3 Şubat 2016 Çarşamba

Bir Delinin Haykırışı

Nostalji, başrollerinde Oleg YankovskyDomiziana Giordano ve Erland Josephson'un oynadığı ve Andrey Tarkovski'nin 1983 yılında İtalya'da çektiği ilk filmdir.
Film, ülkesini terk etmiş ve vatan özlemi duyan bir entelektüelin hikâyesini anlatır. Sinema dilinde pek rastlanmayan monologlar bu filmde fazlaca kullanılmış, böylelikle vatana duyulan özlem pekiştirilmiştir. Filmin çekimleri sırasında Tarkovski'nin sürgünde olması filmin başrol oyuncusunun aslında Tarkovski'yi oynadığı fikrini ortaya çıkarmıştır. Burada filmin eleştirisini değil, insanı ve var olduğu dünyayı sorgulatmaya yönelik kendi penceremden anlatmaya çalışacağım.

 Nostalghia filminde, Tarkovski, beynimize buzdan balyoz gibi inen monolog unutulmaz!
"Deli bir adam size kendinizden utanmanızı söylüyorsa ne biçim bir dünyadır burası!"

Ne zaman hayal kırıklığına uğrasak beynimizdeki zigzag düşünceler, düz bir çizgi oluveriyor sanki...
Duyduğumuz her olumsuz cümle, olumsuz bir bakış tepetaklak ediyor.
İçimiz mezarlıklar şehri gibi, neyin yükü, neyin hamallığı bu?
İnsanın yüklendiği ''anlam'' ne olabilirdi?
Şairlerin, şiirleri yazdıkları kadar güzel okuyamamaları, nedense hep garip gelmiştir insanlara!
İnsan, kendi üzerindeki ''benlik'' şairane duygularını mı kaybediyordu?
Her şeyi görünür etmek, görünür kılma,  nesneye dönüştürmek...
Bir nesneden öte de anlamımız kalmamıştı sanki...
Film, bizlere,'' sahi gerçekte bizler kimleriz?'' Sorusunu sorgulatıyor:
Kendi varlığını anlamlı kılmaya çalışan bizler, kimleriz, nerede duruyoruz?
Bu yaşamın neresindeyiz?




"Her insanda dünyanın, gördüğü ve algıladığı şekilde var olduğunu sanma eğilimi vardır. Ancak dünya ne yazık ki bambaşkadır''der Tarkovsky
Bir Delinin Haykırışı'nı şu sözlerle, içinde bulunduğumuz sistemi özetler gibi seslenir: ''İnsanlar arasında ilişki öyle şekil almıştır ki, sonuçta hiç kimse kendinden bir şey beklememekte, herkes kendisini etik çabalardan soyutlayarak kendisiyle ilgili talepleri diğer insanların, bir anlamda tüm insanlığın sırtına yıkmaktadır. Uyumlu olmak, kendini feda etmek, geleceğin inşasına katılmak; bunlar hep başkalarından beklenen hasletlerdendir. kişinin kendisi bu sürece hiçbir şekilde katılmamakta, dünyada olup bitenlerden kişi olarak kendisini sorumlu tutmamaktadır. 

Bu sorumluluktan kaçmak, kendi bireyci çıkarlarını genelin yüce görevlerine feda etmemek için de binlerce neden öne sürmektedir. Hiç kimsede dönüp kendine bakacak, kendi hayatına, kendi ruhuna karşı olan sorumluluğunu ele alacak ne bir istek, ne de cesaret vardır."
Hayatımıza dair bir sürü izlenimleri böylece özenle katlayarak saklarız. 
Hemen her şeyi yazmak mı, yazmamak mı? Kim bilir...Biraz kendimize, iç kabuğumuza çekilmek... Dünyamızı dinlemek, doğayı dinlemek nasıl olurdu?

İnsanın kendisiyle tanışması, tanışma korkusu yutar benliğindeki gerçek var olma özünü...
Tanımak istediğiniz kendinizle tanışın, tanıyın. Her tanışıklıkta kişi bir başka boyuta evrilen benliğinizdeki kendi  tablonuzu seyredin, yoksa bir başkası kendi duvarındaki ayna blokların da var olursunuz...

Kendinizi, var olma gerçekliğinizi seyretmediğiniz de, bilmediğiniz de, başkalarının aynasında gölgenizin izin verildiği kadar izlersiniz, kendi aldığınız oyun payını. 
İnsan için değişmenin vakti geldiğinde, hayat bazen öyle rahatsız kılar ki sonunda değişmek ya da gelişmekten başka çareniz kalmaz da...

Görüntülerle oynamak, pekala kelimelerle oynamaktan daha eğlenceli olabilir. 
Ve daha tehlikeli...
Çünkü "Yağmur birleştirir, şemsiye böler.''  Bir Delinin Haykırışı filmi, yağmurla bedenin birleşmesinin ince temasını işler. Avucumuzun içinde bir "sevgi-merhamet-saygı" kaldı,  savurun gökyüzüne doğru, bir başka sevgiyle, bir başka merhametle, bir başka saygınlıkla buluşsun maviliklerde, ıssız derinliklerinizde...

Görüntümüzle değil, iç ses kelimelerimizle oynamak hayatı eğlenceli, tutkulu daha doğal ve yaşanılır kılacaktır.

20 Ocak 2016 Çarşamba

YILKI ATI

Yazar, şair, ressam ve gazeteci Abbas Sayar 1923 yılında Yozgat’ta dünyaya gelir. Hayatının bir bölümünü orada geçirip 1999 yılında vefat ettikten sonra yine o topraklara dönen Abbas Sayar’ın romanları ve hikayeleri de Orta Anadolu insanının hayatını anlatır. Abbas Sayar’ın hayatı, romanlarındaki hayatlara benzer, ya da o, romanlarını kendi hayatından aldığı ilhamla yazmıştır. Sayar, parasızlık yüzünden geç girdiği üniversiteyi yine parasızlık yüzünden de bitiremez. Üstelik, düşlerindeki okuldur bırakıp gitmek zorunda kaldığı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyat Bölümü… Üniversite öğrenimi, hayatında yarım kalan tek şeydir. Sayar, adını 1970 yılında TRT Sanat Ödülleri Yarışması’nda derece alan ilk romanı Yılkı Atı’yla duyurdu. O yıllarda bir “edebiyat olayı” olarak nitelendirilen bu romanın ardından gelen Çelo (1972) romanı 1973 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü, Can Şenliği (1974) romanı ise 1975 Madaralı Roman Ödülü’nü getirdi Sayar’a. Yozgat’ta bir dönem de çiftçilik yapan yazar, ömrünün son yıllarını Ayvalık’ta resim yaparak, roman ve şiir yazarak geçirdi.

Yılkı Atları...Özgürlüğe koşan atları betimler. Sahipleri tarafından yük taşımada kullanılan ve belli dönemlerde ise doğaya salınan, şayet yaşıyorsa tekrar yük taşımada kullanılan çilekeş atlardır. Belli periyodlarla kendi tabiatına paralel bir başka dünyayla muhattap iken sonrasında vahşi doğaya salınması ve ayakta kalması iki arada kalmış bu hayvanları daha güçlü yaptığı varsayılır. 

''Üssüğünoğlu İbrahim çift sürmektedir. Kış gelmek üzere...Buralarda kış sertleşen rüzgarlardan ve yapraklarını döken kavaklardan belli olur.''
"Duyduk, rüzgar efendi duyduk. Kış geliyor diyorsun. Hoş geldi, sefalar getirdi. Gökten ne yağdı da yer kabul etmedi? Sen öyle delicoş esip durma. İşleme fakirin ciğerine..."
"Yüz yıl yaşamalıydı Doru.. Üç yüz yıl yaşamalıydı Doru.. Dünya genişti. Eni yoktu bucağı yoktu. Allah rızkına kefildi cümle yaratığın."
"Bir at arabaya koşulmaya görsün. Kredisi beş paralık oldu demektir." 
"Ulan Doru, ne de olsan cinsin pak. Piç miç derler ya, halt etmişler. Senin baban atların şahı imiş." 
"Köylüler şubata "güdük şubat" derler, "tez geçer" derler. Aydan saymazlar. Son tembellik ayıdır Martla birlikte talim borusu çalar köyde. İş başa düşer, kanlar kaynar." 
"Daha misafirliğin bitmedi haa.. Dipdiri olsan da bu günlerde yine bırakmam seni... Görmüyor musun havayı? Yine poyraza döndü yel, yine gâvur gibi ciğere işlemeye başladı.
“Güçlü, hırslı bir at kişnemesi ovanın dört bir yönüne dağıldı. Dağınık düzen otlayan sekiz on at başlarını kaldırdılar ve kulaklarını diktiler.
İçlerinde güçlü, kuvvetlileri vardı. Kimi kahra uğramış zavallı, kimi yılkının alışığı?”
“Hesaptan düşülmüş, defterden silinmiş”
Yazar romanında, insanları (Yılkı At) ile sürekli değişmekte olan dünyalarına ilişkin birleştirilmiş yorumlarının onların gerçekliğini oluşturduğunu anlatmaya çalışmaktadır. İnsanlar sürekli dünyaya ilişkin kendi görüşlerini ya da yorumlarını oluştururlar. Çevremize bakındığımızda bazı insanlar sabit fikirlidirler ve dünyaya bakış açılarını nadiren değiştirirler. Gerçek dünya değişse de onlar kendi gerçeklerine bağlı kalmayı tercih ederler. Her insan kendi kişisel yapılarını geliştirir ve bunlara yorumlama, yordama yoluyla böylelikle çevresini kontrol etme açısından kullanma eğilimine girebilmektedir. Kelly: ''Kişi benzerlerini yapılandırmak suretiyle olaylarla ilgili beklentiler geliştirir'' der. Bu düşünceyi Sayar'ın toplumsal bir gözlem yoluyla ve kendi hayatı üzerinden yaptığı sonucu açmak gerekirse: kendi beklentilerini, geçmiş deneyimlerini kullanarak yapılandırmaktadır. Sülüğünoğlu İbrahim ise insan doğası olarak temelde tutucu bir eğilime sahip dünya sistemidir ve olayların daha önce oldukları gibi olmasını bekler. Geleceği yordayabilmek  için geçmiş olayları yapılandırır ve sonra bunlar arasındaki farklılıkları, benzerlikler arasında devamlılığını ortaya çıkartmak istediğinin vurgusu, '' İbrahim'' aslında Sayar'ın gizli özne olarak kullandığı kapitalist sisteme işaret de sayılabilir. Yılkın At ''Doru, Aygır, Demirkır'' ise kendisi ve sistemin içine dahil olmamaya çalışan insanlardır. Romanda anlatılmak istenen temel konu kişinin seçtiği alternatif onun oluşturduğu sistemin tanımı ve genişlemesini mümkün kılacak seçenek olarak kaleme alınmıştır. Romanda konu edilen insanlar, ''İbrahim, Mustafa, Hasan, Hatice'' seçimlerini olayları bekleyişlerine göre yapanlar ve bu seçimler onların iki uçlu alternatifleri arasında olan kişiliklerdir. Köyde yaşan diğer köylülere yer verilmemesi ise sisteme karşın ek eylemleri yazar, okuyucuya yordamlama yoluyla aktarmaktadır. Gölge oyuncuları gibidirler... Okuyucuya anlatılmak istenen 1960-1970'ler de Anadolu'daki toplumun, bugüne aktarılan gerçekliğin bizim yapabileceğimiz ya da yaşayabileceğimiz şeyleri sınırlandırma göstergelerini sunmaktadır. Yaşayabileceğimiz şeyleri sınırlandıran düşüncenin aslında kendimiz olduğunu anlatmaya çalışır. Çünkü biz okuyucular gerçeği yapılandırma ya da yorumlama biçimimizi yine kendimiz seçeriz. Yazar ise gerçekliği bize en fazla yardım edeceğine inandığı yolla anlatmayı tercih eder. Toplumsal yapımız gereği geleceği yordamanın tek yolu olduğu için bizler sürekli biçim değiştirerek kişisel yapılarımızın kullanışlılığını belirlediğimizi gizlice verir...  Bu gizil içinde ise birinci yol harita niteliğinde ve halihazırda içinde yaşadığımız yapılar içinde geleceği-düşünceyi netleştirme de seçtiğimiz en güvenli yoldur. İkincisi ise daha çok yaşamın yeni yönlerini keşfedilmesine yardımcı olan maceracı yoldur. Ancak bu şekilde toplum içinde yapı sistemimizin uygulanabilirliğinin genişletilmesidir. Karanlık bir ufukta gittiğimizde daha fazla şeyin belirli belirsizliği içinde farkına varılmayan ya da farkına varmaya da böylece çalışırız. Güvenli ya da maceracı yollardan hangisini seçmiş olursak olalım herhangi bir kişisel yapının kutbuna daha fazla değer verme eyleminde ya da tam karşısında olabilmeye çalışırız. İşte Yılkı Atı, her iki yolu da tercih etmeyen Doru'nun hikayesidir. Örneğin: dünyayı tehlikeli bir yer olarak gören biri karşılaştığı yabancıya tehlikeli olarak düşünecek ve güvenli yolu seçecektir. Maceracı bir yolu seçen bir diğer kişi yeni tanıştığı kişileri dostça insanlar olarak algılamayla yeni yollar deneyecektir. 
Sayar: '' Bizim millet davulun iki tarafına da vurur.''der
Menfaat sağlamak üzere,bir çıkar beklentisi içinde olup,ahlaki ve insani değerlerden uzaklaşılması insanların elindekilerini de kaybetmesine neden olan sistemi Anadolu Dilinin sadeliği içinde verilmeye çalışılmış.




18 Ocak 2016 Pazartesi

GELECEK, GEÇMİŞİN YANSIMALARIDIR

Napoleon Bonaparte Fransa'ya bağlanmış Korsika Adası'nın Ajaccio kasabasında 15 Ağustos 1769'da doğar. 1779'da Brienne Askeri Okulu'na girer. 1785'te üstteğmen olur. Yirmi dört yaşında general rütbesine erişir. 7 Ekim 1795'te Paris'te isyan çıktığında Kara Kuvvetleri Kumandanı olarak isyanı bastırır. 9 Ekim 1795'te hükümet Paris ve çevresindeki bütün silahların edilmesi kararını alır. Bu kararın en önemli getirisi Napoleon'a aşkı getirmesidir. Evet. Savaşların güçlü kumandanın aşk çemberinde gücünü gösterememiştir. Girdiği savaşlar kadar da hayatına kadın girmiştir. En önemlisi tutkuyla bağlı olduğu Josephine'dir.
Aşkla bağlanabildiği bu kadın 1763 yılında doğmuş olan Josephine 1779'da zengin Beauharnais ile evlenir ve Paris'e taşınırlar. Bu evlilikten iki çocukları olur. Bu evlilik uzun sürmez 1785'te ayrılırlar.  General olan Baurharnais 1794'te öldürülür. Josephine genç, güzel, çok şık giyinen kadındır. İki çocuğuna bakmak zorunda olan Josephine devlet yöneticilerinden dostluklar edinerek rahat yaşam sürer. Hükümetin önemli kişilerinden olan Barras'ın sevgilisidir. 9 Ekim 1795'te Napoleon'un 'silahların teslim edilmesi kararını'  çıkarttığında, Josephine'in on dört yaşındaki oğlu, Napoleon'un huzuruna çıkarak öldürülmüş babasının kılıcını teslim etmeme izni ister. Napoleon bu isteği kabul eder. Gösterilen bu anlayışa Josephine teşekkürlerini sunmak için Napoleon'un huzuruna çıktığında geçmişi geleceğe, geleceği geçmişe bağlayan aşk tohumları toprağa düşmüştür.
Napoleon Josephine kalbini gösterir. 1795'te kalemi kaptığı gibi aşk mektubunu kaleme alır: ''Seninle dopdolu uyanıyorum. Yüzün dün akşamın o insanı sarhoş eden anısı duyularımı bir an bile rahat bırakmadı. Tatlı ve eşssiz Josephine, kalbimde ne garip etki yaratıyorsunuz siz!'' yazar. Bu Napoleon için yeterli değildir. Aşkını güvene almak ister. 1796'da tanışmalarından beş ay sonra Mart ayında resmi olarak evlenirler. Josehine 33 yaşında, Napoleon 27 yaşındadır. Evliliğin hemen ardından Napoleon  İtalya'ya doğru yola çıkar. Mart 1796'lı tarihli mektubunda şöyle seslenir Josephine: '' Ruhum üzgünüm: Yüreğim köle olmuş ve hayal gücüm beni korkutmakta. Beni az seviyorsun. (...) Bir gün gelecek artık beni hiç sevmeyeceksin; söyle bana bunu; hiç değilse acıyı hak etmeyi başarayım...'' sözleriyle güvene almaya çalıştığı evlilikten ilk şüphe kıvılcımlarını yakmıştır. Yine aynı mektupta şöyle seslenir Josephine: '' 'Seni daha az seviyorum' diyeceğin gün, aşkımın ya da yaşamımın son günü olacak.'' Napoleon sevildiğini duymak istemektedir. Her sevgide olduğu gibi, kendi benliklerine güvenlerini, sevdiğinden gelecek sevgi sözleriyle güçlendirmek, yüceltmek isterler. 

Gerçek olan sevgide karşı tarafı konuşturabilmenin bir yöntemi de tersinden konuşmaktır: sevdiğini bildiği halde sevilmediğini söylemektir. Josephine'de gizlice bu taktiği  Napoleon'a uygular. Josephine yazdığı mektupta sevilmediğini söyler. Napoleon sevgisine inandırmaya 1796 Nisan mektubunda Josephine inandırma çabalarını şöyle kaleme alır: '' Saadetim, senin mutlu olman; sevincim senin neşeli olman;zevkim, senin zevk içinde yaşaman. 

Hiç bir kadın böyle bir bağlılıkla, böyle bir ateşle, böyle bir aşkla sevilmemiştir.'' Josephine'den uzakta olan Napoleon bu mektupla da yetinmez. Aşkını ispat etmeye çalışır. Sevgi savunusunu da savaşlardaki cephelere benzetir. Geniş bir cepheye yayar. En iyi savunma aracı saldırıdır. Alınganlık temeline oturmuş eleştirel saldırı, karşı taraftan hem ilgiyi isteme, hem onunla ilgilendiğini göstermeyi amaçlar. Sonuçta insan doğasında olduğu gibi hiç bir varlıkta önemsemediğini eleştirmez. İnsan önemsediğini eleştirir. Kadınların ruhunun altında bu yatar. Napoleon az mektup yazdığını, kıskançlık duygularını yansıtarak karşı saldırıya geçer: ''Hayatım, nasıl mahzun olmayayım? Senden mektup yok; ancak dört günde bir mektubunu alabiliyorum, halbuki beni sevseydin günde iki defa yazardın; tabii, sabahın onunda ziyaretine gelen sayın baylarla gevezelik etmek, sonra gecenin birine kadar oturan bir sürü uçarı çapkının saçmalarını dinlemek lazım.(...) Josehine, sen benim için anlaşılmaz varlıksın...'' Bu mektup Josephine'yi yaralar Napoleon'a üzüntülerini belirten mektup kaleme alır Mayıs 1796. Napoleon iyi bir aşık olduğunu göstermek için avutucu sözler yazar: ''Çok değiştiğimi yazıyorsun bana. Mektubun kısacık, hüzünlü ve titrek bir yazıyla kaleme alınmış. (...) Ah! Köyde kalma sakın. Kentte ol. Eğlenmeye çalış. Ruhum için, senin keyifsiz ve üzüntülü olduğunu düşünmekten daha gerçek acılar bulmadığına inan.(...) Neşelen, memnun ol ve benim mutluluğumun seninkine bağlı olduğunu bil. Eğer Josephine mutlu değilse, eğer ruhunu hüzne, bezginliğe terk ediyorsa, demek ki beni sevmiyor.'' sözleriyle hem teselli eder, hem karşı savunmayı aşk cephesinde  yaymaya devam eder. 
Napoleon, Josephine'i Milano'ya davet eder ama Josephine, söz verdiği tarihte gelmez. Mektup da göndermez. Napoleon'un yüreğinden çıkmayan şüpheler ateşlenmiştir. Josephine'in onu sevmemektedir, belki de başka birini buldu diye düşündüğü kalbini masaya yatırdığı otopsi dönemlerine girer. Geçmiş gözden geçirilmelidir. Önceden fark ettiği ama önemsemediği görmemezlikten gelinen ne varsa otopsi masasındadır artık...
''Bana öyle geliyor ki sen seçimini yaptın ve benim yerime koymak için kime başvuracağını biliyorsun. Sana mutluluklar diliyorum, elbette vefasızlık mutluluğa ulaşabilirse... İhanet demiyorum...Sen beni asla sevmedin. (...) Benim mutsuzluğum seni az tanımış olmak. Seninki de beni, çevrendeki erkeklerden biri olarak yargılamış olmak.'' sözleriyle kaleme alır.

Napoleon, güvenmediğini şüpheli duygularını yansıtır Josephine.  Aynı mektubun sonuna doğru ise: ''Elveda Josephine, Paris'te kal, artık bir daha yazma bana ve en azından sığınağıma saygı göster. Binlerce hançer kalbimi parçalıyor. Sen de onları daha derine batırma. Elveda, mutluluğum, yaşamım, yeryüzünde benim için varolmuş olan her şey.''  Artık sevilmediği duygusuna kapılan hezeyan yaşayan Napoleon üstünde geçmiş izleri yeniden canlanmıştır. Josephine'i, Napoleon'a çeken aşk değil gücü içindeki iktidar, zenginlik, ihtişam önemli rol oynadığı düşünülebilir...Josephine'in hasta olduğunu bir kaç gün sonra Milano'da haber alan Napoleon'un şüpheleri, geçmişin izlerini ortadan kaldırır. Sevgisini yeniden canlandırır. Haziran 1796'da kaleme aldığı mektupta içine kapıldığı duyguları affettirmek istercesine şöyle kaleme alır: ''Duyduğum ıstırap yüzünden belki sana çok acı şeyler yazdım. Eğer mektuplarım seni üzdüyse, yaşadıkça teselli bulamam.(...) İşte o zamandan beri anlatılmayacak haldeyim! (...Her şeyden önce sana yazdığım çılgın, saçma mektuplardan dolayı beni affet. İyileştiğin zaman göreceksin ki, ruhumu yakan ateş bana yolumu şaşırtmış. '' yazar ama bu duyguları çok uzun sürmeyecektir. Kıskançlık duyguları yine kapısını çalacaktır. Ekim 1796'da şöyle seslenir Josephine: '' Mektupların soğuk, tıpkı elli yaşı gibi. On beş yıllık evliliğe benziyorlar. (...) Beni sevmemek mi? Eh! Zaten bunu yaptınız! Benden hoşlanmamak mı? Eh, bunu da ben dilerim. Her şey küçük düşürür insanı, tiksinme dışında.''  

Napoleon sevgisi nedeniyle küçük düştüğünü, karşılık almakta zorlandığını anlamıştır. Bir sonraki mektubunda Kasım 1796'da şöyle seslenir Josephine: ''Artık seni hiç sevmiyorum; aksine nefret ediyorum. Kötüsün, beceriksizsin, anlayışsızsın, tam bir külkedisisin.'' yazar. Josephine iktidar, güç, servet isteyen bir kadındır. Ama aynı zamanda aşk da! Dünya nimetlerini sunan Napoleon, Josephine'i de severek kabul eder.  Napoleon'un toplumsal konumu onu istediği kadına ulaşabilmesini olanaklı kılmaktadır. Kullanmak için karşı çıkmaz da...Napoleon Mısır'da toprak işgal etmekle uğraşmaktadır. Josephine ise bir subayla...Napoleon, Josephine duyduğu güveni çoktan yitirmiştir. Josephine'in ise aşksal güveni ne zaman yitirdiğini bilmek zordur. Evlilik kendini korumaya devam eder ancak aşk ortadan kalkmıştır. Evilik, Napoleon için imparatorluk adına sürdürülmesi ve korunması gereken kurumdur. 
Aslında Napoleon kurduğu sistemin ve kendisinin çıkarı için Josephine'den boşanması gerektiği bilir. Resmi evliliğinden Josephine bir çocuk vermemiştir. Sorun imparatorluk mirası nasıl devam edeceğidir. Bu sorunu gündemine alan Napoleon için vakit erkendir, çünkü geriye haksızlığa uğramış bir kadın bırakmak istemez. Halkın gözünde adaletli bir imparator olmak önemlidir, onun için... 4 Kasım 1804'te yaptığı konuşmada belirtir: ''Hak yerini bulsun diyerektir ki boşanmak istemedim, menfaatim, kurduğum sistemin menfaati yeniden evlenmemi emrediyordu. Fakat şöyle düşündüm: 'Yükseldim diye bir kadıncağızı nasıl kapı dışarı ederim!' Hayır, bu gücümü aşıyordu.'' der
Josephine imparatoriçe olur; fakat ayaklarının altından sahip olduğu güç kaymaya başlar. Doğanın keskin kılıç kanunu her şeyden keskindi.  Napoleon'un aşk sorunlarını başka kadınlar çözebilirdi ama miras sorunlarını çözemez. 15 Aralık 1809'da aile konseyinde boşanma nedeni açıklar: '' Yıllar var ki sevgili eşim İmparatoriçe Josephine'le evlilik hayatımda, çocuklarım olması ümidini kaybetmiş bulunuyorum.
İşte bundan dolayı kalbimde yer eden en güzel duyguları feda edip, yalnızca Devlet menfaatini düşünmeye ve evlilik bağımızın bozulmasını istemeye karar verdim.'' açıklamasında bulunur. Josephine son mektubunda emredici nitelikte ve yılların verdiği şüpheli aşk parodilerini kelimelere dökerek şöyle seslenir: '' Sevgilim, seni gerektiğinden halsiz buldum. Metin davrandın; avunmak için gerekli cesareti de kendinde bulmalısın; benliğini uğursuz melankoliye kaptırmamalısın; memnun görünmeye ve bilhassa benim için çok kıymetli olan sıhhatine özenmeye çalışmalısın. (...) Düşün ki ben öyle istiyorum.''der
Böylece acı çekmeyecektir Napoleon...
Alıntı: Abury, Octave, Napoleon'dan Ölmez Sayfalar, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları

16 Ocak 2016 Cumartesi

SOSYAL MEDYADA İMZALARIMIZ

Hobbes'e göre en kötü durum, insanın doğa durumuna geri dönüşüdür.  Leviathan'nın 13. ve 14. bölümlerinde Hobbes'in tasvir ettiği insanın doğal yaşam durumu mahkum ikilemi durumu bağlamında  örnek olarak sosyal medyada tartışmalara nasıl yön belirlemektedir... İnsanın doğa durumuna geri dönüşü ise rüzgarın şeklini suyun üzerinde görmek gibidir...
Hobbes:

  • Fizik ve fiziksel güçleri bakımından eşittirler. 
  • Kendi çıkarlarını düşünür. Hobbes, tüm insanlar açısından psikolojik egoizmin olduğunu destekler.
  • İnsanlar yaratılışları itibariyle ölümden kaçma eğilimindedir.
  • Diğerlerinkiyle çatışan arzulara sahiptir. Böylece birbiriyle yarışan arzuların olduğu yerde rekabete bağlı çatışma doğar.
  • İleri görüşlüler. En azından asgari derecede rasyonel insanlar, uzun vadeli esneklikleri hesaba katarlar. 
  • Başkalarından gelecek saygı ararlar.
  • Herkes bir başkasının kendisine boyunduruk altına alabileceğinin farkındadır. Ve her insanın fırsat verildiğinde bir başkasının kendisini boyunduruğu altına almaya çalışacağını beklentisi içinde olması da yadsınamaz. 

Yukarıda saydığımız  Hobbes'e göre insan doğa durumundan '' Diğerlerinkiyle çatışan arzulara sahiptir ve Kendi çıkarlarını düşünür'' açısından ele almaya çalışacağım. Bize farklı görüş sunan rakibin üstün olduğunu görüp, haksız çıkacağımızı fark edince işi kişiselleştirerek hakaret, saygısızlık ve kabalığa başvurabiliriz. Kişiselleştirme, tartışılan konudan ayrılarak (ki o alanda oyun zaten kaybedilmiştir) rakibin üzerine gitmek, bir şekilde onun kişiliğine saldırmaktır. İnsana yönelik tartışma ortamından ayrılarak, kişiye yönelik argümana dönüşmüştür. Bir konu hakkında nesnel tartışmalardan uzaklaşmakla birlikte, rakibin söylediklerine ve kabul ettiklerine yönelir. Kişiselleştirme yapılırken konu tamamen terk edilir. Bütün etkenleri rakibin şahsına yöneltilir. Yaralayıcı, kötücül, aşağılayıcı kabalıkta oluruz. Bu insanın ego (benlik hakimiyeti) gücü olarak kullanmasıdır. Kişiselleştirme insan doğasının kitle psikolojisi  genelinde çok sevilen bir yoldur. Çünkü herkes kolayca yapabilir ve bu kolaylıktan dolayı da kullanır. Önemli sorun: Kişisel saldırıya muhatap kalındığında nasıl cevap vereceğimizdir. Aynı yöntemle karşılık verildiğinde aynı yöntemin içinde kalabilme tehlikesi doğacaktır. Tam bu noktada Sokrates'e sorulan soru ve verdiği cevap yol gösterici nitelikte önemlidir. ''Şu adam size küfür ve hakaret etmiyor mu? diye soran adama verdiği yanıt: ''Hayır, çünkü onun söyledikleri bana hitap etmiyor.'' der

Kendimizi kişiselleştirmemede de tek taraflı olarak bunun yeteceğini sanmak da büyük yanılgı olacaktır. Şöyle ki; çünkü sakin tavırla karşıt görüşe haksızlık yaptığını, yanlış yargıda bulunduğunu ya da düşündüğünü gösterebilirsiniz ama böylece karşıt görüşü ancak sakin tavırla daha da öfkeli hale getirebilir. Bunun sonucunda tartışmayı kazanabilirsiniz ya da kaybedebilirsiniz. Hobbes'in dediği gibi; ''Tüm keyif ve sevinçler, insanın kendini onlarla kıyaslayarak üstün göreceği kişiler olmasına bağlıdır'' (Hobbes, de cive, Bölüm 1) İnsanoğlunda hiçbir şey egonun tatmin edilmesi kadar önemli değildir ve hiçbir yarada insanoğlunun canını egonun yaktığı kadar da yakmaz. Bu kıyaslamayı içinizde yapın, insanlara verdiğiniz nedensellik tepkileri nedendir. Dolayısıyla en etkili kuvvetli tartışmalarda kıyaslama zihinsel ya da maddesel unsurların güç alanı önemlidir. Bir tartışmada yenilmiş olanın, kendisine hiç haksızlık yapılmış olmasa da kırılıp öfkelenmesi ve hileye başvurması, kıyaslamalarla yalan söylemesi de buradan gelir. Bunun için en güvenli yöntemlerden biri ya da karşı önlem. Aristotales'in Topika'nın son bölümünde ortaya koyduğu sosyal ve kişisel ilişkilerde iletişim kurarken dikkate almamız gereken kural: ''İlk karşına çıkanla tartışma; yalnızca iyi tanıdığın, saçmasapan şeyleri savunmayacak kadar anlam yetisine sahip olduğunu ve utanılacak durumlara düşmeyeceğini bildiğin kişilerle tartış; otoritenin ( toplum, siyasal erk, din, ekonomik, kültürel) dikte ettiklerine göre değil, nedenlere, gerçeklere dayanarak tartışmayı bilenlerle; sunulan nedenleri dinleyip dikkate alanlarla; ve nihayet gerçeğe değer veren, karşı tarafın ağzından bile olsa iyi nedenleri memnuniyetle dinleyen ve doğruyu karşı tarafa söylediğinde, yani kendisi haksız olduğunda da bunu hazmedebilecek kadar adalet duygusuna sahip olanlarla tartış.'' Aristo'nun önermesi bize kitle içinde tartışabilecek yüz kişi içinde bir elin parmaklarını geçemeyecek önermesi vermektedir. Aslında tartışma akılların karşılaşması, çarpışması için olanak sağlar; kendi düşüncelerimizi de düzeltmek için fırsat, yeni görüşler üretmeye de olanak tanır. Ama bunun için, tartışmacıların bilgi ve zihin gücü bakımından birbirine oldukça yakın düzeyde bulunmalıdır. Birinin bilgisi eksik olunca sonuç içinden geçirilen sürecin kısır döngüsünde akıntıya karşı  kürek çekmek olacaktır. Örneğin: A kişisi aynı konuda B kişisinin kendisinden farklı düşündüğünü saptarsa, önce kendi düşüncesini gözden geçirip hata aramak yerine, ötekinin düşünüşünde hata olduğunu varsayar. Yani kısacası insan doğası gereği dediğim dedik bir varlıktır. Sosyolojik bir gerçektir: Bir yerde sosyal, kültürel, dini ve siyasal tartışmalar kaos içinde varsa orada; dinin, ideolojinin, sosyal tabakaların radikal yorumları da yaygınlık kazanır. Çünkü kaos ya da trajedi, insanın doğası gereği düşündürmeyecek böylece kitle psikolojisi içinde kendini arındırma eylemine girdirecektir. Ve ne zaman bir yalan söylense  dünyanın bir kısmını öldürür. Bunlar insanların hatayla yaşam olarak adlandırdıkları mahkum ikilemi içinde egonun solgun ölümleridir. Düşünsenize bundan 400 yıl sonra var olacak insanlar yazılı dijital kaynakları okudukların da ne düşünecekler....İnsanlığın bilim, tarih ve kültürüne dair atılan imzalarımız gibi sosyal medya paylaşımları....

15 Ocak 2016 Cuma

ÖLÜ YAPRAK, KESEK TOPRAK

Sokrates'e bir gün, '' Neden sakallarını kesmiyorsun? diye sormuşlar. Sokrates: ''Bilinmeyenden korkar insan. Neyle karşılaşacağımı bilmiyorum'' diye cevap vermiş.
Size büyük bir zenginliği olmayan çirkin kuşun basit iddiasız yaşam öyküsü  karşısında  nasıl yaşadığını anlatmaya çalışacağım. Ülkelerin birinde zengin halkın geniş sarayları, devasa yapıda evleri vardı. Çevrelerindeki herşey harikaydı; altın tahtlara oturup, gümüş tabaklarda yemekler yiyorlar, yumuşak yataklarda uyuyorlar, tertemiz mermerden kaymaktaşları üstünde yürüyorlardı. Bahçeleri gerçek bir mücevherdi. Az bulunan bitkilerle süslenmiş çardak halkın yüzünü rüzgara ve yakıcı güneşe karşı koruyordu.

Bir gün halk arasında daha zengin olanlar...alışılandan biraz daha uzaklarda dolaşmaya çıktı, şehri çevreleyen sınırdaki büyük siyah mermerden yapılmış yüksek duvara ulaştılar. Orada ağaçların ardında gizlenmiş sıradan küçük bir yapıyla karşılaştılar. Tabii bu kapı şehir halkı için yapılmış bir kapı değildi. Şüphesiz bahçıvanın kapısıydı bu kapı...Yine de merak eden halk kapıyı açtı. Gördükleri şey onları çok korkuttu. Karşılarında garip bir dünya uzanıyordu. Düzensiz terk edilmiş vahşi bir ormanda ağaçların özgürce büyüdüğü bir evrendi orası...
Otlar disiplinsiz bir şekilde büyümüştü. Görünürde ne bir patika ne bir kaymaktaşlı yol vardı. Halk çiğden ıslanmamak için ipek elbiselerini çıkartmak zorunda kaldı. Çılgın otlar arasında parlayan bir şey göründüğünde, oradan ayrılma zamanıydı. Bu inci görünümüne sahip bir şebnem tanesiydi. O anda gökyüzü de parlak beyaz bir renk aldı. Bir kaç adım daha attılar. İşte o anda yabani ağaçlardan bir kuş sesi yükseldi. Çok tatlı duru bir sesti. Herkesin soluğu kesildi. Hareketsizce kıpırdaman şarkıyı dinlediler. Ruhları derinden etkilenmişti. ''Böyle bir kuşumuz olsaydı!'' diye iç geçirdiler.

Kuş, sessizce gökyüzüne doğru yükselmeyi sürdürdü. Halk gözlerini kapattı. Kapalı göz kapaklarının ardından bu sesi düşlemeye çalışıp; ''pembe miydi sarı mıydı kuş''
Ertesi sabah şehrin en zengini kölelerini çağırıp onlara önceki gün bahçenin arkasındaki ormanda öten harika bir kuş sesi duyduklarını ama göremediklerini söyledi. Onlara şarkıcıları yakalayıp içlerinde en güzelini getirmelerini emretti. Böylece bütün uşaklar ağlarını alıp tüm kuşları yakaladılar. Beylerini etkileyecek kuşun altın sarısı bilgi kuşu olacağı üzerinde birleşirler. Altın gibi tüyleri, güzel gövdesi, gururlu bir görüntüsü vardır. Çok oyalanmadan şatoya getirirler, kuş şatoda törenle karşılanır. ''Ah, benim altın tüylü kuşum! Seni duymak için sabırsızlanıyorum! Öt, çabuk benim için öt Altın bir kafesin olacak.'' Altın sarısı kuş dileği ikiletmedi. Altın tüylerini kabartarak ağzını açarak melodisine başladı ama zengin bey üzüntüye kapıldı. Bu güzel kuş şüphesiz ötmesini biliyor ama düş kırıklığı yaratmıştı. ''Hayır'', diye iç geçirdi adam. ''Benim duyduğum ses dün sen değildin. Beni güzelliğin yanılttı. Yine de sana altın bir kafes armağan ediyorum. Dilersen, orada kalabilirsin.'' Altın sarısı kuş duraksamadan kabul etti. Gururla kafese yerleşti. Bu defa uşaklar yeniden yola koyuldular. Bu defa siyah ipek giysili kuşu seçtiler. Kehribar gagasıyla çok güzeldi. Şatoda Siyah ipek kuşa karşılanma töreni düzenlendi. ''Demek ki sen böylesin!'' dedi kuşu karşılarken adam. ''Beni şaşırttın. Seni çok başka düşlemiştim. Olsun. Böyle de hoşsun. Evet, seni dinliyorum''. Siyah ipek giysisi içinde kuş ilk defa böyle tepki almaktan rahatsız olmuş, öz güvenini yitirmişti. Çalgısını akort etti. Hata yapmadan o da şarkısını söyledi. Adam yine düş kırıklığına uğramıştır. ''Dün duyduğum sen de değilsin güzel kuş. Şüphesiz büyük şarkıcısın. Kalmak istersen, seni ara sıra severek dinlerim. Böylece senin de altın kafesin olacak''. Siyah ipek kuşu bir an duraksadı ama kafes hoşuna gitti. İçine girdi. 

Uşakların işleri zorlaşmıştı. Ormana tekrar dönüp Gri Bulut kuşunu getirdiler. Şatoya gelen Gri Bulut kuşu aniden bağırdı: ''Şarkıcıyı tüyüne göre seçmeniz, ne aptallık!'' Uşaklar kendini bilmez bu kuşun üzerine atladılar. Bunun üzerine birlikte karar aldılar Kuzgun'a danışmaya gittiler. Kuzgun kendisine yalvarttı, kasıldı. Sonunda yanıtlar; bu kadar iyi öten kuş ormanda sadece sıska çirkin bir kuş. Böyle harika öten hiçbir kuş yoktur. Uşaklar, '' Şu kahverengi ceketli, narin neredeyse acınacak yaratık mı!'' Uşaklar bu duruma inanmaz ama yine de korku içinde götürürler. Adam uşaklara kızgın bir bakış attıktan sonra ''Bana getirdiğiniz nedir! Bu mu benim güzel kuşum. Kör müsünüz?'' Uşaklar özür dilerler. Öfkeli adam çirkin kuşa döndü. ''Bir toprak keseğine ya da kuru bir yaprağa benziyorsun. Daha güzel bir giysi bulamadın mı?'' Çirkin kuş koyu gözleriyle  adama baktı:
-'' Bu kadar önemli Beyefendi! İyi ötebilmek için bunca çaba göstermem yetmez mi!
-''İyi ötmek için mi! İşte, bunu duymak isterim. Göster bakalım yeteneğini''.
-''Burada mı!'' dedi şaşıran çirkin kuş çevresine bakarak. ''Burada olmaz.''der
Adam çok kızar. 
-''Söyle bakalım, beni atlatmak için bahane mi arıyorsun!''
-''Hayır Beyefendi, bahane aramıyorum''
-''Ama bu yerin benim şarkım için biraz dar olduğunun farkında değil misiniz!''
-''Dar! Şatomun kocaman salonumu! Benim şatom mu!'' diye bozuldu adam. ''Sanatını yapmak için çalılıkta mı olmalısın!''
-''Evet'', dedi çirkin sıska kuş. ''Sessiz yeşil fidanlara ve kafamın üstünde gökkubbenin  olmasına gereksinim duyuyorum.  Bana kızmamalısın. Sana iyi niyetimi göstermek için burada ötmeyi denerim.'' 
Adam daha bir söz söylemeden aniden sihirli sesle alt üst edici türküyü dinlemeye başladı. Ses kısa süre saf ve duru bir tınıyla çınladı, sonra güçlenip daha yükselmek isteyince ne yazık ki şatonun tavanına çarpıp orada parçalandı. Şaşıran notalar bir bir yere düşüyordu.
-''Görüyorsunuz Beyefendi!'' dedi üzgün bir sesle çirkin sıska kuş.
Adam başını önüne eğerek; ''Özür dilerim küçük kuş'' diye mırıldandı. ''Böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Seni yanımda tutmak istedim yalnızca.''
''Buyrukla ötemem. Altın bir kafes bile olsa, kafes kafestir'', diye yanıtlar kuş.
- ''Ama isterseniz gelip, beni dinleyin. Sesimi çalıştırmak için sık sık ötüyorum. Bu tam güneşin battığı saatte olur. Köpek ile kurdun arasında, gökyüzünün solup gökkubbenin altında her şeyin sessizleştiği anda büyük bir zevkle öterim''. Bir akşam gök pembe taçla taçlandığında  hızla ormana koşturdu. Yüksek duvarın kapısını açtı. Elbisesini çıkartıp terkedilmiş otlara daldı. Soylu kadınlar keskin çığlıklar atıyorlardı.  ''Bizi nereye götürüyor, o kadar güzel bahçelerimiz varken dikenli çalılıklara  soktu!'' Tam bu arada yükseklerden harika ses duyuldu. ''Ne güzel'' bir ses diye iç geçirdiler dalkavuklar.  ''Peki, şarkıcı nerede, onu nereye gizlediniz?'' Adam sessizce; ''Onu çalılıkta bırakalım, böyle söz verdim. Ayrıca görüntüsü hiçte güzel değil; ölü bir yaprak ya da kesek toprağa benziyor.'' 
''Ah!'' diye bağırdı şaşıran dalkavuklar. ''Görüntüsü, öyle mi! Ölü yaprak! Kesek toprak! Öyleyse, nasıl böyle güzel ötebiliyor!''   Oysa onun insanların ne dedikleriyle ilgilenecek vakti yoktu. Çalılığında yapacak çok işi vardı. İnsanların aradığı bulamadığı ele geçiremediği hazinesi vardı onun...

11 Ocak 2016 Pazartesi

Renkler

Hangi çiçek diğerini “sarı açtı” diye ayıplar?
Hangi kuş “farklı ötünce” diğerine yasak koyar?
Derisinden, dilinden ötürü öldürülüyor insanlar?
Ah insanlar, Her şeyi bulup kendini bulamayanlar…der Charles Bukowski
İlk kar yağdığında tatlı, yumuşak ama renksizdi. Aşağılarda vadide yeni otlar binlerce renk içindeki çiçeklerle birlikte çayırları yeşile bürüyordu. Kar gözlerini bu güzelliklerden alamıyordu. Kendi renksiz anlamsızlığından yakınmaya başladı. O da bu güzel renklerden bir kaçıyla süslemek istiyordu.
Birgün ottan şu ricada bulundu:
"Ot, bana biraz yeşil renginden ver. Çok hoşuma gidiyorsun. Sana benzemek istiyorum"der
Ama ot buna yanaşmaz da yumşamaz da...
Kar ormanda bir yabangülünün yanında durdu. "Güzel yabangülü", diye rica etti ona, "bana biraz renginden ver. Senin gibi pembe olmayı çok istiyorum." Ancak yabangülü de hiç etkilenmedi. Her geçtiği yerde aynı ricada bulundu. İrmak kıyısındaki düğünçiçeğine parlak sarı rengi için, unutmabeni çiçeğine gök mavisi için, menekşeye moru için, yamaçtaki karanfil canlı kırmızı için. Ricalarına karşın hiçbiri onu duymadı. Çiçekler renklerini saklamışlar.

Kıskançlıkta koruyordu. Kar derin bir acı duydu. Tüm çiçeklere kin besledi. Böylece onlar onun buz gibi soluğundan korkar oldular. Bir gün çayıra uzanıp uzun süre uyudu. Soğuk paltosunun altındaki bitkiler titredi, güzel rengini yitirdi. Çiçekler iz bırakmadan kayboldu. Tam bu esnada topraktan büyük bir gürültü duyuldu. Hafifçe kenara çekildiğinde, bir çiçek topraktan çıktı.  "Burada ne arıyorsun?" diye soğukca ses tonuyla sordu kar. Çiçek beyaz çanını çaldı: "Ah! Dünyaya geldim sonunda. Bu donmuş topraktan geçen bir yol açmak için ne kadar çaba harcadığımı bilemezsin!" Bu küstah çiçeğe şaşıp kafası karışan kar biraz eridi, sonra bütün cesaretini toplayıp şöyle dedi: "Gördüğüm en saf renge sahipsin. Bana da bir parça renginden vermeyi kabul edermisin!"
"Al öyleyse", diye onayladı çiçek. Birbirimize benzeyen iyi ilişkiler kuracağız. Ama biraz kenara çekil de yeterince benim de yerim olsun. Kar seve seve Söyleneni yaptı, beyaz renkten biraz aldı. İnsanlar da çiçekler gibi doğar, büyür ve ölür... Bu ritüele binmiş dünya geleneğidir. Dünya varolalı bir sistemin içinde herkes bir şey olman gerektiğini veya birine benzemeni söylüyor olacak, fakat hiç kimse sana kendin olmanı söylemiyecektir. Makinemsilik bu olmalı daha kendini bulamayan da Adem'den bu yana insan değil midir...Tornadan çıkmış küçük çicekler gibi insanlık...Bir gün, düşlemeyi bilen dünya toplumu olacak; sevgi dolu, düşlemeye yetecek kadar zengin ve düşlediği için ebediyen zengin kalacak bir insanlık olacak.
Bu katlanılmaz olsa da, insanlıkla ilgili bir gerçeği anlamamıza sebep olan her şey daima iyidir. Renkler, farklılıklar güzeldir.

6 Ocak 2016 Çarşamba

''Başkalarını kendi amaçlarını gerçekleştirmek için araç olarak görme.''

6 Ocak Dünya İyilik Günü olarak kutlanan bu önemli günde Kant'ın, ahlak felsefesi bizlere dünyanın içinde nasıl yaşadığımıza ışık tutacağı düşüncesinden yola çıkarak yazmaya çalıştım. Kant on sekizinci yüzyıl Aydınlanma düşünürüdür.  Kant,''ÖyIe davran ki, davranışIarın geneI kuraI haIine geIsin'' der. Bu bağlamda Kant'a kulak kesilmek gerekir diye düşüyorum. 

Kant ''Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.

 Bireyi, insan aklını merkeze alan ve insan aklını her şeyin başı sayan anlayışa sahiptir. Kant, aklın, insanı diğer varlıklardan ayıran temel yetenek olduğunu belirtir. Bilgi alanından  metafizikten kaçınırken, ahlak alanında tam bir rasyonalisttir; akılda her türlü veriden önce önceden mevcut ilkeler ve yasalar vardır. İnsanı insan yapan işte bu ahlak donanımıdır, önceden mevcut ilkeler ve yasalardır ki bunlar sonradan edinilemez. 

Kant'ın ahlak teorisi (Aristo'nun erdem etiği ve faydacı ahlak anlayışı ile beraber) günümüze kadar gelen ahlak anlayışlarındandır. Ahlak felsefesi, yalnızca mutluluk felsefesi demek olsaydı onun temel oluşturacak a piori bir ilkeyi araştırmak anlamsız olurdu. Ahlak, her kişinin özgür olduğu ve akıl sahibi bulunduğu varsayımından hareket eder. Akıl aracılığı ile insan, kendi algılarını kurallar içinde toplar, bilinç halinde birleştirir. Böylece duyular evreninin fenomenleri konusunda bilgiye ulaşır. Ayrıca insan, akli bir varlık olarak ahlaki özgürlüğe ulaşır. Duyuların ve nedensellik kanunun etkisinden kurtulabilir. 

Kant'ın özgürlük anlayışının temeli de burada belirir. Ahlaki emirler, insanın özel eğilimlerinden değil, özgür ve akıl sahibi benliğine yönelir. Akıl bize nasıl davranmamız gerektiğini gösterir. Hatta bu davranışın herhangi bir örneği bulunmasa dahi. İnsan aklı ile istediğini istemediğinden ayırır, davranışlar arasında seçim yapar. İsteme ve istememe akılla ilgili olduğu veya aklın müdahalesi içinde bulunduğu zaman seçim söz konusu olur. Kant'ta ahlak yasaları da bireyin aklından çıkmaktadır. 
Kant ahlak felsefesinde bireyci ve rasyonalisttir. Ahlak yasaları, yere, zamana, göre değişmeyen, aklın ortaklığında evrensellikleri olduğundan ahlak yasaları evrensel ve mutlaktır. Yani Kant'a göre ahlak yasaları her durumda her birey için geçerlidir. Her hangi bir koşula bağlı değildir, koşulsuzdur. Kant'ın ahlak anlayışını anlatan temel kavram ''ödev etiği''dir. 

Ödev etiği, sonuçlara göre değerlendirilmeyen bir alandır. Çünkü sonuçsalcı yaklaşımda ahlaki davranış dış dünyada yaratacağı sonuca bağımlı ve insan da bu yüzden otonom değilken, Kant etiği insanın pratik olarak tam rasyonel bir varlık olduğu temelinden hareketle özgürlüğü önemsenir.  Kant'a göre ''dünyada, hatta dünyanın dışında iyi niyetten başka kayıtsız şartsız iyi sayılabilecek hiçbir şey düşünülemez.'' Kant'a göre, bize bağlı olmayıp bizi bağlayan sonuçlar ne olursa olsun, bireyin niyetinin önemli olması önemlidir. 
Bireyin bu niyeti, dışardan gelen baskılar ile belirlenmemiştir, bireyin otonom varlığından gelir. Dışarıdan gelen toplumsal baskılar, yaptırım korkusu gibi baskılar (yasal, dini- manevi, maddi yaptırım gibi) nedeniyle hareket etmek Kant'a göre niyet ahlaken iyi değildir, çünkü otonomi bozulur, eylemimiz dışardan gelen bir güçle belirlenmiş olur ve özgürlüğe zarar verir. Bireyin ahlakı dışarıdan belirlenmişse, bireyin niyeti ahlaki değildir.

İyi niyet, insanı (bireyi), yardıma muhtaç bulunan başka bir insana, ona karşı hiçbir sempati, bağlılık ( dini- manevi- sevgi- kan bağı gibi) duymasa dahi ödevi ödev olarak yapma ilkesi dolayısıyla yardıma götürür.  Belli bir sonuca ulaşmak için belli bir şekilde davranması, ya da salt başarıya ulaşmak için belli davranış biçimi benimsemesi yeterli değildir. Ödev etiği, rasyonel olmayı, otonom ve iyi irade sahibi olmasını bireyin ahlak yasalarında kendi koymasını ister. Kant,'' İnsanlar ışığı görmez, ışıkla görür''der. Kısaca ahlak etiği, göreni, görmeyen ile eşitleyen tek şey kendi içimizdeki karanlık dünyadır.

30 Aralık 2015 Çarşamba

Montesquieu: "Az bilmek için, çok okumak gereklidir."der

Immnauel Kant, 1724 yılında Doğu Prusya  sınırları içindeki Königsberg'de dünyaya gelir. 1804'teki fiziksel ölmüne kadar kentte yaşamıştır. 12 çocuklu bir saraç ustasının oğlu olarak dar yaşam koşulları içinde büyür. Eğitimi sırasında Leibniz Wolff'dan etkilendi. 1755 tarihinde doçent derecesi aldıktan sonra üniversitede çeşitli sosyal bilim alanlarında dersler vermeye başladı. Kant başlangıçta fizik ve astronomi alanında yazı yazdı. 1755 yılında ''Evrensel Doğal Tarih  ve Cennet Teorisi adlı eserini yazdı. 1770'den sonra Hume, Rousseau etkisiyle eleştirel felsefesini geliştirdi. ''Hume'un felsefesinin kendisini dogmatik uykusundan uyandırdığını'' belirtir. Kant'ın yaşamına dışardan bakıldığında basit bir yaşama sahip olmuştur.  Kant, özel öğretmen olarak başladığı meslek yaşamını profesör olarak tamamlamıştır. Monoton görüntü çizen yaşamını teorik uğraşlara adamıştır. Kant, Epistomolojisi, neyi, nasıl, ne kadar bilebiliriz sorularını tartışmıştır. Biliginin kaynağı olarak salt aklı ya da salt deneyi yetersiz bulur Kant. Ona göre bilgi hem, akıl hem de deney ile elde edilebilir. Kant, epistomolojide eleştirel akılcılığa varmadan önce rasyonalistti. Ancak kendi tabiriyle onu dogmatik uykudan uyandıran  David Hume olmuştur. Hume, her türlü aklın deneyden geldiğini söyler, hatta tümevarım yöntemi Hume'ye atfedilir. Hume'ye göre deney, zorunlu ve eksiksiz bilgiyi veremez, objenin dünyanın her yerinde ve çok sayıdaki bu objelerin tümünü deneyimlememiz mümkün değildir. Hume'a göre evrende her şey belli bir deternizmle, nedensellikle işler düşüncesi yanlıştır. Çünkü Hume'a göre nedensellik insan psikojisinden doğan bir şeydir. Böylece Hume'un şüpheci olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Hume'un göre, neden ve sonucu yan yana görmek bizde bir alışkanlık doğurur, hiç kimse  neden ve sonuç arasındaki nedensellik bağını gözlemleyemez. Kant'ın Hume'den ayrıldığı nokta burasıdır. Kant, akılcılardan, bilginin önceden zihinde var olup sonradan anımsandığı görüşünün aksini savunarak ayrılır.  Bu durumda duyu verilerini işleyen, düzenleyen, sınıflandıran formlar olmasaydı duyu verileri bilgiye dönüşmezdi. Ayrıca duyu verileri bilginin ham maddesi olarak mevcuttur. Her ikisi de (duyu verileri ve zihindeki formlar) bilginin imkanlı olması  bakımından kati surette bir arada olmalıdır. Bu formlar yer, zaman, nedenselliktir. Bunlar  için de dörtlü dörtlü kategori vardır.  Toplamda on iki form bulunur. Temel de ise  bu üç (yer, zaman, nedensellik) form bulunur.

Örnek: Bir insanın (varlık)doğumu ele alınsa;
1-İnsanın nerede doğduğu
2-İnsanın ne zaman doğduğu
3-İnsanın neden dünyada olduğu
bilinmelidir.  Bu üç veri olmadan hiç bir şey anlaşılmayacaktır. İnsan hiçbir yerde, hiçbir zaman, herhangi  bir neden olmaksızın dünyada demek, saçmalamaktır,bir  anlamı yoktur. Nerede doğduğumuzu bilebiliriz, ne zaman doğduğumuzu da bilebiliriz, ama neden dünyada olduğumuzu Kant'ın nedenselliği ile açımlamak gerekirse; fiziksel ölümümüz gerçekleştiğinde bilinebilir. Ayrıca bu bilgiyi bizler değil bizden sonra var olan varlıklar deneyimleyeceklerdir. Kendini bilmeyen varlık içinde var olduğu, zaman biçiminde var olan sadece varlıktır...Varlık içinde bulunduğu yer ve zaman içinde bulut gibidir, nedensellik olarak  'iyi ya da kötü' olması fark etmez. Çünkü her bulut yüklendiği enerjiyi taşır.  Ve zaman varlığı, varlıkta zamanı ölçer. Oysa ki zaman iki unsuru koşul kılar varlığa:tutku ve eylem. Tutku varlığın oluş biçimi ,eylem varlığın varlık nedenidir.
Bu bağlamda, Kant'ın Hume'un nedenselliğinden farkı; Hume nedenselliği psikolojik çağrışımlara dayanan bir alışkanlık olduğunu söylerken, Kant'ta nedensellik bir alışkanlık veya psikolojik bir unsur değil, insan aklından önceden mevcut bir veridir. Kant'a göre akılda a piori mevcuttur. Bilgi, duyu verilerinin akılda çekmeceler halinde bulunan formlara girmesiyle ortaya konur. Bilgi ancak bu formlar ile sınırlıdır. Yani dış dünyadaki olgular, veriler, aklımızdaki kategoriler öyle emrettiği için ve bu kategorilerle sınırlı olarak bilebiliriz. Bu şu demektir; aklımızın sınırları dışında  kalan kısımları bilemeyiz. Yani bana görünenin ve görünenin aklına girip  bilgi sürecinin tamamlandığı formların bize söylediğinin dışında bilgi mümkün değildir. O halde, varlığın duyulan kısmı ve aklımızdaki formların dışında kalan şeyi , varlığın aslını, kendi aslını, kendisini asla bilemeyiz. Deneyimin ve aklın programlandığı biçimde ve bu biçimde sınırlı bilgi sahibiyiz;  şeylerin aslı ise bu sınırların dışında kaldığı için bilinemez. Burası metafizik alandır. Bu bilme yetisinin Kant'ta bilimin de sınırlarını gösterir. Teorik akıl bu sınırlarla sınırlandırılmıştır.

22 Aralık 2015 Salı

İnsan, ancak onu düşünen hiç kimse kaImadığı zaman gerçekten ölür

 Alman şair ve tiyatro yazarı, Brecht lise öğrenimini 18 Mart 1918'de tamamlar. Tıp eğitimi görür; fakat tıp eğitimini yarıda bırakarak şiir ve tiyatroya yönelir. Meslek edinir. Tiyatroyu toplumsal bir görev olarak yazar-çizer.  Epik tiyatro anlayışını geliştirir, seyirciyi düşünmeye çağıran oyunlar yazar. Yabancılaştırma estetiğinin pragmatik yönü ise, Bertolt Brecht'le tiyatro alanında kurumsallaşır. Brecht oyununu, dış dünyayı, yasal gerçekliği çarpıtarak kurar; izleyicinin kendini sahnedeki oyunun bir parçası olarak duyumsamaması, kendini oyun kişileriyle özdeşleştirmemesi için yapar bunu; çünkü onun, duygusallığın esrikliğinde edilginleşmesini istememektedir; çünkü gerçeğin izleyiciye dikte ettirilmemesini, izleyicinin kendisi tarafından bulgulanmasını amaçlamaktadır. Brecht sanatçıya bakışını şöyle özetler: Sanatçı, halkın yozlaştırılmış ve bozulmuş estetiği yerine, çağının ve toplumun gerçeklerini, bu gerçeklere yaraşır biçimde dile getiren eserler vermek ve bu eserler aracılığıyla kitlelere seslenmek zorundadır.''der  En önemli eserleri: Carrar Ananın Silahları, Galile, Sezuan'ın İyi İnsanı, Kafkas, Tebeşir Dairesi.Brecht gençlik döneminden itibaren sayısız aşklar yaşar. Rosa Marie Aman, Sophie Renner, Paula Banholzer ,Helana Weigel...

1918  Brecht, Paula Banholzer'le aşk yaşamaktadır. 1919'da oğulları Frank dünyaya gelir. Tiyatro eleştirmeni Brecht , 1920 yılında opera sanatçısı Mariaane Zolf'la tanışır. Münih'te kısa tatil yaparlar ve yakınlaşırlar.  Brecht'in, Zolf'a yazdığı mektupta sevgisini dile getirir: '' Seninle en küçük tartışma için bile olsa bir kilo sinirimi feda ederim ve küçücük konuşmacık için tramvaylarda yedi saat koşturmacaya razıyım.(...) Birisini sevmek büyük bir şans''der.  Sıradan insanlar gibi Brecht 'de sevdiğini başkasına kaptırmaktan korkar. Marianne Zolf, Hengmann adında kişinin kendisine ilgi duyduğunu yazar. Brecht'in tepkisi çocukça bir davranışı yansıtır. Zolf'a  yazdığı mektupta şöyle der: '' Artık Hengmann'a gitmeni istemiyorum, lütfen davetlerini geri çevir. Sallantıda bırakma, tersine, bitir.(...) Ya da ona benden söz et, gerekirse'' der. Bu aşkta kıskançlık karşılıklıdır. Brecht hastalanır, üniversite klinğine yatar. Zolf , Brecht'i  hastanede ziyaret eder. Brecht'in evde olmadığı bir gün , Paula Banholzer'den gelmiş mektupları bulur. Brecht, bulunan mektupların gerçeği yansıtmadığını ileri sürmüştür. Kıskanılmak hoşuna gider. Zolf için şüphe her zaman gerçektir.  Bütün aşklarda olduğu gibi kıskanılan aşık kendisine değer verildiğini düşünerek gizlice kişisel ruh tatminine erişir. Bu ilişkide Brecht kendi sadakatini savunurken memuniyet de taşır; asıl olsa daha öncede kendisi Marianne Zolf'u kıskanmıştı. Onun da önemli olduğunu hissettirmişse, Marianne'nin kıskanç tavırları Brecht'e kendini güvende hissettirir. Yüksek perdeden konuşma sırası Brecht'tedir ve şöyle seslenir mektubunda: '' Genel olarak ve aramızda kalmak üzere dikkatini çekerim ki şimdiye dek ve şimdi bile sahip olduğun gelecek de önünde duran tüm yanılgılarını, korkularını ve kendine çektirdiğin tüm eziyetleri kesinlikle hak ettin, sevgili kadınım benim'' der. Marianne şüphelerini ortadan kaldırmış gibi davranır; ya da başka bir bahara saklar kıskançlık dürtülerini sadece şimdilik gömmüştür.

Brecht'in, Paula'dan olma oğlu Frank'ı da yanına alır; Frank'a çocuğu gibi bakar. Bu arada Marianne hamile kalır ve  1922'de Evlenirler. Kızları Hane dünyaya gelir. Doğumdan kısa bir süre sonra Brecht'i, Paula Banholzer'e yazdığı yeni bir mektubu bulan Marianne kısa süreliğine gömdüğü şüphelerini gökyüzünden, yeryüzüne indirir. Banholzer'e mektup yazar ve şöyle seslenir: '' Bugün size bir ricayla başvuruyorum ve bana yardım edeceğinizi umuyorum. Bu defa yardım etmeniz, sizin çıkarınıza- tüm hamileleiğim boyunca bekledim- yoksa çoktan bir karar verirdim. Ne yazık ki durumum yüzünden kesinlikle Brecht'e bağımlıydım ve onsuz iyi olamazdım- birkaç gün önce onun size yazdığı bir mektubu okudum ve şimdi ikinizin istediği o saat geldi.(...) Brecht'e özgür olduğunu söymenizi rica ediyorum, bütünüyle özgür- size yazdığı mektubun bana dokunduğunu söylemeliyim- ondan bu denli sevgi ve şefkat ummazdım'' der. Brecht ise yine kendini savunur ama Marianne bu kez ikna olabilecek gibi değildir. Aldatılma korkusu Marianne'nin yüreğine ok gibi saplanmış, yerleşmiş ve artık büyümüştür.

Alıntılar: Bertlot Brecht'in Mektupları, Düşün Yayınları, 1996

18 Aralık 2015 Cuma

''Özgürlük düşleyen ve aklında yalnızca kaçmak düşüncesi olan bir esir gibiyim...'' der Henry Miller.

Sylvia Plath, "Sadece içimde susmak istemeyen bir ses olduğu için yazıyorum."der
Sosyal medya kullanımında bireysel tutkunun koşulu, tutkuya duyulan özne özlemi anlık durum ile tutkunun duyulmasına yol açan karmaşık karşıtlıkta olabilirlik içindeyiz. Çünkü öznenin karşıtlığını; uyarım, uyarıcı duyular üzerinde etkili olduğu nesnenin karşıtlığını da zorunlu kılmaktadır.

Öznenin duyusu duyarlılık içinde gelişim gösterirse, duyum aynı etkiyle, etki gösteren öznenin eğilim durumuna maruz kaldıkça, özne bu durumu özneye yönelik dışsal etkiler durumu içinde zıtlıklarda giderek kaybolacaktır. Uzun süre aynı biçimde köreltilmiş duygular, duyumları körleştirilmiş içsel uykuya neden olabilir.  Örneğin: Bir çocuk aynı davranış eylemleri yönergesinde duyusal yetenekleri içinde eğitilmiş olsun.  Bu Erikson’a göre kritik dönem: İnsan gelişimlerinin en kritik dönemleri; 0-2 yaş ve ergenlik dönemidir. Yaşamın ilk yıllarında hayata uyum ya öğrenilir ya da güvensizlik duygusu ortaya çıkar. Bu güven duygusu, ilk iki yaşta gelişmezse çocuk ilerde hep güvensizlik duyar. Bu durum ise öznede ''Gençlik Şizofreniyası''; kişinin gençlik döneminde kişiliğini bulamaması durumudur.  

Psikololoji kuramcılarına göre: ''İnsanlar eşit doğmazlar, doğuştan insanlar birbirinden farklıdır. Kalıtsal olarak getirdiğimiz özelliklerle birbirimizden farklıyızdır. Yıllar sonra bu farklılıklar daha da belirginleşecektir. Bireyler sonsuz potansiyellerle değil, biyolojik yapılarının elverdiği ölçüde bir potansiyelle doğarlar. Herkes kendine göre büyüme, öğrenme, gelişme gösterir. Ne kadar aynı olanaklar sağlanırsa sağlansın, bireyler aynı düzeye gelemezler'' tezlerini savunurlar. Karşıt görüşü savunan psikoloji kuramcılarına göre: ''Her insan aynı yaşam koşulları, sosyal, zihinsel gelişme bakımından aynı şartlar sağlanırsa, bütün insanlar aynı düzeye gelirler. Herkes sonsuz gelişme potansiyeline sahiptir'' tezini savunurlar.

Bu görüşe göre insanlar arasındaki farklılıklar, aynı yaşam olanaklarının sağlanmamasından kaynaklanmaktadır. 
Freud’a göre, çocuğun ilk beş yaşındaki durumu ilerde ne olacağını gösterir. Erikson ise buna ‘hayır’ der. 
Piaget’ye göreyse, çocukta düşünce ile dil birbirine paralel olarak gelişmektedir. Hatta düşünce biraz daha öncedir. Dilin anlamını önemli kılan düşüncedir. Bir, iki yaşındaki çocukların kullandığı kelimelerin üçte ikisi isimlerle, pek azı hareketlerle ilgilidir.
Ona göre işlem öncesi dönemde, çocuklar genellikle iletişim amacı taşımayan şekilde, yüksek sesle konuşurlar. Başkalarını duymazlar. Bu tür konuşmaya ''egosantrik konuşma'' denir. Bu konuşma çocuğun kendisi üzerine yoğunlaşmasıdır.

Piaget’ye göre, 4-7 yaş arası çocuklarda üç tür egosantrik konuşma vardır:
1-Tekrar, 2-Monolog, 3-Kollektif monolog
Örneğin sosyal medyada bulunan bir yetişkin üzerinden düşünürsek:''egosantrik'' olarak aynı düzlemde yazı yazan ya da aynı düzlemde okuma yapan, bunun yanında farklı duygu durumlarını uzun dönemli uykuya geçirdiğini fark etmesi zorlaşacaktır. Adorno der ki: "Çağımızın en büyük hastalığı olağanlıktır." Olağanlıktan çıkıp çıldırmak için eskiden edebiyata kaçardık, şimdi çıldırmamak için sosyal medyaya kaçıyoruz. Biz insanların en büyük çaresizliği bu olmalı ki; içinden çıkılmaz bir labirente de dönüştürüldük. Kendi içinde evrimleşemeyen yetişkin çocuklarız artık... Bunun bir adı var olacak mı? Bilemeyiz... Nasıl olsa  insanlığın gelişimi hep yarım da kalacak... Psikoloji alanında birçok kuram ortaya konulmuştur. Örneğin; tip kuramcılarının ortaya attığı; ‘tipoloji kuramları ve trait kuramı. Triat kuramına göre, bireylerin davranışlarında, tutumlarında göze çarpan, devamlılık gösteren, tutarlılıklar gösteren özellikler ele alınmıştır. 

Ancak tüm bireyler arasında, karşılaştırma yapabilmek için daha çok birbirine benzeyen traitlerin (benzeş davranışsal özellikler) saptanmasına çalışılmıştır. Yani bu görüşe göre, bireyler aynı traitler, benzer davranışlar bakımından karşılaştırılabilirler. Örneğin; zekâ testleri saptanmış traitlerden oluşmaktadır. Bu testten alınan sayısal değer, bireyin kim olduğunu, diğerleriyle karşılaştırmayı sağlayan bir ölçüt sağlıyor.
Trait yaklaşımı, bireyler arasında niceliksel bir karşılaştırma olanağı sağlıyor. Bu sayede bu yaklaşımla daha katkılı teknikler geliştirilmiştir. Bu tekniklerden en fazla kullanılanı; ‘faktör analizi’dir.
Ancak bu yaklaşımda önemli bir problem vardı:
Tüm insanların karşılaştırılabilecekleri traitlerin ne olduğunun saptanması oldukça zor olmasıydı..?

Tipoloji kuramları ise bireyleri belirli özellikler bakımından tiplere ayırmışlardır:
Örneğin tipolojinin babası Spranger, 6 tip saptamıştır:
1-Estetik tip, 2-Sosyal tip, 3-Politik tip,
4-Dinsel tip, 5-Ekonomik tip, 6-Teorik tip.

Kredchmer de iki tip saptmıştır; aynı fiziksel özellikleri olanların topladığı ''fiziksel tip'' ve aynı mizaca sahipleri topladığı; ''mizaç tip''. Aslında ikisi bir tiptir. Kredchmer, bu iki tipin karşılaştırılabileceğini söylemiştir.
Jung da insanları, ''içe dönük tip'' (çekingen, az sosyal, utangaç) ve ''dışa dönük tip'' (atılgan ve daha sosyal) diye ikiye ayırmıştır. Ve insanların hangi tipden olduğunu anlamak için testler geliştirmiştir ancak sonuçta her iki tipten de olmayan bireylerde ortaya çıkmıştır.

Sosyal medyada kişilik  tipolojisi içinde bireysellikte kitlelerin içsel sesleri ''kedi de benim fare de! Kendimi yakalayıp kendimden kaçarım, Bazen yakalanmak için tuzağıma düşerim. Aslında kapana peyniri koyan da benim.'' Dijital köyün sakinleri yeni farklı tipoloji ve triat tiplerin saptanacağı ''dijital kamusallığa'' taşınmış durumda... Dijital tria tipler ve dijital tipolojik tipler içinde farklılıklar yeni açılımlar geliştircek gibi... İnsan bir evren olduğunu düşünürsek; evren içindeki paralel evrenleri dijital psikoloji araştırmaları saptayacaktır. 

Şimdi ise insanlığın durumu Henry Miller'in dediği gibi: ''Özgürlük düşleyen ve aklında yalnızca kaçmak düşüncesi olan bir esir gibiyim...''

17 Aralık 2015 Perşembe

AŞK, ARTIK GÖZLERDE DEĞİL, BEYİNDE

Heine, ölümle çarpışıyordur...aşkı düşünecek durumda değildir. Ancak aşk kapıları kırarak gelir. Heine'de yeniden kendini var eder. Elli sekiz yaşında olan Heine ölümü beklerken, aşk karşısına çıkar. Ölüm artık beklemeliydi... 1855 yılında Elise Krienitz, Heine'yi görmeye gelir. Yirmi yedi yaşındaki Elise, genç güzel kadındır. Heine hayranıdır.Uzun yıllar yatağında olan Heine'nin sadece beyni ve yüreğiyle genç güzel kadına karşı kalbine aşk okları saplanmıştır. Elise'de ona...Kırık aşktır, içinde platonik duyguları barındırır. Heine, Elise'yi ''mouch= sineğim'' diye seslenir. Aşk, ölümü bekleyen Heine'nin yüreğini yeniden alevlendirir. Mathilde bu aşka sesini çıkarmaz. O kıskanç, kaprisli kadın gitmiştir, artık...Yılların Mathilde'si artık duygularından başka kaybedecek başka şeyi yoktur. Çünkü aşk sahip olmayacağı şeyi kıskanmayacaktır. Aşk, Heine'nin gözleri doğru dürüst görmese de Elise'ye şu satırları yazdırır: '' Pek sevimli, pek çekici insan! Geldiğinizde, sizi ancak birkaç dakika görebildiğim için üzgünüm. Üzerimde, son kerte iyi etki yaptınız; sizi en yakın zamanda yeniden görmek beni çok sevindirecek.(...) Olanağı varsa yarın, olmazsa size uygun en kısa zamanda geliniz. Gözlerimin hastalığına karşın, bu satırları kendi ellerimle yazıyorum, zira şu anda yanımda güvendiğim bir 'yazıcım' yok. Çok büyük dertler içindeyim ve hep hastayım. Yakın ilginiz ruhuma onca  iyi geldi ki, boş inançlara kendimi kaptırıyor, sıkıntılı zamanımda iyilik meleği imdadıma yetişti diyorum. Hem de tam zamanında.'' Heinrich Heine
Heine, Elise'ye dört mektup daha yazar. Her mektubunda duyduğu aşkın çaresizliğini dile getirir. 20 Temmuz 1855 tarihli mektubunda ''Çok tatlı ve incecik Mouche! (...) Bana bolca sunduğunuz sevgi için yürekten teşekkürler.(...) Durumum hep kötü, sürekli kramplar ve hırslar içinde yaşıyorum: Umutsuz durumumdan duyduğum öfkeler! En canlı yaşam zevklerine susamış bir ölü! Bu korkunç bir şey!'' der


Elise, Heine'nin kendini iyi hissettiği günler hep yanına koşar. Şiir üzerine konuşurlar. Elise yazdığı şiirleri okur. Heine'nin tavsiye ettiği yazıları yazar. Heine'nin hastalığı artarak kötüleşir...Hastalığın verdiği acıları bastırmaya çalışır.  24 Ocak 1856'da Elise'ye şöyle seslenir Heine: '' İlk seven delikanlı kadar heycanlıyım.''der

Ölüm yavaş yavaş kapısında dolanıyordur, 14 Şubat'ta Heine, son mektubunu göndermeye fırsat bulur: '' Sevgilim! Bugün gelme. Korkunç migren ağrısı çekiyorum. 

Yarın (cuma) gel. Senin dertlin'' yazar son kez. Elise,yanına gider. '' Çok hüzünlü bir görünümü vardı. 'Sonunda gelebildin! dedi'' düşmüştür notlarına Elise.  Elise son kez gördüğü Heine'nin yanından ayrılırken  Heine arkasından bağırır: '' Yarın bekliyorum, unutma!''  der. Elise 16 Şubat günü geldiğinde, ölümle pençeleşen  Heine'nin odasına almazlar.  17 Şubat'ta Heine, son bir kez daha Elise'yi göremeden hayata gözlerini yumar...Özgürlükçü Heine'nin  yıllar sonra Hitler döneminde meydanlarda kitapları yakılmıştır. Heine'nin 1821'de söylediği söz onun ne denli büyük ozan olduğunu kanıtlamıştır. ''SONUNDA, İNSANLIĞI DA KİTAPLARI YAKTIKLARI GİBİ YAKACAKLAR.'' demiştir
Dipnot: Heine'nin '' Silezyalı Dokumacılar'' şiiri tüm dünya görüşünü özetlemektedir.

Alıntılar: Heinrich Heine, Heine'nin Mektupları, Düş Yayınları, 1983/ Elise Krinitz Wikipedia
Görsel: Elise Krinitz Wikipedia

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...