fikri tam da hedefini tutturmuştu: Her yerdeki insanlar, özellikle de Amerikalılar nihai olsun ya da olmasın, onun anlatı kurgusunun sınırlara hayran kalıyor. İkinci Dünya Savaşı gazisi Roddenberry’nin, 23. yüzyıldaki çok ırklı destanını, bağnazlığın ve önemsiz çatışmaların ötesine geçen bir evrende, soğuk savaş döneminden kalma, güven verici derecede karşı distopik bir gelecek tasavvuruyla kurgulamasından günümüzde hâlâ etkileniyoruz.

Bugün Hollywood’da olup bitenlerin ne kadarının 1980’lerde puro içen Fransız Marksist medya teorisyenleri tarafından tahmin edilmiş olması ilginçtir. Jean Baudrillard Matrix sayesinde düşüncesini dünyaya duyurdu. Ancak Guy Debord’un medya teorisi çevrelerinin dışında büyük ölçüde unutuldu. Ancak hem onun “Gösteri Toplumu” hem de Baudrillard’ın “Simulakr” kavramı ise günümüzde nerede olduğumuzun tüyler ürpertici derecede doğru resimleridir.

 

Simülakr, aslı olmayan bir kopyadır. Baudrillard 1981’de bunun hakkında yazdığında bu hayal edilmesi daha zor bir fikirdi. Şimdi etrafımız simülakrlarla çevrili. Bu küçük resim için oluşturduğum Star Trek gerçekte bir karakter ekibi değil. Onlar gerçek aktör değiller. İnsan eli tarafından boyanmadılar...onlar saf simulakrlar. 

Star Trek bir algoritmaya indirgenmiş. Ve yakında Star Trek sadece bir yeniden başlatmanın yeniden başlatılması da olmayacak. İnsan yazarların veya aktörlerin bile olmadığı, otomatik olarak yeniden başlatılan bir yeniden başlatma olacak sinema adına...



 

Çünkü eğer tek amacınız bir gösteri yaratmaksa simülakrlar mükemmeldir. Debord’un tanımladığı gösteri toplumunun anlamlı sanata ihtiyacı yok. İnsanların dikkatini dağıtmak için sonsuz bir gösteriye ihtiyacı vardır.

 

Dolayısıyla, sonsuz yeniden başlatmaları olağanüstü buluyorsanız, bunun yerine huysuz, eski Fransız Marksist medya teorisini okumanızı öneririm. Veya Youtube üzerinden Star Trek’in postmodern yıkımını öğrenmek adına ancak tekrar izlemeye davet edebilirim. 



5 Eylül 2023 Salı

Bir Tartışmayı Kazanmanın En İyi Yolu Ondan Kaçınmaktır

 Abraham Maslow: “İnsanlarda hayal kırıklığı yaşamamak için yanılsamalardan kurtulmak” gerektiğini belirtir. İnsanları ve kendimizi olduğumuz gibi kabul etmeyi öğrenmek gerekir. Mükemmel insan diye bir şey yoktur. İletişim kurarken uyum yakalayacağınız insanlarla sağlıklı iletişim kurabilirken bazen de bencil, sinir bozucu ve karamsar insanlarla iletişim kurmak zorundayızdır.

 Karl Marx: İletişim açısından bizlere belli bir anlamda bir insan da bir meta ile aynı durumda olduğunu düşünmektedir Das Kapital’de. Ona göre; insan ne elinde bir ayna ile dünyaya geldiğinden ne de “Ben benim” diyebilen Fichteci bir filozof olduğundan bir insan, ilk önce kendini başka bir insanda görüp tanır. Peter, yalnızca bir insan olarak kendi suretini tanıdığı başka bir insanla, Paul ile olan ilişkisi aracılığıyla kendini bilir. Bununla birlikte, Paul de tamamen insan türünün veya Peter’in görünüş biçimi olan Paul olarak onun fiziksel formunda olduğunu belirtmektedir.

İletişim, insanların toplumsal dinamikleri ve dünyayı yorumlamak, birbirlerini anlamlandırması yanında ortak anlam oluşturmada sosyal gerçekliği dönüştürebilmeleri için birbirleriyle sembollere dayalı olan ilişki kurma tarzıdır. İletişim; karmaşıktır. Hem kendimiz için hem de karşıdaki kişi için doğrusal olmayan bir düşünceyi aktarmak için dil aracını, görüntüyü ve sembolleri yansıması/yansıtma sürecidir. Örneğin, şu anlattığım iletişi konusundaki düşüncelerimi okuduğunuzda sizin düşüncenize uyumlu olduğu ya da aktarılabildiği anlamına gelmez. Tersine iletişim aynı süreçte iletişimsizlik içinde bir şeyler iletir. 

Şu an bu yazıyı okurken önceden belirlenmemiş geçmiş deneyimlerinize, normlarınıza veya ideolojik bakış açınıza göre bireysel ve toplumsal ilişkinin niteliklerine bağlı olarak iletilen fikir yazısı olarak belirli bir şekilde yorumlayabilirsiniz. İletişim kurarken diğerinin düşünce örüntülerinde bir değişiklik olacaktır: şu an yazdıklarımı okurken kendi düşünceleriniz de yorumlama işlemine başlamıştır. 

İletişim diğerini anlama, yanlış anlama, anlaşma, kısmi anlaşma, anlaşmazlık, çatışma, tartışma gibi benzeri olasılıklara neden olur. Bunun sizde bir yansıması olacaktır; ancak hangi derecede aynı frekansta olduğunuz, farklılıklar, çarpıklıklar, bulanıklıklar vs… olacağı hem okuduğunuz yazının yansımasına hem sizin şu an bu yazıyı okurken içinde olduğunuz duygu ve düşünce halinize ve hem de sizden bağımsız şu an çevrenizde olup biten birçok faktöre bağlıdır. İletişim için buraya kadar açıklamam yeterli diye düşünüyorum. Ancak günlük yaşamlarımızda yukarıda sözünü ettiğim iletişimin teorik anlamaları çok fazla geçerli değildir. Bizler Anadolu insanı olarak tartışmayı seven, taşlamayı seven bir kültür yapısına sahip olduğumuz için günlük hayatta iletişim kurmada yaşanılan zorluk noktalarına kısaca şöyle bir değinip bırakacağım. 

Faydalanırsanız ne mutlu bana!

İletişimde Bir tartışma Nasıl Kazanılır?

“İddiacı iletişim” ya da “kendinize nasıl değer ve saygı duyulur” vb. iletişim kursları veriyorlar.

Açık söylemek gerekirse, herkes parasını istediği gibi harcar...

Benim açımdan başlıklarda zaten prensip hatası vardır. Çünkü iletişim diğeriyle iyi bir takas modelidir. Çatışmacı veya kavgacı değildir.

Yani benim bakış açımdan toplumsal yaşamın içinde diğerleriyle sağlıklı iletişim için bazı ipuçlarını vereceğim. Üstüne bir de bedava!

İletişimde Uyumun Önemi

İletişim kurduğunuz kişi veya kişilerle uyum varsa etkilidir; güven, sempati, saygı ve dinlemek olmadan iletişim kurma biçimlerinde teknikler işe yaramaz.

Bir şeyler yiyormuş gibi konuşun. Çoğu insan kalabalıkta konuşmaktan korkuyor. Bunun içinde toplu konuşma tekniklerini kullanıyorlar ve sonuç daha da aptalca görünebiliyor. Diğer yandan sadelik ve doğal olan iletişim kurmak yapaylıktan daha fazla güvenlik aşılıyor. Hata yapsanız da, kekeleseniz de, engelseniz de fark etmez, bu olabilir, durursunuz ve baştan başlarsınız. Bu yüzden spontane olun.

Sizi dinlemek isteyen zaten seni dinleyecektir. İletişimde aktarım kanalının akışını kendi haline bırakmak diğerine kendinizi dinleme zorunluluğu hissi vermeyecektir.

 

Anlamak Doğru Olmaktan Daha Önemlidir

Sizin için önemli birisiyle tartışıyorsanız (ortak, arkadaş, aile ferdi vs.) konumlarınıza ve inançlarınıza takılmak yerine dinlemeyi, yargılamamayı, anlamaya, her ikisi için de iyi bir tavizde bulmaya çalışın. Gerilim anında her şeyi söyleyebilirsiniz. Böyle durumlarda esnemek için kendinize zaman verin.  Nefes alıp sakin bir kafayla huzur içinde düşünceleri netleştirmek daha iyidir. Ayrıca her iki tarafta sakinleşmeden tekrar iletişim kurmamaya çalışın. Bu iletişimdeki çatışmayı soğutma arasıdır. Çatışma yaşadığınız kişi veya kişilerle olan duygu veya düşünceyi soğutma arası değildir. Bu noktada dikkatli olmak gerekir.

 

Bir Tartışmayı Kazanmanın En İyi Yolu Ondan Kaçınmaktır

İlgilenmediğiniz insanlarla iletişim kurmaya “zorlandığınız” durumlar vardır: Bunlar, patron, müşteri, akraba, tanıdık olabilir.

“Ona 4’ü söyle” demek cezbedici ama zaten biliyorsun ki bir avcıya dönüşecek, ne olmuş?

Hedefe ve diğerinden almak istediğiniz şeye odaklayın düşüncenizde: O an, para, ödül veya basitçe sessiz bir hayat olabilir.

Kimseyi İkna Etmek Zorunda Değilsiniz.

Üstenci ve kendini ikna eden biriyle tartışmak tamamen faydasızdır çünkü sizi asla anlamaz ve tartışma köşe başındaki taş gibi hep duracaktır. Bu yüzden taşlı tartışmadan kaçının, ayaklarınızı ikna edin, o an kendi zamanınızı ve enerjinizi önemseyin ve başarmak istediğiniz şeye odaklanın.

Şimdilik burada duracağım, daha çok şey var ama…KEYİFLE KALIN.

4 Eylül 2023 Pazartesi

Prometheus’un Sembolleri

 

“Gökten ateşi çalan Prometheus’un evler inşa etmeye ve yeryüzüne yerleşmeye başlaması gibi, tüm dünyaya yayılan felsefe de görünüş dünyasına karşı döner. Şimdi Hegel’in felsefesi için de aynı şey geçerli,” demiştir Karl Marx.

 

Yunan mitolojisinde Prometheus’un öyküsü Hesiodos’un “Günler ve İşler”, “Tanrıların Yaratılışı” eserlerinden öğrenilebilir. Ancak antik çağda pek çok yazar da Titan’dan bahsetmiştir. Onun hikayesi Titanlar zamanında, Zeus ve diğer Olimpos tanrılarının ortaya çıkmasından önceki bir dönemde başlıyor, çünkü Prometheus bir Titan tanrısıydı. Prometheus, öngörünün, bilginin, kurnaz öğütlerin, ateşin ve insanlığın yaratıcısının Titan Tanrısı’dır. Iapetus ve Themis’in oğludur. Kardeşleri Atlas, Epimetheus ve Menoetius’tur. Yunan mitolojisinde, Zeus onu elinden aldığında ateşi yaratması ve insanlığa yardım etmesiyle tanınır. Aynı zamanda bu görevde kendisine büyük ölçüde yardımcı olan öngörüye sahip olduğu da biliniyordu.

 

Ayrıca Prometheus bir Titan’dan daha fazlasıdır. Hikayesi isyandan, yenilikçilikten ve insanlığın gidişatını sonsuza dek değiştiren bilgi arayışından bahseder. Yunan panteonunun tüm tanrıları arasında, insanların şampiyonu olarak ortaya çıktı ve onlara yardım etmenin bedelini ödedi. Titan tanrılarının en sevilenlerinden biri olan Prometheus’un kökenlerine, mitlerine ve sembolizmine birlikte bir göz atalım. Ne dersiniz…

 

Titanlar Iapetus ve Clymene’nin birleşmesinden doğan Prometheus’un üç önemli erkek kardeşi vardı: Şiddetli öfkenin ve aceleci hareketlerin vücut bulmuş hali olan Menoetius, göklerin metanetli taşıyıcısı Atlas ve sonradan düşünme ve sonradan görmenin amblemi olan Epimetheus.

 

Prometheus’un mitleri onu akıllı bir figür olarak öne çıkarır. Bir Titan olmasına rağmen Titanlara karşı savaşta Olimposluların yanında yer aldı. Bunun nedeni Olimpiyatçıların savaşı kazanacağını öngörebilmesi miydi? Eğer öyleyse, bu onu biraz fırsatçı bir bakış açısıyla resmediyor; kendi halkına karşı savaşmak anlamına gelse bile kazanan tarafta olmak isteyen biri olarak ilk rekabetçi kapitalist insan figürünü sembolize ediyor denilebilir.

 

Olimposlular savaşı kazandı ve Zeus evrensel hükümdar oldu, ancak Prometheus insanlığa davranış tarzından memnun değildi. Bu anlaşmazlık Prometheus’un ateşi çalıp insanlara vermesiyle sonuçlandı ve bunun için Zeus tarafından ağır bir şekilde cezalandırıldı.

 

Prometheus Zeus’u Neden Kandırıyor?

 

Zeus ve Prometheus arasındaki anlaşmazlık bir öküzü iki parçaya ayırmasını istemesiyle başladı; biri tanrılar için, diğeri ölümlüler içindi. Prometheus insanlığı yarattığı için insanlara karşı zaafı vardı. Bir ikilemle karşı karşıyaydı: Zeus’un talebini insanlığın çıkarlarını korurken nasıl karşılayabilirdi.

 

Böylece iki kurban yarattı. Biri, hayvanın midesinde ve iç organlarında saklanan ince öküz etiydi, diğer kısım ise sadece öküzün yağa sarılı kemikleriydi. Görünüşün rehberliğinde Zeus, dışarıdan en çekici görünen yığını seçti: Zengin, parlak yağla kaplı kemikler. Zeus, bu seçimiyle yanlışlıkla kalıcı bir gelenek kurdu; o andan itibaren tanrılar, kurbanlar sırasında bir hayvanın kemiklerini ve yağlarını alacak ve besleyici eti ölümlülerin tüketmesi için bırakacaktı.

 

Kandırıldığını anlayan Zeus sinirlendi. Zeus, ilerlemenin ve bilginin önemli bir aracı ve sembolü olan ateşi insan dünyasından alarak hem Prometheus’u hem de insanlığı cezalandırmaya karar verdi.

 

İnsanlara şefkat duyan Prometheus, tanrıların yaşadığı Olimpos Dağı’na gizlice girip ateşi bir rezene yığınında geri getirerek onlara ateşi geri çaldı. Daha sonra ateşi insanlara aktardı. Bu eylemin şerefine bayrak yarışları ilk kez Atina’da düzenlendi; burada yanan bir meşale, kazanan bitiş çizgisine ulaşana kadar bir sporcudan diğerine aktarılırdı. Zeus bunu öğrendiğinde öfkelendi ve Prometheus’u sonsuz azaba mahkum etti. Ölümsüz hayatının geri kalanını, bir kartal karaciğerini gagalarken bir kayaya zincirlenmiş olarak geçirmekle lanetlendi. Karaciğeri, ertesi gün tekrar yenilmek üzere gece boyunca yeniden büyüyecekti. Prometheus, kahraman Herakles tarafından kurtarılıncaya kadar çok acı çekti.

 

Prometheus Miti Neyi Simgeliyor?

 

Bilgi ve Zeka: Prometheus'un adı “öngörü” anlamına gelir ve genellikle bilgelik ve bilgiyle ilişkilendirilir. Onun tanrılardan ateşi çalması, özellikle ateş, aletler ve çeşitli sanatlar hakkında bilgi gibi uygarlığı ilerleten türden bilgi edinmenin bir metaforu olarak görülebilir.

 

Tanrılara İsyan ve Meydan Okuma

Prometheus belki de en çok, tanrıların kralı Zeus’a karşı gelerek ateşi çalıp insanlığa vermesiyle ünlüdür. İlahi otoriteye karşı olan bu isyan onun karakterinin en güçlü yönlerinden biri olup onu direnişin ve zulme karşı mücadelenin sembolü haline getirmiştir.

 

İnsanlığa Olan İnancı

Prometheus’un, insanlığın kilden yaratılması ve ateşin armağanı da dahil olmak üzere eylemleri, onu insanlığın koruyucusu ve hayırseveri olarak konumlandırıyor. Kişisel acı çekme potansiyeline rağmen, insanların refahını tanrılara itaatten önce tutuyor.

 

Acı ve Dayanıklılık

Zeus’a meydan okuyan Prometheus, sonsuz işkenceyle cezalandırıldı; bir kayaya zincirlendi; burada bir kartal, karaciğerinin yeniden büyümesi ve ıstırabın tekrarlanması için her gün karaciğerini yiyordu. Bu kötü durum onu ​​sonsuz acılar karşısında dayanıklılığın ve dayanıklılığın sembolü haline getirdi.

 

Prometheus Mitinin Kutsal Kitaplara Göre Benzerlikleri

 

İnsanlığın Yaratılışı

 

Prometheus mitinde Prometheus’un kilden insanları yarattığına inanılır. Bu, Tanrı’nın yerin tozundan insanı (Adem’i) yarattığını anlatan Yaratılış’taki İncil anlatımıyla paralellik gösterir. Ancak Yunan mitolojisinde insanın yaratılışıyla ilgili birkaç efsane daha vardır ve kabul edilen bir versiyonu yoktur.

 

Bilgi Armağanı

 

İnsan uygarlığı için kritik bir dönüm noktası olarak görülen Prometheus’un insanlara ateşi vermesiyle tanınır. Ateş aynı zamanda bilgi ve anlayışı da temsil edebilir. Bu, İncil’deki ve Kuran’daki Adem ile Havva’nın Cennet Bahçesi’nden kovulma nedenine paralellik gösterebilir. Havva’nın yediği ve Adem’le paylaştığı Bilgi Ağacı’nın yasak meyvesi, eşit derecede dönüştürücü etkilere sahip benzer bir bilgi aktarımını temsil eder.

 

İhlalin Cezası

 

Hem Prometheus mitinde hem Kuran’da hem de İncil’de bilginin edinilmesi cezaya yol açar. Prometheus, ateşi çalıp insanlara verdiği için Zeus tarafından cezalandırılır. Benzer şekilde Adem ve Havva da yasak meyveyi yedikleri ve iyilik ve kötülük bilgisini edindikleri için Tanrı tarafından cezalandırılır. Her iki versiyonda da tanrılar insanların cahil kalmasını tercih ediyordu.

 

Büyük Tufan

 

Prometheus’un oğlu Deucalion’un hikayesi, İncil ve Kuran’daki  Nuh Tufanıyla çarpıcı benzerlikler paylaşıyor. Her iki anlatımda da, tanrıların insanlıktan hoşnutsuzluğu nedeniyle dünya bir tufanla yok edilir. Her durumda, dürüst bir adam (Deucalion/Nuh) yaklaşan tufana karşı uyarılır ve ailesiyle birlikte bir gemi inşa ederek hayatta kalır.

 

Prometheus ve Hz. İsa Benzeri Kurban

 

Bazı yorumlarda Prometheus’un çektiği acı, İsa’nın tutkusuna benzetilebilir. Hem Prometheus hem de İsa peygamber, insanlık uğruna acılara katlanan figürler olarak görülüyor. Prometheus insanlara ateş (bilgi) verdiği için cezalandırılırken, İsa Hıristiyan inancına göre insanlığın günahlarının kefareti olarak çarmıha gerilir.

 

Yeryüzündeki İnsani Eylemler Yönünden Benzerlikleri

 

İyi Eylemlerin İstenmeyen Sonuçları: Prometheus’un tanrılara karşı meydan okuması tüm insanlığa fayda sağladı. İnsanların ilerlemesine ve teknolojik olarak gelişmeye başlamasına olanak tanıdı ve böylece onu bir tür kahraman haline getirdi. İnsanlara karşı yapılan bu iyilik, tanrılar tarafından hızla cezalandırılır. Günlük yaşamda, benzer iyi niyetli eylemler sıklıkla cezalandırılır veya istenmeyen sonuçlara yol açabilir.

 

Düzenbaz Arketipi: Prometheus, düzenbaz arketipinin somut örneğidir. En bilinen hikayesi, tanrıların kralını kandırmasını ve ardından onların burunlarının dibinden değerli bir unsuru çalmasını içeriyor. Hileci arketipinin eylemlerinin sıklıkla bir katalizör görevi görmesi gibi, Prometheus’un insanlığa armağan ettiği ateş de insanlığın tüm teknolojik ilerlemesini başlatan kıvılcımdı.

 

Aşırı Ulaşmanın Sonuçları: Mary Shelley’nin “Frankenstein”ı gibi efsane uyarlamalarında özellikle belirgin olan bu tema, özellikle bilgi ve ilerleme arayışında kişinin sınırlarını aşmasının potansiyel sonuçlarına değiniyor. Prometheus’un çektiği acılar, tıpkı Victor Frankenstein’ın yaratılışının ona karşı dönmesi gibi, Zeus’un belirlediği çizgiyi aşmasının bir sonucudur. Ancak insanlar olarak Prometheus’u destekliyoruz ve onun eylemlerini takdir ediyoruz. Ancak tanrıların bakış açısından o, Zeus’a itaatsizlik eden bir asidir.

 

Prometheus ve Ateşin Güveni

 

Güven hiçbir şeyi yakmayan ama sıcak tutan küçük bir ateş gibidir tıpkı Prometheus mitinde tanrılardan çaldığı ateş gibidir. Güven, var olan ve bulunması, keşfedilmesi gereken bir şey değil, “yaratılması gereken” ve belirli bir hatta daha da fazlası, gerçeklere şiddet uygulama iradesine güç sağlayan bir şeydir. Kendi içinde sağlam ve belirlenmiş bir gerçekliğin bilincine varmak değil, Prometheus’un ateşi çalması gibi aktif bir belirlenim yani eylemin kendisidir. Güven, “güç iradesinin” temellerinden biridir...

Aslında Prometheus, insan ve tanrı arasındaki güven ilişkisini çalan titandır. Ateş güveni sembolize eder. Pandora’nın yaratılışında kutu açıldığında, kutudaki her şey yeryüzüne yayılır. Sadece umut ve umuda olan güven kutuya hapsolup kalır. Pandora (Antik Yunanca: Πανδώρα) “tanrılar armağanı” anlamına gelir.

O nedenledir ki; binlerce yıldan bu yana hem insan ilişkilerinde insanlar hem de tanrı ve insan ilişkisinde Prometheus’un hiç durmadan ciğerlerini yiyen kartalın gagalaması gibi güven yerine şüpheyi insanlığa miras bırakmıştır Prometheus….

 

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...