5 Aralık 2015 Cumartesi

İnsan Neye İnanmaz ki...

Goethe, Genç Werther'in Acıları eserinde şöyle seslenir: ''Bu durumda olan yalnızca ben değildim. Bütün insanla umutlarında kandırılıyor,beklentilerinde aldatılıyorlar.'' 

Goethe 28 ağustos 1749'da Frankfurt'ta doğar.  Babası imparatorluk danışmanı, annesi Frankfurt  belediye başkanın kızıdır. Rahat çocukluk dönemi sürer. İlköğrenimini özel öğretmenlerden alır. Latince, Yunanca, İngilizce, İtalyanca, Fransızca öğrenmeye başlar. 1765'de hukuk eğitimi almak için Leipzig'e gider.Leipzig'de kaldığı evin kızı Kötchen Stchönkopf'a duyduğu aşkla gençlik yıllarından birini yaşar. Kötchen, Kanne isimli bir doktorla nişanlanır; Goethe'yi bırakır, değersizlik hissiyle acı yaşar Goethe. Üç buçuk yıl sonrasında terk edilmenin öfkesiyle Kötchen'e mektup yazar. ''Tazesi dururken konserve fasulyeyi kimse aklına getirmez, değil mi? Nitekim balıkların da ancak tazeleri istenir; ne olur ne olmaz, belki bozulurlar diye tuzlamaya kalkarlar; eh, belki biraz da göz boyamak için...Dostluk tuzuna bulayıp salamurasını kurduğunuz irili ufaklı, düzgün ve biçimsiz bunca sevgiliyi hatırlayınca kim bilir ne tuhafınıza gider.'' der

Terk edilmenin öfkesi uzun sürmez, süreklilik taşımaz. Faturayı karşı tarafa yüklemekten vazgeçer. Bunu Kötche'e yazdığı mektupta kendi payına düşen suçu kabul eder, adeta...'' Şimdi Leipzig'de olsaydım, yine yanınıza olur ve somurtup otururdum... Bu sahneleri bilirsiniz. Yok hayır yanınızda olsaydım şimdi ne kadar, ne kadar sevinçli olurdum! Ah, üç buçuk yıl önceye dönebilsek! Kötchen, yemin ederim ki sevgili Kötchen, o zaman çok daha akıllıca davranırdım,''der. 

1770'de Hukuk doktorası için Strassburg'a gider. 1772'de Wetzlar'da avukatlık stajına başlar. Verilen bir baloda Charlotte Buff (Lotte) ile tanışır, gönlünü kaptırır.  Lotte ise, Bremen kentinde hukuk müşavirliği yapan Kestner ile nişanlıdır. Goethe ve Kestner arkadaş olmuşlar, üç genç insan dostluk çerçevesinde ilişkilerini sürdürürler; üçü de durumun farkındadırlar. Kasabada dedikodular başlar. Lotte'de, Kestner'e daha yakındır, Goethe bu acıya dayanamaz, Wetzlar'dan ayrılma karar verir. Kimseye haber vermeden kasabadan ayrılır. Lotte'ye giderken küçük bir not bırakır: ''Şu anda yalnızım, gözyaşlarımı tutmamın nedeni yok, sizleri mutlu bırakıyorum.'' Goethe büyük bir aşkla sevmiştir Lotte'yi.  Goethe sessiz acılarla yaşamaktadır.  Genç Werther'in Acıları eserinde şöyle dile getirir: ''Bazen anlamıyorum, ben onu böyle çok, böyle içten sevdiğim, ondan başka hiçbir şeyi görmediğim ve bilmediğim halde nasıl oluyor da, başkalarını seviyor, sevebiliyor!'' 
Lotte'yi rakibine kolayca bıraktığını düşünmektedir. Doğru mu yapmıştır, yanlış mı? Tam olarak bunu bilemez, kızgınlık içeren bir mektubu Kestner'e gönderir. ''Pek iyi bildiğim bir şey var: O da Tanrının Duygudan yana soğuk oluşu. Böyle olmazsa Lotte'yi size vermezdi... Ölürsem, hele öbür tarafta biraz borum öterse, ilk işim onu sizin elinizden almak olacaktır,''diye yazar. 1773'de Goethe'nin başından bir nişanlılık geçer. İlişkisi iyi gitmez, ayrılır. Goethe, Lotte ve Kestner ile mektuplaşmalarını ''dostluk'' içeren biçimde devam ettirir.  Bu arada Kestner ve Lotte'nin bir çocuğu olur, çocuğa Goethe'nin Wolfgang adını verirler.  

Aşk acısından kurtulmak isteyen Goethe 1774'de '' Genç Werther'in Acıları'' eserini kaleme alır ve yayınlar. Goethe-Lotte- Kestner aralarındaki ilişkileri anlatan kitap meşhur olur. Kestner'e verilen rol olumsuzdur.  Goethe, Kestner'den yüzyıllara tanıklık edecek, edebiyat dünyasında yer vererek Lotte'yi şu kelimelerle yaşatır: ''Çok şeylere sahibim. Ama onu düşünmek her şeyimi silip götürüyor. Nelerim var! Fakat onsuz her şey bana hiç oluyor...''

Genç Wether'in Acıları eserinde insanları iç dünyalarına yolculuk yaptırır. Kendini psikolojik-sosyolojik sorgulamalara tabii tutar: "Dünyanın bütün işleri sonuçta aşağılıktır; başkalarının sözüyle, hiçbir tutkusu ya da bir gereksinimi olmaksızın; para, şan, şeref ya da bilmem ne uğruna didinen biri, her zaman bir budaladır.
''Bu durumda olan yalnızca ben değildim.Bütün insanla umutlarında kandırılıyor,beklentilerinde aldatılıyorlar.''

''En çok sevdiğim yazarlar , yazdıklarında kendi dünyamı,benim çevremde olup bitenleri bulduğum yazarlardır...''

''Tanrım, bu mudur insanların yazgısı? Ya henüz akıl sahibi değilken ya da akıllarını yitirdikten sonra mı mutlu olacaklar ancak?''

''Atmaca burunla yassı burun arasında ne kadar ayrılık varsa, duygu ve davranışlar da o kadar değişiktir...''

''İnsan yaşamının yalnızca bir düş olduğunu başkalarıda daha önce düşünmüştür , bu duygu benimde peşimi bırakmıyor.''

''Biz insanlar daima ilk izlenime değer veririz. İnsan, en inanılmayacak şeylere kanabilecek yaradılıştadır. Ama bir kez kafasına bir şey yerleşti mı, onu söküp atmak isteyenin vay haline!''

Alıntılar: Goethe Johann Wolfgan, Seçme Mektuplar, Can Yayınları
Genç Werther'in Acıları

1 Aralık 2015 Salı

Geç Gelmiş Pişmanlıktı Yaşamak; Onlar İçin...

Hayatta gecikmiş karşılaşmalar, yaşamlarımızda hep olağandışı roller oynamışlardır.
Bir sinema filmi, bir kitap , insanlar en güzeli dünyanın çocuklarıdır. Bildiğimiz ve her gün geçtiğimiz sokaktan geçerken resimleri ilk kez görmüş gibi oluruz ya!  Hayatta gecikmişlik konusu da böyledir işte. Tüm yaşamınızı sanki burada geçireceğiz diye kendimize yer belirleyen gizli bilinçaltı yazgısı vardır.
Önceden belirlemişçesine özlediğimiz, sokaklar, kentler vardır. İnsanlar nedense özledikleri yerlere gitmekten kaçınırlar. Bu  tür bahanelerle sığınmak güzeldir. Kaçırılan her yeni fırsat, onların değerini arttırır, insanda en çok aslında, yalnız onlar için yaşama hissi de verir. Bilinçaltımızdaki bu yerler olmasaydı çoktan çekip gitmiş olma duygusuyla bir vazgeçişe de neden olacaktır. Kendilerinden söz edilmeyen müthiş şeyler kişiler arasında dolaşır ve o şey vardır, dinleriz, okuruz, duyarız, görürüz onları kendilerinden  sanki daha iyi tanıyoruz hissi bir şey biliyoruzdur ve susarız, bakmaktan mıdır, yılkın at gibi koşmaktan sakındığımız şeylerden mi... Neye benzediklerini anlamak bile zordur... Hiç bulunmamış. Ya da yıllarca aynı sokakta görmekte olduğumuz, düşündüğümüz, gördüğümüz kişiler vardır, tek bir sözcük etmeyiz onlara, yanlarından tıpkı hayalet gibi geçer gideriz. Onların bize  yaptığı gibi sessizce geçip gideriz; soran gözlerle birbirimize bakarız, ama dişler kilitlidir, sımsıkı kapalı tutarız. Konuşmayız..!
Bunlarla ilgili olarak düşünülen ilk konuşmalarımızı belleğimizde oluştururuz, müthiş şaşırtacak birçok özellik yaratırız kafamızda, bunu büyük bir hevesle de yaparız üstelik. Nihayet, haberleri olmadan yıllardır aramızda yaşayan kişiler vardır; yaşları ilerler, acı anılar kalır, duygular seslendirmeyi düşlemeyi bırakır. Buna karşın, sevgimizi onlara söyleme tasarılarımız da giderek daha aldatıcı hale getiririz... Gelecekle ilgili bu titiz, ayrıntılı hazırlıklarımız olmasa yaşamak olanaksız gelecek bizlere, üstelik bunların, ansızın hiç beklenmedik anlarda başımıza gelen ve bizi anında  olaylardan daha az önemli olmadığımızı adımız gibi biliyoruzdur. Büyüklükleri konusunda kuşku duymak için hiçbir neden bulunmayan...

Yıllardır değer vermekte oldukları kişilerin tümü tarafından da onaylanan dünya yazgısının en ünlüleri ONLAR! Bu dünyanın içinde olmak üzere, kendimizi hala okumaya hazırladığımız kitapta sıralamaktı; SURİYELİ ÇOCUKLAR! Kim Bilir? 

30 Kasım 2015 Pazartesi

Geri Kalmış Ülkelerde Moda İhtiyactır



"İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayatla olan saf ilişkisini yitirir." der Andrei Tarkovski
İnsanlık olarak, insani değer ilkelerini parçalayarak, bölerek ilerliyoruz; zaten bölünmüş bir alana atılan neden parçalamaya da devam etmez ki? Ama öylelik, insanda daha da bölünmüşlük haline geliyor. Yani aslında parçalamak keyif vericidir, bölünmüşlük bölüştürülür, ilke hücrelerimiz buna imkan sağlayabilecek bir efsunlanma alanıdır. Çalışmayan kalksın yorulsun derhal, yapamayacağını düşündürecek kadar yük ile...Hücre bölünmüşlüklerle ilkesizlik içindedir, artık...
Sosyal psikolojide önemli bir vurgu noktası vardır.  "Geri kalmış ülkelerde moda bir ihtiyaçtır.'' Moda ihtiyacı bir zamanlar giyim ya da benzeri şeylerdi. Şimdilerde moda ihtiyacını bireysel düzeyde ve gruplar olarak sosyal medyaya uygularsak bu durum, yüzyüze sosyal iletişim kuramayan sosyal varlık insanı ve sosyal varlık olamamanın getirdiği edilgen bireysellik içinde sosyal moda ihtiyacı marjinal doygunluk seviyesine ulaşamayan bir toplum getirisi olması kaçınılmaz olacaktır. Güncel hayatta birbirlerine duygularını (öfke, kin,sevgi) ifade edemeyenler adeta sosyal medyada sözlerimle toslamaktan ziyade, yazdıklarımla toslayarak okşamayı yeğlerim düşüncesinde. 

Oysa ki, söylenen sözleri unutan bir yapımız olmasına karşın okuduklarımız daha kalıcıdır zihnimizde...Freud,  Ket Vurma Belirti ve Korku incelemesinde: '' Korkunun beklentiyle çok açık ilişkisi vardır; o birşeyden korkmaktır. Onda belirsizlik ve objesizlik özellikleri vardır; konuşma dili bir objeyi bulunduğunda onun adını bile değiştirir ve onun yerine ürküntüyü koyar.'' der. Günümüzün moda ihtiyacında bize dayatılan 'kültür endüstrisi’ ya da ‘idare altına alınmış dünya’ gibi (…) temalar, aydınlanmayla başlayan evrensel kötülüğün sonuçları değil, kamusal alanın kültürel ve politik işlevlerinin kaybolması, daha doğrusu kamusal alanın kültürel ve politik işlevlerinden arındırılması, bu işlevlerinin giderilmesinin sonuçlarıdır.”, bu yaklaşımdaki problem söz konusu mecali kalmamışlık durumunun, Kant’ın cümlesindeki dolaylı ve içkin olarak gözlemlenebilen ''sermayenin gizeminin'' ('birikim olsun!') ve tarihsel süreçlerin tümlüğünün parçası oluşunun ıskalanmasıdır. O, mecali olmama durumu, sosyal medyanın “muhabbet” dilinden(!) medya düzeneklerine, tüm kamusal söylemlerde gözlemlenebilecek bir haldedir. Gündelik haberler her gün dayak yiyen, ölen, kaza geçiren, bedensel-sosyal-kültürel travmalar geçiren işçiler, çalışanlar, kadınlar, çocuklar, toplulukları gösteriyor ve onları temsil eden her birey/topluluk göremezden geliniyor. Estetik her dillendirme etkisizleştiriliyor ve düşünce hayatının nasıl sönümlendiğini görüyoruz. çünkü moda ihtiyacı; aydınlanma sürecinin ardına alabilen  olan, “üretken işbirliğinin düzenleyicisi olarak oynadığı geleneksel rolden ayrılan sermaye, bir zorla ele geçirme aygıtı biçimini alma eğilimi gösterir.”
Foucault’un belirttiği ve dikkat çektiği nokta olan ifadesi, “tabi kılınmış özneye ilişkisel bir kuram sağlandığı şeklinde okunabileceği” tespitini izleyebiliriz: “kapital’deki artı değer kuramını ya da yabancılaşmış emek... İnsanların yaşamlarını başkalarına ait nesnelere dökerek nasıl kendilerini tabi kılınmış halde oluşturduklarının öyküleri olarak okumak mümkündür. Hegel'in tarihin ya da aklın hilesi olarak tanımladığı durumu açmayı gerektirir. “kolektif tarihin hiç beklenmeyen bir sonuç üretmek için bireylerin, hatta tek tek ulusların tutkularını ve niyetlerini onlara çaktırmadan kullanma biçimiydi''der. Şimdilerde de ihtiyaç olarak sunulan ihtiyaç duyulan modalarımız...
Dijital ortamda, dünyanın gerçekçi  dolayımları görülüyor, fark ediliyor, biliniyor; bedenin, var oluşun, “aklın”, “enerjilerin” kullanılabiliyor olmasına hiçbir çare olmadığı da yaşanıyor.  Öte yandan da... İnsani duygulara organik ve dijital tüm kuşatılmışlıklarını ve kullanılabilirliklerini modernlik sanan bir toplumun, küresel toplama kampları olarak sıkıştırıldıklarını dijital beton kentlerde; sermaye, iş gücü, yaratıcılık stokları/ blokları oluşturdukları kadar; sınıfsal geçişlilik,  sistem güvenliği  işlevleri/makinasallıkların oluşturdukları; ancak daha asli işlevlerinin algı yanılsaması stokları/ bloklarına indirgenmişlikleri ile ilgili zamanlarını tüketen/ üretici-tüketiciler olduğunu yadsıyamayız.   

29 Kasım 2015 Pazar

Ölçümlenen Hayatın Değeri Yoktur

Franz Kafka Çekoslavakya'nın Prag kentinde 1883'te doğar.  Alman Lisesini bitirdikten sonra, Prag Ferdinand Üniversitesi'nde hukuk eğitimi alır. Kafka'nın çocukluğu sert, baskıcı bir babanın kontrolünde geçer. Kendi üzerine kapanık iç dünyası, hassas kişiliği onun günlük yaşamını da etkiler.  İçinde sürekli her şeye karşı korku duyan dünyası vardır. Kaybetme korkusu değildir... '' Uykusuz gece. Sıraya girenlerin üçüncüsü bu. Derin gömülüyor, bir saat sonra da, kafamı yanlış çukura koymuşcasına uyanıyorum'' der.

Romanlarını  farklı kılan diğer bir özelliği Almanca olarak yazmasıdır. Roman kahramanları anlamadıkları bir dünyada yaşarlar. Aydınlığı göremeyen bir dünya içinde çaresizdirler. Aforizmalarında ve kendi yaşamında da romanlarına yansımaları kendinden parçalar olarak görebiliriz. Çünkü hayatı, önceden kaybedilmiş bir savaş olarak görür. İnsan iradesinin zayıf yönlerine dokunur. Yalnızlık, suçluluk duygusu, dünyanın ve insanların sorunlarını çözememenin sıkıntısıyla dolu bir yaşam sürer. Kafka, döneminin her şeye yabancılaşmış insanını kendi üzerinden anlatması yine farklılığını gösterir. Korku dolu bir dünyadır orası! Onun dünyası...
Walter Benjamin şu sözlerle tanımlar Kafka'yı: '' Onun köklü yaşantısı, insan dünyasının, özellikle de günümüz burjuva insanının umutsuzluğu ve mutlak anlamsızlığıdır''der. 

Bu sözleri adeta doğrular gibi Kafka güncelerinde dile getirir: '' Yazmadığım sürece kederlenmeye yeterince zamanım vardır.''der Çünkü yazmadığı süreçlerde dünya yaşamının keyfine dalmayı ''kederlenme'' olarak görüyor diyebiliriz. Ki, ölçümlenen hayatın onun için bir değeri yoktur. Bir başkasına göre yaşam ona göre değildir. Bu nedenselliğini  hayatında olduğu gibi aşk yaşamında da görebiliriz. 
 Büyük aşkı Milena, Kafka'yı şöyle tanımlar: 
 '' Hayır hayır anlamaz dünyayı, yabancısıdır yaşamın. (...) ''Giyinik insanların arasında çırılçıplak dolaşan biridir o.'' (...)'' Kahramanlıktan uzak bir yalnızlık içindedir Frank.'' der

Milena'nın sözlerini doğrularcasına kendi güncesinde ise kaleminden düşen sözlerle kendini hep yargılayan kişiliğini ortaya koyar: '' Nesin sen? Sefilin biriyim. Şakaklarıma vidalanmış iki küçük tahtam var benim.'' der. Ölmeden önce kaleme aldığı güncesiyle kısaca hayatını özetler: '' Acı çekmekten öte bir şey gelmiyor elimden.'' der

Anlaşılması gereken gerçeklik Kafka kendini yargılarken ya da irdelerken aslında kendi üzerinden '' Şakaklarına vidalanmış iki küçük tahtam var benim'' sözleriyle  sistem içindeki diğer insanlara benzemek istemese de, kendini sefil duruma getirenlerin olduğunu vurgular. İnsanların boş bir dünyada yaşadığını düşünür. Bunu en saf dilini aforizmaların da yansıtır. Söylemlerindeki acıyı insan olmaya çalışma erdemi olarak görebiliriz. Tabii bu durum , onun romanlarını okuyanların dünyaya bakış açısıyla doğrusal orantılıdır. 

Franz Kafka Aforizmaların da inancı şöyle tanımlar: '' İnancın insanı deliliğe sürükleyen gücü, işte bu '' mümkün mü'' sözünde gizlidir, ancak bu olumsuzlamada kendini açığa vurur.''der

Kafka, inancın insanı deliliğe sürükleyen gücünden bahsettiği dini bir inanç olarak bakmamak gerekir. Sosyal hayattında beklemediği olaylar karşında ''mümkün mü'' sözünde gizli olması ve en çok sevdiği insanlar tarafından yalnızlık yaşamasına bağıl olarak olumsuzlamada yaşadığı düş kırıklıkları olduğunu düşünebiliriz...
 Bunu destekleyecek yine bir aforizmasında, '' İnançtan yoksun olduğumuz söylenemez. Yaşamımız bile tek başına bir inanç değeridir.'' der Kafka'nın iç dünyasını anlamak için Açlık Şampiyonu yapıtındaki şu sözler '' Aç kalıyorum diye bana hayranlık duymamalısınız. Başka türlü yapamam ki...Hoşuma gidecek bir yiyecek bulamadım ki...'' sözlerini beslenme üzerinden ele almak yanlış olur. Yine yalnızlığı içinde, o yalnızlığı paylaşacak insan bulamamasına kinayeli bir gönderi yapmaktadır.

Bu tür karmaşık gibi görünen gönderilerini ''Hayvan Öyküleri'' eserinde de görebiliriz. '' Fare, ''Ah be!'' dedi. ''Gün geçtikçe küçülüyor dünya. Önceleri amma da büyüktü, korkumdan atıldım ileri, koştum; uzaklarda iki yanda uzanan duvarlar görünce sevinçten havalara uçtum. Bu uzun duvarlar da pek çabuk birbirlerine yaklaştılar ama, kapan var işte, böyle ilerlersem kapana yakalanacağım gündür.''(...) ''Öyleyse gideceğin yolu değiştir,'' dedi kedi, sonra fareyi yedi.'' Sistemi kısaca ve arada yok olan insanları, yok olmamak için duvarların birbirlerine yaklaşmasıyla kendini sistem içinde var eden insanlara gönderisini mükemmel yapar. Kafka'nın özyaşam öyküsünden doğrudan etkilenmiş olan yapıtı ''Dava''da içinde sembolik gönderilerle dolu en karanlık yapıdır. Totaliter rejimlerle yönetilen devletlerdeki koşullardaki benzerlikleri işler. Acımasız empati yoksunu sistem ortamında kişinin çaresizliğini ve sonunda sisteme sonunda boyun eğişini vurgular. Aslında bütünüyle varoluşculuk içinde kaleme aldığını anlayabiliriz de...Dönemin hukuk sistemine getirilmiş bir eleştiri minvalinde şeylerden çok, sistem içindeki varolma çabaları vardır.

''Ölmezden önce bütün o zaman boyunca edinmiş olduğu deneyimler kafasının içinde, o güne kadar kapı bekçisine henüz hiç yöneltmediği bir soruda birleşir. Katılaşmış olan bedenini doğrultamadığından, eliyle bekçiyi yanına çağırır. Bekçi ona doğru iyice eğilmek zorundadır, çünkü bedenlerinin orantıları adamın aleyhine olmak üzere çok değişmiştir. ''hala neyi bilmek istiyorsun?'' diye sorar bekçi. ''bir türlü doymak bilmiyorsun.'' adam: ''herkes yasaya göre ölüyor,''der, ''ama nasıl oldu da bunca yıl boyunca benden başka kimse giriş izni istemedi?' kapı bekçisi, adamın sonunun geldiğini anlar ve tükenmek üzere olan işitme duyusuna kendini duyurabilmek için bağırır: ''burada başka kimse girme izni almazdı, çünkü bu kapı yalnızca senin için öngörülmüştü. Şimdi o kapıyı kapatmaya gidiyorum.''
Alıntılar:  Franz Kafka, Sevgili Milena/ Say Yayınları
 Aforizmalar/ ALTIKIRBEŞ Yayınları
Dava/ Kırmızıkedi Yayınevi
Hayvan Öyküleri/ ALTIKIRKBEŞ Yayınları

28 Kasım 2015 Cumartesi

Kaybolan Yıllarda, Müebbet Bir Hapis Dünya

Auguste Rodin 1840'ta Paris'te doğar. Rodin ''Düşünceyi mermere işleyen adam'' olarak tanınır. O bir heykel yapım işçisi değil, düşünsel düzeyde heykel tasarımcıdır. Sadece Balzac'ın heykelini yapmak için altı yıl Balzac'ı araştırıp, inceler. Rodin kendi sözleriyle ''sürekli prova yapan terzi gibi'' çalışan heykeltıraştır. En Önemli yapıtları: Tunç Çağı, Cehennem Kapısı, Düşünen Adam, Öpüş, Calais Burjuvaları, Adam, Havva, Victor Hugo yer alır. 1916 yılında Rodin eserlerini Fransız hükümetine bağışlar, hükümet de ''Rodin Müzesi'' kurma kararı verir.
Rodin vasiyetinde yaşama ve sanata nasıl baktığını şu cümlelerle özetler:
'' En güzel konular önünüzde duruyor: Bunlar en iyi bildikleriniz...En önemli nokta heycanlanmak, sevmek, ummak, titremek, yaşamak. Sanatçı olmadan önca insan olmak!'' Rodin'nin yaşamında kadınlar ve aşk büyük yer işgal eder.

1857-1859 yılları arasında Güzel Sanatlar Okulu'na girmeye çalışır; üç denemesinde de başarılı olamaz, okula kabul edilmez. Kendi öz çabasıyla heykel sanatına yönelir. 1862'de kız kardeşi Marie, sevgilisi Barnouvin tarafından tekedilmenin acısına dayanamayarak ölür. Rodin olaydan kötü etkilenir, kriz geçirir, rahip olmak için manastıra kapanır. Ama orada yaşamını sürdüremez, tekrar normal hayatına döner, heykeltıraşlık mesleğine sarılır. 1864 ilk atölyesini tutar ve yirmi yaşındaki Rose Beuvet'yle tanışır. Birlikte yaşamaya başlarlar. 1866 yılında bir oğuları dünyaya gelir. Buna rağmen Rodin, Rose'la evlenmez. 1871'de Rodin Belçika'ya gider, Rose ile bağlarını koparmaz. Rodin'den olma çocuğun bakımını Rose yüklenir. Rodin'in sanattaki yıldızı 1877'den sonra '' Tunç Çağı'' heykeliyle parlar. Daha sonraki ''Düşünen Adam'' heykelini yaptığında artık Fransa'nın ünlü bir heykeltıraşıdır.

Camille Claudel 1864'te Rodin'den yirmi dört yıl sonra Paris'te dünyaya gelir. Orta halli bir ailenin kızıdır.  Çocukluğunu çamurla oynayarak, çamurdan heykeller yapmaya çalışarak geçirir. Annesi, Camille'nin heykellerle ilgisinden hoşnut olmaz; ama babası destekler, teşvik eder. 1881'de ailesi Paris'e taşınır, Camille akademiye yazılır. Hayatını artık heykeltıraşlığa adamıştır. 1883'de kardeşi Paul'ün büstünü yapar, bu büst Rodin'le tanışmasını sağlar. Rodin, Camille'nin yetenekli olduğunu fark eder, onun öğretmeni olur. 1884 yılında Camille, Rodin'den bir hediye paketi alır; paketi açar, kendisinin Rodin tarafından yapılmış büstüyle karşılaşır. Rodin aşkın tohumunu böylece atar. 1885 yılında bir aşk doğmuştur. Rodin kırk beş, Camille yirmi bir yaşındadır. Camille hiç kimseye göstermeden gizlice sever Rodin'i. Rodin'de ondan farklı değildir; o da gizli bir aşk yeşamayı tercih eder; çünkü ortada bir Rose vardır, onunla da ilişkisi sürmektedir. Ancak Rodin- Rose ilişkisi aşktan çok ''vefa duygusuna'' dayanır. Rose, Rodin'in en zor günlerinde ona sahip çıkmış, yoksulluk içinde yaşamayı ve çocuklarına bamayı yüklenmiş fedakar bir kadındır. Rodi onu tamamen bırakmayı hiçbir şekilde düşünmez. 

Camille, Rose'nin varlığını bilmektedir; ancak ''ya o, ya ben'' mantığına göre davranmaz; bu ilişkiye ses çıkarmaz. Onun sorunu Rodin'le rahatça görüşebilmektir. Rodin, Camille'i kaybetmemek için ev kiralamaya karar verir; hem heykeltıraş atölyesi, hem gizli aşk yuvası olabilecek yer...
Rodin, '' Le Clas Payen'' isimli evi kiralar. Bu evi özel kılan ise Musset ve Geoge Sand'ın bu evde oturmuş olmalarıdır. Camille mutlu olur, Rodin'e kendisini zincirleyerek daha çok bağlanır; kendini Rodin'in karısı gibi görür, hayal eder. 

Rodin-Camille aşkı heycanla devam ederken, Rodin'in  evde olmadığı bir zamanda Rose çıkıp gelir. Rose, Rodin'in kendisini aldatmalarına hiç ses çıkarmamıştır. Camille, Rose için büyük  tehlikelidir.
Le Clas Payen'de büük bir kavga olur. Rodin olayın üzerine gelir; Camille'e değil, Rose sahip çıkar. Rose ile birlikte gider, bir sürede La Clas Payen'e uğramaz; Camille'yi arayıp sormaz. Tam bu sırada Camille hayatının ikinci darbesini yer; annesi tarafında evden kovulur. Artık kalbileceği tek yer La Clas Payen'dir.  Rodin olayı öğrendiğinde ''tedirginlik duyarak'' Camille'e destek çıkar; Rose onu evde beklemektedir. Rodin iki kadın arasında sıkışıp kalmıştır. Camille'i sevmektedir; fakat Rose'u bırakmak istemememektedir.

 1889'da Camille alçıdan yapılmış ''Sakuntala'' heykeliyle mansiyon ödülü kazanarak yetenekli heykeltıraş olduğunu göstermiştir. 1892 yılına kadar Camille, Rodin'in yanında fazla gözükmeden onu izler, aşkını sürdürür. Bu yıllarda yeni bir sorunla karşılaşır; Rodin'den hamile kalır. Çocuğu doğurmak için Islette Şatosu'na taşınır. Yalnızlıklar içinde hamilelik dönemi yaşar. Rodin yeterince yalnızlığını paylaşmaz; çocuk doğarken ölür; Camille için aşkta dönüm noktasıdır bu...1893'de Rodin'le ilişkisini askıya alır. Yoksulluk çekerek küçük bir atölye kurar. Güzel Sanatlar Akademisi üyeliğine kabul edilir. Akademi yöneticisi olan Rodin tekrar görüşmek ister ama Camille kabul etmez. 1896'da Rodin onu Cumhurbaşkanı ile tanıştırmak için sergiye çağırır. Camille'nin yanıtı şöyledir:

'' Mösyö Rodin, Beni Cumhurbaşkanı ile tanıştırmak üzere yaptığınız  nazik davete teşekkür ederim. Atölyemdem iki aydır dışarı çıkamadığım için bu vesileye uygun bir kıyafetim yok. Elbisem serginin özel açılışı için ancak yarın gelecek. Üstelik, mermerden küçük kadınların üzerinde çalışıyorum, bazı çatlamalar oldu, bütün gün onların üzerinde çalışmak zorundayım, yarın açılışa hazır olurlar umarım( eğer sergilenme zamanları geldiyse tabii). Beni bağışlayın ve iyi niyetime inanın. Teşekkürlerimle. Camille Claudel

Camille ne sergiye gider, ne de yaptığı eserleri gönderir. Merak nedeniyle akşam atölyesine gelenler Camille yerine kiralanmış kırmızı elbise bulurlar. 1905'te Camille'in açtığı segiden sonra durumu kötüleşir. Yaptığı heykellerden bir kısmını kırar, paranoid davranışlar gösterir. Korku ve kuşku krizlerine girer. Kimsenin bilmediği yerlere kaçar, saklanır. 1913 yılına kadar kadar kötü koşullarda yaşar. Rodin hayatının keyfini çıkartmaktan, yeni kadınlar bulmaktan geri kalmaz. ''Aşk kumar gibidir; ama bu kumarda en çok kadın kaybeder. Rodin aşklarını yaşarken Rose onu evde bekler. Rodin'de bu bekleyişin ödülü olarak onu terk etmez. Ocak 1917'de Rose ile evlenir; ama Rose mutluluğu yaşamadan on beş gün sonra ölür. Kasım 1917'de Rodin dünyay gözlerini yumar, Rose'nin yanına gömülür. Mezarlarının başına bir ''Düşünen Adam'' heykeli dikilir. Camille 1913'de kapatıldığı akıl hastanesinde korkunç günler yaşar. Oradan çıkmak için ailesine yazdığı mektupların hiçbir yararı olmaz. Camille akıl hastanesinde yaşadığı acılı hayatın, çaresizliğin, üzüntünün izlerini oradan ailesine, kardeşine gönderdiği mektuplarda kaleme alır.

'' Buradan bir an önce çıkmak istiyorum...Niyetin beni burada bırakmaksa, benim için dayanılmaz olduğunu bil!'' (...) ''Bana gelince burada yaşamaya devam etmek zorunda olduğum için öylesine üzgünüm ki! Canlı bir varlık bile değilim.'' (...) ''Benim yerim burası değil, beni bu ortamdan kurtarmak lazım; on dört yıllık böylesi bir yaşamdan sonra, avaz avaz özgürlük istiyorum.''
Camille otuz yıl akıl hastanesinde ölüce yaşar. Ekim 1943'te ölür. Yaşamında olduğu gibi öldüğünde de kimsesizdir. Kimsesizler mezarlığına gömülür. Mezarı kaybolur, bulunmaz... 

Alıntılar: Tarihin Silinmez Mürekkepli Aşkları

27 Kasım 2015 Cuma

İnsanlar Birbirlerinin Eserleridir

''Her yerde faydayı aramak vakar duygusuna sahip özgür kimselerin tutacağı yol değildir.''  der Aristotales. 

Her bireyin içselliğinde olan faydacı dürtüler, diğer bir deyişle insanlar çevrelerinde olup bitenleri bir bekleyiş çerçevesinde algılamak üzerine yapılandırılmış stereotip inançlar içinde yetiştirilir. Geleceği yordamlayabilmek için yaşamımızdaki geçmiş deneyimlerimiz yapılandırmakta ustalaştırılmaktayız. Çünkü yaşam içinde farklılıklarımızı ortaya çıkarmamız istenir, bizlerden...İnsanlar olarak temelde de tutucu eylemlere sahiplik edinimlerini kazanırız. Şöyle ki, geçmişimize döndüğümüzde bizleri şekillendiren insanların fiziksel farklı versiyonuyuz aslında.

''Eğer bir çocuk kötü davranışlarından ötürü cezalandırılır, iyiliğinden ötürü ödüllendirilirse bu durumda o sadece ödül için doğru davranacaktır; ve hayata atılıp da iyiliğin her zaman ödüllendirilmediğini, kötülüğün de cezalandırılmadığını gördüğünde sadece hayatta nasıl muvafak olabileceğini düşünen ve hangisini kendi yararına görürse buna göre doğru ya da yanlış davranan bir insan olacaktır.'' der Immanuel Kant. Çok yaygın olarak otoriter yapının egemen olduğu ailelerde, tüm kararları ebeveynler verir. Birçok konuda sayısız kural koyar.


Suçluluk duygusu, çocukluk evresinde korku denen duygunun doğasından çok şey barındırır kendi içinde; çünkü korku, belirsizlikler içinde zihinlere ekilir. Oysa insanlar evrensel eğilimlere yönelik yetilerle varlık olgusu üzerine yaratılmış aidiyetleri vardır. İnsanda doğuştan gelen (acıkma, ağlama, isteklerini dile getirme vs...) gibi evrensel olgulardan ayıran ise her varlığı kendi gibi olma ya da olmaya zorlamalarla telakki etmeye ve her nesneye aşinalık duyduklarını, yakından tanıdıkları özellikleri kendilerine atfederler.

Rogers'a göre benlik kavramımızla tutarsızlık gösteren organizmik deneyimlerimiz toplumsallık içinde kaygıya, kaygıda ''inkar'' ya da ''çarpıtma olarak savunmaya geçtiğimizi savunur.  Birçoğumuz dışsal standartları benimseyerek onların bize ait olmadığını inkara gideriz. Aslında her insan ortaya çıkması halinde önem verdikleri kişiler tarafından onaylanmayacağı hatta reddedileceğini çocukluk evresinde ''ödül-ceza'' döneminde kazanmıştır. 

İnsanlar bu düşüncelerin ve isteklerini dışa vurmak ya da kabul etmek yerine çarpıtarak bilinçlerinden uzaklaştırmaya çalışırlar. Sonuç olarak evrensellik üzerine donatılmış insan kendisiyle, kendi gerçek duygu ve özelliklerinden bağlarını koparır. Oysa  ''ödül-ceza'' yerine koşulsuz olumlu saygı-sevgi gördüğünde insan (çocuk) ne yaparsa yapsın kabul göreceğini ve sevildiğini bildiği için olumsuz yönlerini inkara gitme ihtiyacı duymayacaktır. Bu yüzden anne- babalar çocuklarının yaptıkları davranışları onaylamasalar da onları her zaman sevilebileceğini ve kabul edileceğini hissettirebilmelidir. Toplum içinde karşılaştığımız, iletişim kurduğumuz her birey içinde geçerli bir olgudur. 
Marx'ın bilinen söylemlerinden biri tekrar ettiğim için şimdiden özür diliyorum!

Marx, "Asacağımız son kapitalist, muhtemelen bize asma halatını satan kişi olacaktır."sözüne atıf yaparak. Kapitalizm bireyi daha ailede ''ödül-ceza'' başarılar, istekler, metalar üzerinden çağrışımlar öğrenerek büyüdüğü evreni olduğunu var sayarsak...  Sistem dizaynı içinde faydacılık üzerine güdülenmiş bireyler olarak son kapitalist dünyada yine kendimiz olmuyor muyuz...Ya da yetiştirilmiyor muyuz... Kapitalizm, birbirine benzeyenlerin hekimidir.

Hobbes'in dediği gibi "İnsan,  insanın kurdudur."




26 Kasım 2015 Perşembe

''Ruh Bir Dayanak Olmaktan Çıkınca Özgürleşir Ancak''

Franz Kafka, '' Ruh, bir dayanak olmaktan çıkınca özgürleşir ancak. Dönüp dolaşıp kendini zarara uğratacak şeyleri kim ister? Bunu isteyen insanlara rastlanıyorsa, hatta her insanda durum biraz gözüküyorsa, bunun nedeni, insanın iki kişiden birinin kendisi için yararlı olanı isterken, eyleme geçmek için yarı düşüncesine başvurulan ötekine zarar vermesidir. Karara varırken değil, henüz en başta ikincinin yarı-düşüncesine değer verilirse, karar konusu olacak istekte silinip gidecek.''der.

İşte, insanların gerçekliğinin korkusu bu olmalı ki; Çürük bir elma kokusu yayıldı o an gökyüzünden... Rengi yok, tadı yok! Sadece çürük bir koku yayıldı yeryüzüne...
Hiçbir şey yaşamın kanıtı da değildi, çünkü milyonlarca isimsiz insan vardır. Son nefesini veren için yerine hayatı soluyacak isimsizler de sıradadır. Sıralamada kaçıncı olduğunu biliyor mu, insan?
Hayır! Onu da bilmiyor.

Dostoyevski: "Her şeyin farkında olmak tam bir hastalık" der. Zira dünya, toplum yahut tek tek bireyler ve bunların getirdiği sonsuz karmaşa. Sayısız hırs,acımasız rekabet;meta düşkünlüğü.. Bütün bunların getirdiği, şekillendirdiği, adeta silip yeniden var ettiği korkunç bir dünya...

 Bu dünyanın tam ortasında kalakalmak... Ve bu muazzam kargaşaya cılız kelimelerle itiraz etmek! İsimsiz insan olmayı kabul etmemek yaşamdır. Franz Kafka, ''Kendini insanlığa bırak sına. Şüphe edenin şüphesini, inananın inancı besler.'' der aforizmaların da. 
 Evet, anlamadığını, anladığında büyür insanlar. İnsanlığın sömürgecilik mirasının geniş boyutlarda ölüme ve yıkıma yol açması gibi, ötekini yok ettiğini unutulabilir mi...Muhafazakarlar, liberaller ve şirket kültürü taraftarları tarafından sürekli demokratik bir toplumsallık, bireysel haklar ve sosyal açılımlar sağlamak ve meşrulaştırmak adına  kaygılarını üzerimize yıkarlar. Bir yerde de, öfkelerin zeminini yaratan en çiğ alanları ortadan kaldırmaya kalkışan sistem içindekiler de ''ahmaklar'' olarak tasvir edilirler. En çarpıcı ve açık bir şekilde  sistemin karşıtlığına Dostoyevski şöyle cevap verir:

''Nasıl yaşadığıma gelince, sizin kendi yaşamınızda yarıda bıraktığınız şeyleri ben sonuna kadar götürdüm. Üstelik siz ödlekliğinizi ölçülü davranış sayarak kendi kendinizi aldatıp avunuyorsunuz. Bu duruma göre, ben sizden daha canlı bir insan olmuyor muyum?''der.

Çünkü bireysellik asla insanlara kafi gelmez. Varoluşmakta olan karakterler ve insanların çarpıp durduğu, aslında orada olmayan farkındasızlıklar örter ruhları...
Oysa kalabalıklar içinde içinde yaşamak ruhu boğar.  Çünkü insanları en çok suçtan arınmışlık tedirgin eder. Vicdanları susmuştur, kendileriyle baş başa kalmakta ürkütür, onları...Bedenleri soğuk bir kafes, ruhları ise sarmaşık ölümdür kalabalıklar içinde. Dolanır ruh dolanabildiği kadar ama nafile. Ne kafesin içine girebilir, ne de dolanabilir yeryüzünde...

25 Kasım 2015 Çarşamba

''Ölmek Sevmekten Daha Kolaydır''

Elsa Triolet, Rus asıllı Fransız romancı. Moskova'da 1896 yılında doğmuştur. Romanlarında toplumsal konuları işler. 1944 yılında Fransız edebiyetının önemli ödülü Goncourt'u alır.
Başlıca eserleri: Avignon Aşıkları, Mayakvoski, Bin Pişmanlık Naylon, Ruh, Yabancıların Randevusu, Veresiye Güller ve Beyaz At,  eserleri arasındadır. 

Elsa Triolet, hayatında aldığı yaralar nedeniyle her şeye sorgulayıcı gözle bakar. Sanata da taraflı gözle bakar. Ve şöyle der: '' Bir sanatçı her türlü sömürenin, baskının ve geriliğin düşmanı değilse gericidir.'' Bu nedenle yazarın açık dille, yalın yazmasını savunur. Yazılanları sıradan insan anlamalıdır. Kendi üslup anlayışını şu sözlerle özetler:
'' Açık seçik yazıyorum. Hemen ayrımına varılacak olanın içinde kalıyorum'' der. Triolet, yazmanın eylemine aynı zamanda kattığı sözcükler basit  gibi görünse de sade bir felsefe dilini de yansıtır: '' Üslup yazılan şeyin giysisi değil, derisidir; onu çıkarmak yazıyı soymak değil, derisini yüzmektir'' der. Hemen daha basite indirerek, '' Halk yazarı, eskinin büyücüsü gibi hastaları, cinlerin ellerinden kurtaran ya da bugünün psikanalisti gibi kütleyi sebebini bimediği acılardan kurtarmaya çalışan kimsedir.''

Elsa Triolet'in hayatı Rus şair Mayakovski ile kesişmesiyle değişime uğrar. Kim bilir? Belki de bu nedenle toplumsal romanlara imza atmıştır...

On yedi yaşında olan Triolet'le 1913 yılında Mayakovski tanışırlar. Büyük bir aşk başlamıştır. Triolet'in büyük kız kardeşi Lili Brik'le, Mayakovski ile 1915 yılında karşılaşırlar. Bu büyük aşkın bitişinin ayak sesleridir. O sırada büyük kız kardeşi Lili Brik 1912'de Ossip Brik'le evlenmiş ve yaşamaktadır.  Elsa Triolet, Mayakovski ile birlikte Lili- Ossip'in evine gelir. Dört kişinin bulunduğu odada Mayakovski gözlerini Lili'ye dalgın dalgın dikerek ünlü eseri, '' Pantolonlu Bulut'' şiirini okumaya başlar:
''Umurumda mı benim
Ha yüreğim demirden olmuş,
Ha tunçtan olmuş bedenim.
Boğulmak isteniyor gümbürdeyişi
dişi
ve yumşak olanla gece''

ve şiir bittiğinde Mayakovski sayıklar gibi okuduğu coşkulu şiir üç kişinin hayranlık bakan gözleri önünde Lili'nin yanına gider, '' Bu şiiri size adayabilir miyim?'' diye sorar ve yanıtı beklemeden şiir defterini açıp ''Pantolonlu Bulut'' şiirinin başına yazar: Lili Brik'e...

Mayakovski'nin gözlerindeki aşkı üç kişide görür. Elsa'nın kendisi; Ossip'in, Lili'yi kıskanabileceğini düşünmez. Elsa, ara vermeden duygularındaki kıskançlık ve çelişkiyi Mayakovski'ye mektubunda ifade eder: '' Ne yazık, bana öyle geliyor, siz hala bir yabancısınız  ve ben sizin için hiç de önemli değilim... İnanmak güç ama  şimdi öyle işte. Lili'yle ortak bir dostluğumuz yok.''  Elsa için ayrılık çanları çalmaktadır. Elsa, Fransız süvari subayı Andre Triolet ile evlenir, fakat sonra boşanır. 1928 yılında  Fransız yazar Louis Aragon ile tanışır.  O dönemde de Aragon hayattan bıkmıştır. Elsa ile karşılaştığında kendi durumun-duygusunu şu dizelerle ifade eder:

''Beni bulduğun o gece çam deviren bir söz gibiydim
Geceleri ahırlarda geçiren bir serseri
Bir köpektim tasmasında sahibin adı yazılı
Öfke ve gürültülerle dolu başka çağların adamı.''

Elsa, Aragon için hayata başlamanın anlamı olur.
Aragon bunu itiraf eder:
''Hayatım ancak seninle başlıyor.'' der

Kırk iki yıl birlikte sanatta üreterek yaşarlar. Elsa kendi adına yazılmış şiirleri duyarak ölür.
'' Bir büyük sır söyleyeceğim sana
Beceremem ben sana benzer zamandan söz etmeyi
Senden söz etmeyi beceremem ben
İnsanlar vardır hani istasyonlarda
El sallayan tren kalktıktan sonra
Yeni ağırlığıyla gözyaşlarının
Kolları yana düşer onlara benzerim ben''
Mayakovski'nin acısını, romanlarında hissedersiniz.

Alıntılar: Elsa Triolet, Kara Fabror Volodja
Vlademir  Mayakovski, Mektuplar, Berfin, 1997

24 Kasım 2015 Salı

"Herkes kendi zayıflıklarını bildiği için kimse bir diğerine güvenmez."

Bizden önce var olan her insan bizler için bir beyaz adamdır. Aslında dünyaya gelen her birey de bir yerli! Papalangi denince beyazlar ya da yabancılar anlaşılır. Ama '' göğü delen'' anlamına gelir. Samoa'ya ilk misyoner yelkenliyle gelmişti. Yerliler bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüler, beyaz adamın içinde çıkıp geldiği bir delik. O göğü delip geçmişti. ''Papalagi'yi okumak yetmez. Bizim içimizde küllenmiş olan duygularımızı yeniden canlandırmayı da öğrenmemiz gerek.'' 

Avrupa’nın masumiyetini yıkan kötü ruhu temsil ettiğini düşünen kabile reisi tuiavii, bizlere hiçbir zaman sahip olamayacağımız bir bakış açısıyla kendimizi anlatır. kendimize hiçbir zaman tutmaya cesaret edemeyeceğimiz açıdan bir çeşit ayna tutar ve saf bir üslupla düşüncelerini dile getirir. 

Bizim unuttuğumuz ritüel hayatın içinde bizi hatırlatan sözleri can alıcıdır:

'Birçok beyaz adam, başkalarının kendisi için kazandığı paraları üst üste yığdıktan sonra bunları çok iyi korunan bir yere getirir. Sonradan da üstüne ekler durur. Günün birinde öyle bir an gelir ki kimsenin çalışmasına gerek kalmaz'' (...) ''Şimdi, ne diyelim ki birinin çok parası var; hem öyle çok ki yüzlerce, binlerce kişi bu parayla işlerini yoluna koyabilir. Ama bu paradan zırnık koklatmaz.Oturur ağır kağıtların üstüne, kollarını sarar yuvarlak metallere, gözlerinde hırs ve zevk parıtılarıyla bakınır durur.'' Sonrasında da can alıcı sorusuyla devam eder.  'Bu kadar çok parayı ne yapacaksın?'' diye soracak olsan'' der. ''Bu dünyada giyinmekten, açlığını ve susuzluğunu bastırmaktan başka ne istersin?'' desen, söyleyecek söz bulamaz ya da 'daha çok istiyorum, daha çok, daha çok,'der. Böylece paranın hasta ettiğini, bütün duyularını ele geçirdiğini anlarsın.''der (sayf. 39-40)
Para ve kötülük kavramını birbiriyle bağdaştıran ve parayı beyaz adamın tanrısı yapan Tuiavi, “kötülüğü ve beyazların korkusunu tanımamış olmanın mutluluğunu hissedin.” diyerek beyaz adama olan bakışını çok net yansıtmıştır.
Beyaz adamın hiçbir zaman vazgeçemediği “şey”leri vardır ve çok anlamsızdırlar Tuavi’ye göre. beyaz adamsa yerlileri hiçbir şeyleri olmadığı için zavallı görür ama yerlilerin o şeylere ihtiyacı zaten yoktur, çünkü şeyler insanın yaptıklarıdır ve yaratıcı'nın yarattıklarıyla ile boy ölçüşemezler. beyaz adamın, şeyleri icat ettiği için kendini tanrı gibi görmeye başladığını düşünür. Tuiavi’ye göre beyaz adamın kentleri bomboş el gibi çorak olduğu için o “şey”lere sarılır ve onlarla avunur. ona göre insan çok fazla 'şey'e gereksinim duyuyorsa, bu büyük bir yoksulluğun göstergesidir ve beyaz adam çok yoksuldur. 
papalagi, yalancı yaşamlar mekanına gitmeyi ve gerçek hayattan uzaklaşmayı sürü gibi görürken, yine ona göre gazete tüm insanları tek bir kafa haline getirmeye ve tüm insanların kafalarını ve düşüncelerini ele geçirmeye çalışır. kitabı okurken aklıma ilk gelen şey, anlatımın sanki büyümüş de küçülmüş şeklinde tasvir edebileceğimiz saf dil betimlemelerle dolu olması.. Benzetmelerdeki mantık örgüsü kimi zaman “acaba gerçekten mi?” diye düşündürürken bazen hafif bir tebessümle bazen de düşünceli bir tavırla “evet sanırım öyle” cevabını vermenizi ve bambaşka bir açıdan hayatımıza ve genel olarak yaşamın anlamına biraz daha düşünerek bakmamızı sağlamak...

 Hayat insanları, soğuk kayıtsızlık içinde bir yaşam sunmakta , zaman ise hepimizin kendi maskelerini bir bir çekip  alıyor...zamanla... Fakat bazılarımız hep aynı maskeyi kullanırız, zaman yıpratır, kirletir maskelerimizi. Kendine tutumlu kimselerizdir aslında da...Bir kısmımız geleceklerine saklarlar tutum maskelerini; bir kısmımız da var ki yorulmadan maske değiştirir yorulmacasına, ama yaşlandıkça da anlarız ki bir sonuncu maske kalmıştır ellerimizde ,ve bu son maskedir

Kapital sistemde nasıl uyum içinde yaşadığımıza ikinci bir gözle  baktırırken; kendini  farklı açılardan görmek isteyenlere Erich Scheurmann'nın'' Göğü Delen Adam'' eserini nacizane öneririm.



23 Kasım 2015 Pazartesi

Özlem, birşeyi '' yanlış yere koymak''tı.

''İnsan, insanı hakkında bir yargıda bulunamadığı sürece sever, yüceltir. Özlem, eksik tanımanın bir sonucudur.'' der Thomas MANN

Özlem, birşeyi '' yanlış yere koymak'', aslında o şeyi nereye koyduğumuzu unutmak anlamına gelir. Ya da ''yerine konulanı unutma'', yeri değiştirilmiş olanların bulunma koşulları nedeniyle ilgimizi çeker. Bir şeyin yerini değiştirmenin asıl sebebi oradan ayrıldıktan sonra aradığınızı bulmamanın tuhaf keskin kokusudur, ruhunuzdaki.... Oysa güncel hayatta çalışırken kendimizi bile özler hale geliyoruz ve hatta unutabiliyoruz.. Sabahleyin akşama kadar neler yapacaklarımız konusunda bir şeylerin niyetine gireriz. Bütün gün hatırlayabiliriz. Oysa bu niyetimizi sürekli aklımızda tutmak zorunda değiliz de. Tutmak zorunda bırakan toplumsal görevler ile kabul edilmememiş içsel tahminler arasında mücadele vermemizden kaynaklanır.

Her hangi bir nesnel düşünme yoluyla değil ama içselliğin sonsuz tutkusuyla insan (özne) hayatı boyunca neye sahip olmaya çalışır? İnsan olarak masumiyet halimizi kaybetmedeki halimizde nesnel olmaya başladığımızı anlamamak olabilir mi? Eğer bir insan ''yanlış yere koymak''la özlemin ölümsüzlüğünü nesnel bağlamlara bağlar ve bir başkası da sonsuzluk tutkusunu özlem belirsizliğine bağlarsa; her iki yanda da aynı eşit bulunma içinde varolan kişiler için yaşam dengesi söz konusu olması mümkün müdür? Nesnel olarak, soru yalnızca düşünmenin katagorileri hakkındadır ki... öznel olarak, özlem de, yargı da  öznenin içselliğindedir... 

Toplumsallık içinde öznel olabilen ya da olabilmek isteyen yargı veremiyor, bildiremiyorsa... yaşamın hangi alanında çocukluktan başlayarak  hangi konuda kendi içsel özlemimiz adına yargıya varabiliyoruz? Yargıya vardığımızın  düşünme becerisi sistemi içinde yetiştirilmedik mi? İnsanı ön plana alan, insanı yücelten ancak kapitalist sistemde varlığını sürdürmeye çalışan sayısızca işletme var. Burada işletmeden kasıt toplumun içindeki insan işletim sistemidir.  Toplumların salt ideolojilerinin varolmak için kullandığı özneler. İnsanlar için hayatlarının geçmişini en baştan başlayarak  hatırlamak ürkütücü gelmiştir. Özlemi ''yanlış yere koymak'' , '' yerine konulanı unutmak'' eylemini bilinçsizce tekrar eder durur. Bu nedenle insanlık hep gelecek tutkusuyla beslenmiş ya da sonsuzluk tutkusunu özlem belirsizliğiyle örtmeye çalışmıştır. Şüphesiz, bu ikilem içinde olmaktan öğrendiğimiz şeyleri nasıl anlamamız gerektiğidir.
''Nasıl olur da insan kendine uygun gördüğü rol uğruna, kendini ortadan kaldırır?'' der Simone de Beauvoir

                                                                          

22 Kasım 2015 Pazar

''SAVAŞA KARŞI SAVAŞMAK GEREKİR''


 "O zamandan bu yana yaptığı tek şey, yenilmiş olduğunu hatırlatan bir sahneye dönüp bakmaktı" der Jonathan Franzen. Günümüzde ise herkes yazar ve şair sosyal medyanın da sağladığı kolaylıkta bir teknoloji devrimi yaşıyoruz. Kötü bir yazar olmaktansa iyi bir okur olmanın nasıl bir ihtiyaç olduğunu Borges," Bazıları yazdıkları ile övünebilir. Ben ise okuduklarımla gurur duyuyorum." sözleriyle hatırlatır.


Edebiyatın mızmızlara, nazeninlere ait bir alan olmadığının en güzel kanıtını ise Zweig'in derin duygulu kelimeleridir. Sert bir yumruk, hatta surata atılmış bir tekme gibidir adeta. 

STEFAN ZWEİG Avusturyalı romancı, öykücü, araştırmacı, oyun yazarı ve şair. Tarih, psikoloji üzerine eğitim görür. Tolstoy, Nietzche, Balzac, Dostoyevski, Baudelaire üzerine yaptığı psikolojik içerikli incelemeler onun tanınmasını sağlar. Duygulu bir  kişiliği Zweig savaşa kaşıtı, barış yanlısıdır. Şu sözü onun ne kadar barışçıl olduğunu ortaya koyar. '' Savaşa karşı savaşmak gerek'' diyerek insanın, insancıl yönüne dikkat çekmek ister. Faşizm'den nefret eder.

Maksim Gorki'nin yakın dostudur. Hitler döneminde kitapları meydanlarda yakılır. Eserleri arasında Duygu Karmaşası, Yıldızın Parladığı Anlar, Bir Satranç Öyküsü, Kalbin Sabırsızlığı, Masalımsı Bir Gece ve Vicdan Zorbalığa Karşı eserleri önemli yer tutar.
Masalımsı Bir Gece adlı öyküsünde, 1914 yılında savaşta ölecek bir subayı konuşturarak kendi tutumunu anlatmaya çalışır:

'' Ben şimdi sizlerden değilim, bundan böyle sizin değilim. Şimdi ben sizin dışınızda, yükseklerde, ya da çukurda yerdeyim. Fakat sizlerin burjuva rahatlığınızın dümdüz kumsalında da değilim artık, değilim. İnsanda iyiye  ve kötüye karşı duyulan arzuları ilk kez hissettim; fakat sizler nerede bulunmuş olduğumu hiçbir zaman duyamıyacaksınız, beni hiçbir zaman tanıyamıyacaksınız. Ey insanlar, siz benim sırrımdan ne bilirsiniz'' kaleme alır.



Bu öykünün bitiş cümleleri insanlığa bırakılmış tarihsel önemli mirastır:
''Kendi benliğini bulan kimse şu dünyada hiçbir şey yitirmez. Kendi içindeki insanı tanımış olan bütün insanları da tanır.'' cümlesiyle kendini anlatır.

Üç Büyük Usta eserinde, ''Yol karanlıktır, insan içinden tutku ve hakikat aşkı ile yanmalıdır, yanlış yollara sapmamak için: Onunkine girmeye kalkmadan önce kendi derinliğimizi baştan sona dolaşmalıyız. O haberciler göndermez, sadece deneyim bizi Dostoyevski’ye götürür. Ve onun şahitleri yoktur, bedeninde ve zihninde sanatçının şu üç mistik biriminden başka: Yüzü, kaderi ve eseri.'' etkilendiği edebiyat ustalarını yüceltir.

Zweig, acı çeken insanın ruh halini belki de en iyi aktarmış olan yazar. Yaşadığı dönemin izlerini  kalemine o kadar yansıtmıştır ki, eserlerinde anlatılan olayların karakterlerin arka planında koskoca bir dünyanın birbirleri ile uğraştığını, kan döktüğünü hissedebilirsiniz. Zweig betimleme konusunda bir ustadır. Bu ustalığını mekan, çevre üzerinde kullanmaktan ziyade duygular ve karakterler üzerinde kullanır. Belki de bu yüzden çok fazla karşılaşamayacağınız kadar derinlikte insanlar tanırsınız Zweig'in iç dünyanıza yaptırdığı yolculukta.Acıma ve merhamet duygusu yoksa, acı çeken birey tamir edilmesi gereken bir makineye, iyileşmek zorunda olan bir nesneye dönüşür. Okumaya karşı savaş açmanın yollarını bulma umuduyla...

Alıntılar: Masalımsı Bir Öykü
Üç Büyük Usta,  Balzac – Dickens – Dostoyevski...

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...