16 Haziran 2024 Pazar

Marx ve Tüketim

Bu yazımda Karl Marx'ı masaya davet ederek kapitalist üretim ve tüketim düzenine odaklanalım mı?

 Marx'ın perspektifinden bakıldığında, kapitalizmin temel sorunu sadece emek sömürüsü değil, aynı zamanda insanların kendi potansiyellerini gerçekleştirmelerinin imkansızlığıdır. Kapitalist sistemde emeği satan işçi, ürettiği şeylerde kendini tanıyamaz hale gelir; bu da Marx'ın yabancılaşma olarak adlandırdığı insanlık onurunun kaybedilmesi sürecidir.

Kapitalizm sadece üretim araçlarının özel mülkiyetini ve üretim sürecinin nasıl organize edileceğini belirleme yeteneğini içermez, aynı zamanda işgücünün de bir meta olarak muamele görmesini sağlar. Artık bir ustamız yok, onu bulmak ve işverenleri tatmin etmek için kendimizi meta haline getirmemiz gerekiyor. Eğer insan ilişkilerini nesnelere genişletme yeteneğimiz olsaydı, kapitalizm piyasa mantığını tüm kültürel ilişkilere uygulardı; eğitimden din ve aşka, boş zaman aktivitelerine kadar her şey ticarileştirilirdi.

Bugün, "tüketim kültürü" denilen noktaya geldik. Her türlü insan ilişkisi, bir değişim objesi haline getirilebiliyor. Bu durum, kapitalizmin yaygınlaştığı ve her yönüyle hayatımıza nüfuz ettiği anlamına gelir. Ancak bir şeyi tam anlamıyla satmak için, alıcıların tam tatmini ve sahiplenme hazzı arayışında olmaları gerekir. Bu da, Hegel'in terminolojisiyle ifade edecek olursak, bir efendi tarafından gerçekleştirilir.

Marx'ın analizi, kapitalizmin insanların doğal ve insani ilişkilerini nasıl metalaştırdığını ve insanların yaşamlarını nasıl biçimlendirdiğini derinlemesine açıklar. Kapitalizm, insanın kendini ve ilişkilerini ticari bir değer biçisi içine sokarak, insanın insan üzerindeki egemenliğini kaybetmesine yol açar. Bu bakış açısıyla, günümüz tüketim odaklı kültürü ve kapitalist düzenin eleştirisi de Marx'ın çözümlemeleri ışığında daha net anlaşılır.

İYİ KÖTÜ

Sorumluluk ve suçluluk kavramları, insan deneyiminde derin izler bırakan, hem ahlaki hem de psikolojik boyutları olan önemli konulardır. Bu kavramlar, eylemlerimizin sonuçlarından nasıl sorumlu hissettiğimizi ve bu hissin nasıl şekillendiğini anlamamıza yardımcı olur. Sigmund Freud'un psikanalitik yaklaşımı, bu konuda önemli bir ışık tutar. Onun id, ego ve süperego kavramları, insanın içsel dürtülerinden bilinç düzeyindeki uyum sürecine ve ahlaki değerlerin temsilcisine kadar uzanan bir yelpazeyi kapsar.

Ego, bilinçli benlik olarak işlev görürken, süperego toplumsal ve ahlaki normların içselleştirilmiş temsilcisidir. Freud'a göre, bu içsel yapılar, insanın vicdani muhakeme süreçlerinde kritik bir rol oynar ve eylemlerimizin ardındaki motivasyonları belirler. Ego'nun gerçeklik ilkesine uyum sağlaması, süperego'nun ise ahlaki değerlerin temsilcisi olarak işlev görmesi, bireyin sorumluluk duygusunu derinlemesine etkiler.

Ancak, sorumluluk duygusu sadece kendi eylemlerimizden değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde de şekillenir. Toplumsal sorumluluk duygusu, bireylerin birbirine ve topluma karşı olan sorumluluklarını tanımlar. Örneğin, toplum içindeki haksızlıklara sessiz kalmak veya bu haksızlıklara karşı çıkmak arasındaki fark, bireylerin ahlaki vicdanlarını ve toplumsal sorumluluklarını nasıl algıladığını gösterir.

F. Nietzsche'nin düşünceleri ise ahlaki değerlerin ve iyilik-kötülük kavramlarının göreceli ve değişken olduğunu vurgular. Nietzsche'ye göre, "iyi" ve "kötü" kavramları, güç dinamikleri ve toplumsal değerler tarafından belirlenir ve zaman içinde dönüşebilir. Bu perspektif, ahlaki değerlerin ve dolayısıyla sorumluluk ve suçluluğun kültürel ve tarihsel bağlamlardaki değişkenliğini anlamamıza yardımcı olur.

Freud'un ve Nietzsche'nin teorileri, sorumluluk ve suçluluk duygularını anlamamıza yardımcı olurken, bu kavramların evrimsel ve kültürel bağlamlardaki değişkenliğini de göz önünde bulundurmamız gerektiğini hatırlatır. İnsanın kendine ve diğerlerine karşı duyduğu sorumluluk duygusu, hem bireysel gelişimin hem de toplumsal düzenin temel yapı taşlarından biridir.

Sonuç olarak, psikanalitik teori ve felsefe, insanın içsel dünyasının karmaşıklığını keşfetmemizde ve toplumsal ilişkilerimizi daha iyi anlamamızda kritik bir rol oynar. 

Michel Foucault: Modern Dünyanın Eleştirmeni

 

Michel Foucault, 20. yüzyılın en etkili düşünürlerinden biri olarak kabul edilir. Fransız filozof, tarihçi, psikolog ve sosyal teorist olarak, iktidar, bilgi ve toplumsal yapıların analizleriyle tanınır. Foucault’nun çalışmaları, disiplin ve cezalandırma sistemlerinden cinsellik ve deliliğe kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. İşte Foucault’nun hayatı ve düşünceleri hakkında daha geniş bilgi:

Hayatı ve Eğitimi

Michel Foucault, 15 Ekim 1926'da Poitiers, Fransa'da doğdu. Ailesi, üst orta sınıfa mensuptu ve babası bir cerrahtı. Foucault, eğitimine Paris'teki Lycée Henri-IV'de başladı ve ardından École Normale Supérieure'de (ENS) felsefe eğitimi aldı. ENS’de, Jean Hyppolite ve Louis Althusser gibi önemli düşünürlerin öğrencisi oldu.

Akademik Kariyer ve Çalışmaları

Foucault'nun akademik kariyeri, 1950'lerde Lille Üniversitesi'nde psikoloji ve felsefe dersleri vermesiyle başladı. 1960'ların başında, Foucault, "Kelimeler ve Şeyler" ve "Hapishanenin Doğuşu" gibi önemli eserlerini yazmaya başladı.

Deliliğin Tarihi (Histoire de la folie à l'âge classique): Foucault'nun ilk büyük eseri olan bu kitap, toplumun deliliği nasıl algıladığını ve delilerin nasıl muamele gördüğünü inceler. Foucault, deliliğin tarih boyunca nasıl değiştiğini ve toplumsal normlar tarafından nasıl şekillendirildiğini gösterir.

Kelimeler ve Şeyler (Les Mots et les Choses): Bu eser, insan bilimlerinin doğuşunu ve gelişimini ele alır. Foucault, bilgi sistemlerinin tarih boyunca nasıl değiştiğini ve bu değişimlerin toplumsal yapılar üzerindeki etkilerini inceler.

Disiplin ve Ceza (Surveiller et Punir): Bu kitap, modern ceza sistemlerinin doğuşunu ve disiplin toplumlarının oluşumunu inceler. Foucault, hapishanelerin, okulların, hastanelerin ve diğer kurumların nasıl bireyleri disipline ettiğini ve kontrol altına aldığını açıklar.

Cinselliğin Tarihi (Histoire de la sexualité): Foucault’nun üç ciltlik bu eseri, Batı toplumlarında cinselliğin nasıl bir bilgi nesnesi haline geldiğini ve nasıl düzenlendiğini araştırır. Cinsellik, iktidar ilişkilerinin ve toplumsal normların bir yansıması olarak ele alınır.

Foucault’nun İktidar ve Bilgi Anlayışı

Foucault’nun düşüncesinin merkezinde, iktidar ve bilgi arasındaki ilişki yer alır. Foucault, iktidarın sadece baskı ve zorbalık yoluyla değil, bilgi ve söylemler aracılığıyla da işlediğini savunur. Ona göre, bilgi iktidarın bir aracıdır ve bilgi üretimi, iktidarın toplumsal yapıların her seviyesine nüfuz etmesini sağlar.

Biyopolitika: Foucault, biyopolitika kavramını geliştirerek, modern devletlerin bireylerin biyolojik yaşamlarını nasıl yönettiğini ve kontrol ettiğini inceler. Devletler, nüfusun sağlığını, doğum oranlarını, yaşam süresini ve diğer biyolojik özelliklerini düzenleyerek iktidarlarını pekiştirirler.

Disiplin Toplumları: Foucault, modern toplumları “disiplin toplumları” olarak tanımlar. Bu toplumlarda, bireyler çeşitli kurumlar (hapishaneler, okullar, hastaneler vb.) aracılığıyla sürekli olarak gözetim altında tutulur ve disipline edilir. Disiplin, bireylerin davranışlarını düzenleyen ve normlara uygun hale getiren bir iktidar biçimidir.

Foucault’nun Geç Dönem Çalışmaları

1980'lerin başında, Foucault'nun çalışmaları önemli bir dönüşüm geçirdi. Bu dönemde, daha çok bireyin kendisiyle ve başkalarıyla ilişkilerini nasıl düzenlediği üzerine yoğunlaştı.

Kendi Kendine İlgilenme (Epimeleia Heautou): Foucault, antik Yunan ve Roma felsefelerinde önemli bir yer tutan “kendi kendine ilgilenme” kavramını incelemeye başladı. Bireyin kendini tanıması ve kendine özen göstermesi gerektiğini savunan bu yaklaşım, Foucault'nun modern bireyin etik ve ruhsal gelişimi hakkındaki düşüncelerini şekillendirdi.

Öznenin Yorumbilgisi (La hermenéutica del sujeto): Foucault, 1982 yılında Collège de France’ta verdiği derslerde, öznenin kendisiyle ilgilenme pratiğini ve bu pratiğin bireyin hakikate ulaşmasındaki rolünü inceledi. Bu dersler, bireyin kendini sürekli olarak sorgulaması ve dönüştürmesi gerektiği fikrini vurgular.

Foucault’nun Mirası

Michel Foucault, 25 Haziran 1984'te AIDS nedeniyle Paris'te hayatını kaybetti. Ancak, düşünceleri ve eserleri, günümüzde de geniş bir etki alanına sahiptir. Foucault'nun iktidar, bilgi ve birey arasındaki ilişkilere dair analizleri, sosyal bilimler, felsefe, tarih ve siyaset bilimi gibi birçok alanda önemli bir referans noktası olmaya devam ediyor. Foucault, eleştirel düşüncenin ve toplumsal yapıları sorgulamanın önemini vurgulayan çalışmalarıyla, modern dünyayı anlamamıza yardımcı olan bir düşünür olarak hatırlanıyor.

9 Haziran 2024 Pazar

Bu Bir Boşluk

 O, soğuk bir kış masalının sona erdirecek milenyumu büyük bir merakla bekliyordu. Sanki milenyum geldiğinde, her şey düzelecek ve yeniden doğmuş gibi hissedecekti. Ancak içindeki kırıklıklar, dağların en derin yerlerine kadar işlemişti ve ne yapılırsa yapılsın, artık geri dönülemez bir noktaya gelmişti. Kırılmıştı ve dağların tüm bakırları onu tekrar bir araya getiremezdi.

Karanlık, köyünü sarmıştı, umudu getiren kişi bile bu karanlık tarafından yutulmuş gibi görünüyordu. O, sadece bir arkadaş değil, aynı zamanda bir kurtarıcıydı; dizeleriyle, sözleriyle çamurdan bir testi gibi şekillendirir, hayata anlam katar ve ruhlara ilham verirdi. Ama şimdi, o yoktu. Gidişinin nedeni ölüm değildi, asla buna cüret edemezdi, ancak deniz ürünü dağlarının parçalanmasını izlemek istemiyordu. Gitti. Ruhunda derin bir kırıklık hissediyordu ve daha fazla parçalanma günlerini görmek istemiyordu. "Sonra tekrar görüşürüz," dedi ve karanlık adasını döven dalgaların arasında kayboldu.

O an zihninde bir vizyon, bir rüya belirdi; özlemekle ilgiliydi. Ama biliyordu ki, bu hissettiklerinin ötesinde bir şey vardı. Ömrünce paylaştığı izler gibi, onun sözlerini hatırlaması gerekiyordu. Evde, büyük ve küçük oyuncaklar toplardı. O oyuncaksız yaşayamazdı. Oynamayan çocuk, çocuk değildir; ama oynamayan insan, içindeki çocuğu sonsuza kadar kaybetmiştir ve bu, onun için çok değerliydi. Ruhunda, büyük ve küçük hayaller topladı; onsuz yaşayamazdı çünkü rüya görmeyen kişi, gerçekten yaşamıyor demekti. Hayal kurmayı unutan insan, solmuş bir çiçek gibidir ve sonunu görmeden ölmüştü. Kalbinde ise, büyük ve küçük ritimler topladı; yaşamak istemiyordu çünkü sevmeyen insan, insan değildir. Ama sevmemiş bir insan, hiç tanımadığı bir hayatı sonsuza kadar kaybetmişti. Sevmeyi unutan insandan daha az insan olan kimse yoktur, dedi ve sessizleşti… Sonsuz boşluğa seslendiği çamurdan dizeleriyle.

Bu bir boşluk. İçimde derin, sonsuz bir boşluk. Bu bir boşluk. Hissediyorum, martı gibi uçarken izlerin sonlandığı yerde artık fırtınaların belirginleşmediği, doğuşların doğmadığı, buzlu güneşlerin ve alınların olmadığı yerde. Burada bir rüzgar saç örgülerini örüyor, dalga tepelerinde, unutuşta ve geçici uçurumda. Dalga tepelerinde, geçici uçurum ve unutuş. Geçici uçurumdan, dalga tepelerine ve unutuşa. Geçici uçurumdan, unutuşa ve dalga tepelerine. Bu bir başlangıç. Son değil. Kuzeye doğru, mavi, parlak... ve keyifli. Burada, bir geçmişin ve bir başkasının yattığı yerde. Nerede sadece mezar taşları yükselir. Onlar ki unutuşun orduları. Bu bir kurşun uçuşu. Bu bir boşluk.

10 Ekim 2023 Salı

Delilik, Platon’u titreten Dionysos’tur.

 

Michel Foucault “Deliliğin Tarihi” eserindeki araştırmalarında delilikten bahsederken konunun dışarıda bırakıldığını gözlemlersiniz. Foucault, deliler adına konuşurken sessiz kalıyor. Davalı yorum yapamaz. Biz ise sadece deliliğin dedikodusunu yapıyoruz ve onun karşısında sessiz kalıyoruz.

Sonuçta çılgınlığın yakalandığını gördük. Güçleri akıl tarafından yutuldu, işleyiş tarzı ele geçirildi, bir başkası tarafından fethedildi.

 


Delilik, Platon’u titreten Dionysos’tur. Delilik, her şeyi sürükleyen diyalektiğe direnen harekettir. Pinel ve psikiyatriyle birlikte delilik, şifa yöntemleriyle ortadan kaldırılması gereken daha önemsiz bir gerçek haline geldi.

Bütün bunlar bize deliliğin uygarlığın erken bir aşaması, düzenli bütünlük içindeki bir isyan gibi olduğunu düşündürüyor. Sonuçta sadece kendi içinde çatışma yaşayanlar delirir. Ve sağlık bu dürtüleri organize edecektir.

Foucault’un deliliği “işin yokluğu” olarak görmesinin nedeni budur. O toplumun diğer tarafı, gezgin tarafıdır. Merkezcil toplumsal gücü bozan merkezkaç kuvveti. Bu anormal bir güçtür (nomossuz), şizonun hareketidir (kopuş/bölünme), farklılaşma gücüdür (kimliğin kopması). Delilik, medeniyetin inşa etmek istediği her şeyin sahte olduğunu, ayakları çamurdan ibaret olduğunu gösterir.

Delilik, diyalektiğin, ilerlemenin, birikimin, devamlılığın inkarıdır. Bu, teleolojik bir aklın sorgulanmasıdır. Evet, tam da bu yüzden Foucault delilikle, onun süreksizlikleriyle, farklı düşünme olasılıklarıyla ilgileniyor.

Şairlerde delilik büyük bir “arzu etmediğim şeyleri yapmamayı tercih ederim”dir, eserin reddidir, üretimsizliktir, birikimden arındırma sürecidir.

Her türlü bütünleştirmeyi, her türlü bütünlüğü reddetmek, özerklik, yeni bir yön, canavarca bir görünüm kazanan farklılıktır. Eğer delilik Dışarının Clausura’sıysa, reddetme süreci aracılığıyla Clausura’nın Dışarısı da olabilir.

 

Ve burada Foucault edebiyata başvuruyor çünkü söylemimiz bu fikirleri ifade etmek için gerekli kaynaklara sahip değil. Deliliğin aradığı kapalılığın dışı, yeni bir düşünme ve konuşma biçimidir.

 

Kendi bilgimizin aşırılığı, bilgimizle cehaletimizi ayıran sınır hakkında düşünme girişimidir. Sürekli sorulan bir soru: Bu yol nereye gidiyor? Öğrenmek için onu kaydıracağım.

 

Şöyle diyebiliriz: “Delilik vardır çünkü günlük rasyonel yaşam yeterli değildir. Daha fazla, daha fazla olasılık, bilmediğimiz yollar vardır.

 

Başka bir deyişle, burada artık “deliliğin ne olduğunu” tanımlamakla ilgilenmiyoruz. Bunu yapamadık ve artık buna gerek bile yok! Mantığın ötesine geçmek istiyoruz! Ve şiir bize daha fazla şey söyleme, dolayısıyla söyleneni söylememe olanağını açar.

 

Foucault’u incelerken, günümüz modern dünyasında deliliğin toplum için tehlikesi inceleniyor ama toplumun deliliğe yönelik tehlikeleri araştırılmıyor! Yani bu düşünce açılımına, bizi aklın oluşturduğu alanın ötesinde başka bir alana iten bu güce bakmıyoruz.

 

Eğer delilik ifade etme güçlerinin etkisi ise eğer mümkün olanın alanının bir kapanması, sınırlandırılması ise, sanat ve felsefi delilik bize bir kaçış çizgisi, yeni düşünce tarzlarına bir açılım açar.

Şimdi deli insanları kafirlerle, çapkınlarla, müsriflerle, serserilerle, kahinlerle vb. hapse atmanın nedenini anlıyoruz. Delilik her zaman yeni bir yaşama olanağıdır. Buna ancak battığında veya diktatörce bir nedenden dolayı korkakça battığında akıl hastalığı diyeceğiz. Bu olmadan önce buna farklılık diyeceğiz.

Kısacası bu uzun yolculuğun ardından deliliğin ortak bir paydasının olmadığını söylenebilir. O pek çok şeydir aslında! Ve eğer onun yolunu barış içinde izlemesine izin verirsek, daha da fazlası olabilir. Neyse, bu uzun yolculukta deliliği kendi içinde bulamıyorsak sorun değil, çünkü sandığımızdan daha fazlası olduğunu gördük.

Kaynak: Michel Foucault, Deliliğin Tarihi

Tehlike kültürü olmayan liberalizm olmaz

 

“Şirket bir özneleşme modeli olarak tanıtılıyor: Her birey yönetilmesi gereken bir şirket ve verimli hale getirilmesi gereken bir sermayedir”

Girişimci kendisi dünyayla ilişkisini iş değerleri üzerinden düşünen kişidir . Bir erkeğe benziyor ama aslında neoliberalizmin bir ürünüdür. O, Biyopolitikanın öznelliğidir.

O nasıl biri olabilir? Her zaman faydacı bir ilişki ve sonsuz büyüme düşüncesiyle hareket eder, rekabete, piyasa özgürlüğüne inanır. Eğer Neoliberal Özne kendine sonsuz değer verebileceğini hayal ediyorsa, kişisel girişimci de sonsuz şekilde büyüyebileceğine inanacaktır.

Artık insan değiliz, politik ya da sosyal varlıklar değiliz, çok daha az rasyonel, ekonomik varlıklarız. Eğer bir şirketsek, onu tanımlamamız gerekir :

 

Misyon: Sonsuza kadar büyüyün, kendinize değer verin;

Vizyon: Müzakere etme ve üstlenme özgürlüğü. Dünya, kişisel çıkarlarımızı daha da büyüme hedefiyle ele aldığımız;

Değerler: liderlik, bağlılık, tam adanmışlık, risk almak, sonuçlardan sonra sonuçlara ulaşmak, verimlilik ve performans.

İş insanı, fiziksel formunu ve baştan çıkarıcı görünümünü korumak için erken uyanıp spor salonuna gidiyor; kendi girişimcisidir, kendine yatırım yapar, kendine değer verir, fittir, iyi giyinir. Vitaminlerini alıyor, kahvesini içiyor ve işe gidiyor. İyi sonuçlar arayın, verimli olmaya çalışın. Hiç yorulmazsınız, işini evine götürür; imkansızı hedefler, kararlıdır, asla pes etmez.

En tuhaf şey, konuyla ilgili bütün bir literatürün ele alındığını bulmaktır. Girişimcilik kendi kendine yetiyormuş gibi görünür, din kılığına girer ve hatta felsefeyi kirletir. Sonuçta “Girişimcinin Kişisel Bakımı”, iş piyasasında kendine değer vermenin sürekli bir sürecidir. Kendinize iyi bakmak, burada performansı artırmak anlamına gelir.

“Yönetim uygulamalarının eski uygulamalara benzetilmesi, açıkça, çalışan eğitimi pazarında onlara güçlü bir sembolik değer vermeyi amaçlayan yanıltıcı bir prosedürdür.”

Hukuk öznesi yavaş yavaş ortadan kalkıyor ve kendi başına girişimci olmaya başlıyor. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için”in yerini ünlü “Herkes kendisi için” aldı düşüncesine bıraktı. Kazanmak için güçlü olmamız gereken bu rekabetçi ve tehlikeli dünyada yaşıyoruz. Liberalizmin mottosu “tehlikeli yaşamak” ise, bu herkesin sürekli tehlikede olduğu anlamına gelir. Tehlikeye ve belirsizliğe yönelik tam bir eğitimin olmasının nedeni budur. “Tehlike kültürü olmayan liberalizm olmaz,” diyor Foucault.

Eğer kendi kendimizin girişimcisiysek, o zaman sürekli olarak başarısız olma, finansal ve duygusal olarak iflas etme riskiyle karşı karşıya kalırız. İş piyasası değişken, borsadaki hisseler kararsız, evlilik, arkadaşlıklar, her şey belirsizleşiyor. Yani, eğer her şey istikrarsızlaştıysa, cesaretini kırmamak girişimcinin elindedir; hayatın da böyle olduğunu söyleyen ilk kişi odur: “Daha fazlasını yap, daha az şikayet et.”

 


Bir tarafta risk fobileri var: Hayatta hiçbir şey elde edemeyecekler, çünkü korkuyorlar, risk almaktan hoşlanmıyorlar, bu yüzden de hükmediliyorlar. Risk fobisi girişimcilikten korkar, korkarlar, bu yüzden hiç kimsedirler.

Girişimcinin kendisini tanımladığı figür risk alan kişidir: Tehlikeyi seven, risk alan, ilk önce atlayan, her şeyini veren kişi. Bu yüzden baskın hale gelir, diğerlerinden üstün olur, hiç kimsenin olmadığı kadar cesurdur ve bu yüzden patron, lider, ilgi odağı olabilir.

Ancak tüm bunların tek bir amacı var: Bireyi daha etkili hale getirmek. Öznelliği kapitalizme yapıştırmak. Elbette etkili, ancak yalnızca iş piyasası için, kar elde etmek için etkili, daha iyi sömürülmek için etkili. Tüm bu öz motivasyon ve performans artırıcı egzersizler, özgürlük ya da kişinin kendi sorumluluğunu üstlendiği yanılsamasını yaratır, ancak yalnızca durumun ağırlığını ve karmaşıklığını ortadan kaldırır ve yalnızca bireye sorumluluk yüklemeye hizmet eder. Artık dünyayı değiştiremediğinizde yalnızca kendinize yatırım yapabilirsiniz.

 

Arızalı? İşe yaramadı? Bu senin hatan! Gerçekten istemedin, yeterince çabalamadın! Yeterince motive değildin. İyi bir nörolinguistik programlama yapmadınız, koçunuzu dinlemediniz, o motive edici konuşmaya dikkat etmediniz. Ekonomik ve finansal baskının, kendini zorlama ve kendini suçlamaya dönüştüğü yer burasıdır.

 

Modern özne kendi hakikatini ancak başarıda bulur. Ya sürekli olarak sınırların aşılması (ancak sınırlar yoktur) ya da yaygın başarısızlık . Piyasanın içselleştirilmesi belirsizliği beraberinde getirir. Rekabetin acımasızlığı korkuları ve zayıflıkları beraberinde getirir. Ama bunların hiçbiri kanıtlanamaz, güçlü olmamız lazım. Kişisel girişimci asla başarısızlıklarını, utancını, güvensizliklerini açığa vuramaz.

 

Gözleri kapalıdır. Gördükleri her şey yatırım prizmasından geçer. Mutlak bir köleliğe gömülmüş halde, kurtuluşu kendilerini en çok köleleştiren şeyde ararlar.

Kaynak: Pierre Dardot ve Christian Laval, Dünyanın Yeni Aklı


28 Eylül 2023 Perşembe

TANTALOS'UN DİLENCİLERİ

 

TANTALOS MİTİ- İMKANSIZ TATMİN EFSANESİ

Yunan mitolojisinin bir figürü olan Tantalos efsanesi, sinemada ve edebiyatta derin sembolizmiyle hayal gücünü yakaladı. Tantalos insanın arzu, cezbedici ve ahlaki ihlallerin sonuçlarıyla mücadelesini temsil eder. Bu efsane, çok sayıda öneride bulunan dokunaklı bir hikayedir… Ölümlü bir kral olan Tantalos, kibrinin ve yasak arzuları tatmin etmek için amansız arayışının sonucu olarak sonsuza kadar acı çekmeye mahkumdur.

Tantalos, Zeus’un oğlu ve bir periydi. Olağanüstü zekasıyla tanındı ve Olimpos Dağı’nda tanrılarla akşam yemeğine davet edildi. Ancak, kibir ve tanrıların her şeyi bilinci ile test etme arzusuyla sürüklenen korkunç bir eylem yaptı. Tanrıların bunu fark etmeyeceğine inanarak oğlu Pelops veya Pelope’yi yemek olarak onlara ikram etti. Bu acımasızlık ve yamyamlık eylemi tanrıları kızdırdı ve Tantalo’yu sonsuz cezaya sürükledi.

Tantalos’un cehennemde cezası efsanenin en ünlü yönüdür. Tantalos, boynuna kadar su kuyusuna konulur, üstüne de olgun meyvelerle yüklü bir ağaç asılır. Ancak her meyveyi yemeye çalıştığında dalları ulaşamayacağı yerden hareket eder. Bu sonsuz arzu ve hüsran döngüsü, onun azabının özüdür.

Tantalos’un hikayesi insan durumu için güçlü bir metafor olarak hizmet ediyor. Tantalos’un karşılanmamış arzuları ve sonsuz hayal kırıklığı, arzu ile ilişkinin deneyimini ve sürekli elde edilmeyen tatmin arayışını yansıtır. Suyun ve meyvenin cazip yakınlığı, acıya yol açabilecek arzuların cazip cazibesini temsil eder.

Tantalos efsanesi insan ruhuyla derinden yankılanır, evrensel arzu, baştan çıkarma ve ceza temalarına dokunuyor. Carl Gustav Jung’un arketip kavramı, Tantalos’un tüm kültürlerin ve zaman dilimlerinin bireylerinde paylaşılan duygusal ve psikolojik tepkiye neden olan ilkel bir imajı vücut bulduğunu öne sürüyor. Tantalos, arzular ve insan eylemlerini yöneten ahlaki kısıtlamalar arasındaki iç çatışmayı temsil edecekti.

Tantalos’un hikayesi, Ex (bilinçaltı ve nabız kısmı, psişik tatmin arayan) ve Super ego (ahlaki ve etik, cezalandırıcı ve sansür kısmı) arasındaki çatışmanın bir temsili olarak görülebilir. Tantalos’un sonsuz hayal kırıklığı, arzularımız, sosyal normlar ve onun gerçekleşmesini sınırlayan kişisel etik arasındaki gerilimle karşılaştırılabilir.



Bu efsane, zamansız temaları ve derin sembolizmi sayesinde büyülemeye ve yankılanmaya devam ediyor. Tantalos, insanlığın arzu, ayartmaya ve ahlaki ihlallerin sonuçlarına karşı mücadelesinin sembolüdür. Bir arketip olarak iç çatışmalarımıza ayna görevi görür ve insanın durumu hakkında değerli bilgiler sunar. Tantalos’un edebiyat, psikoloji, sinema ve popüler kültürdeki kalıcı önemi, antik efsanelerin insan doğasının karmaşıklığını aydınlatma yeteneğine tanıklık eder.

İlahi soyundan gelen Tantalos, Olympus tanrıları tarafından iyi isteniyor ve korunuyordu, ancak onlar için yapılan çok fazla suç ve hakaret, sonsuza kadar ağır bir şekilde cezalandırılmasına neden oldu.

Onu ezen bir taşı var ve her çeşit meyveden zengin bir meyve ağacına güçlü bir şekilde bağlanmış, boğazına kadar tatlı su gölüne batırılmış, ama o içmeye kalkar kalkmaz göl kurur ve o zaman ağaçtan meyve almaya çalışır, dalları yerinden oynar ya da şiddetli bir rüzgar elinden uçurur. Dante, yandaş kanunu için, açgözlüleri Araf’ın altıncı turuna koyuyor, ağaç yüklü ağacın ve yutulması imkansız suyun aynı yalvarışıyla yerde günahkarları cezalandırıyor.

Dante, Tantalos’un azabından “İlahi Komedya’da Cehennem figürünü” yaratır. Dante’nin Cehennem'’i, kızgın kükürdün insanı yaktığı bir azap yeri değildir. Cennet’eçok benzer ama “su içmeye kalksan, su senden uzaklaşır, elma yemeye kalksan elma dalı uzar gider...”

Antik Yunan şairi Pindaro’ya göre Tantalos’un talihsizliklerinden biri Prometheus’un yaptığı hırsızlığa benzer bir hırsızlığa benzetilebilir. Ölümsüzler Ambrosia’sını misafirlerine sunuyor. Odyssey’de bir kırlangıç sürüsünün ambrosia’yı Olympus’a getirdiği ima edilir. Ambrosia (Antik Yunanca’da çoğul nötr) sözcüğü Dionysus’un şerefine bazı bayramlara demek için kullanılmıştır, muhtemelen onlara bağlı bayramların hakimiyetinden dolayıdır. Ambrosia Hindu kültürünün amritası ile bağlantılıdır ve tanrılara ölümsüzlük veren bir içecektir. Ambrosia ile yakından ilgili bilgi “nektar”dır. Homerik şiirlerde nektar genellikle tanrıların içecek ve ambrosia’dır

Edebiyatta Tantolos’u kadın figürüyle Gustav Flaubert “Madam Bovary”de Emma karakteriyle yaratır.  “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” sözüyle bedelini yaşamıyla ödeyen diğer tarihi bir kadın figürü olarak Fransız kraliçesi Maria Antoinette örnek verilebilir.

Arthur Schopenhauer için Tantolos miti; tutulan bir arzuya karşı, en az on tanesi tatminsiz kalır; arzu uzun sürer, ihtiyaçlar sonsuzdur, yerine getirme kısa ve cezalarla ölçülür. Schopenhauer, kronik insan memnuniyetsizliği konusunda, örneğin Tantalos’un yalvarışı efsanesini getirdi. Peki ama o yalvarış yüzünden efsaneye dönüşen zavallı kimdi? Aslında hepimiz büyük bir dileği gerçekleştirmekten bir adım uzaktaydık ve aşk nesnesi tam orada, ulaşılabilir bir şekilde göründüğünde hırsımızın hüsrana uğradığını fark ettik. İster aşk, ister promosyon, ister güzel bir araba, ister sosyal medyada viral bir paylaşım, fark etmez: gerçek bir Tantalos dilenciliğinin ortasındayız dijital çağın getirdiği Dante’nin Cennet’e benzettiği Cehennem’de…

 

“En karanlık anlarımızda ışığı görmek için odaklanmalıyız.” Aristoteles

Büyük Yunan filozofu Aristo, etik, siyaset ve insan doğası hakkındaki fikirleriyle felsefe tarihinde kalıcı bir iz bıraktı. En ikonik cümlelerinden biri olan “En karanlık anlarımızda ışığı görmek için odaklanmalıyız” bizi en zorlu koşullarda bile dayanıklılık ve insan potansiyelini düşünmeye davet ediyor.

Öncelikle bu söz bize hayatın iniş çıkışlarla dolu olduğunu hatırlatıyor. Kişisel, profesyonel ya da duygusal olarak hepimiz zor zamanlar geçiriyoruz. Bu karanlık anlar trajediler, kayıplar, başarısızlıklar veya basit belirsizlik anları olarak ortaya çıkabilir. Ancak Aristo bizi umutsuzluğa kapılmamaya değil, bir çıkış yolu, bir çözüm veya umut kıvılcımı bulmaya odaklanmaya çağırıyor.

Deyim aynı zamanda açıklık ve bilgeliğin genellikle karanlıktan çıktığını da gösteriyor. Zor zamanlarda inançlarımızı, değerlerimizi ve hedeflerimizi incelemek için zorlanıyoruz. Kendimizi içsel gücü bulmaya ve önceliklerimizi sorgulamaya zorluyoruz. Bu iç gözlem bizi kendimiz ve çevremizdeki dünya hakkında önemli keşiflere götürebilir.



Karanlığın ortasında “ışığı görmek” metaforu bize iyimser bir bakış açısı korumanın önemini anlatıyor. Her şey kaybolduğunda, umut kaynağı veya yenilikçi bir çözüm bulma yeteneğimiz çok önemlidir. Bu sorunları göz ardı etmek veya acıyı en aza indirmek değil, daha çok insan dayanıklılığının gücünü kullanarak onları aşmak anlamına geliyor.

Ayrıca Aristo’nun bu cümlesi zor zamanlarda odaklanma ve odaklanma becerileri geliştirmemize meydan okuyor. Engellerle karşılaştığımızda dikkat dağıtıcı ve olumsuzluk cezbedici olabilir, ancak anahtar zorluklara cesaret ve bilgelikle yaklaşmak için kararlılığı ve zihinsel açıklığı korumaktır.

Nihayetinde Aristo öğretisi bizi yaşamın ikiliğini kucaklamaya davet ediyor, karanlık ve ışığın yolumuzda bir arada var olduğunu kabul ediyor. Umutsuzluğa yenik düşmek yerine, en karanlık zamanlarda bile yolumuzu aydınlatacak gücü bulabiliriz. Bu felsefe bize dayanıklılık ve umudun insanlık durumunun temel nitelikleri olduğunu ve sürekli ışığı arayışının bu hayattaki yolculuğumuzun önemli bir parçası olduğunu hatırlatıyor.

27 Eylül 2023 Çarşamba

Sağlıklı İletişim İlişkisi

 

Sağlıklı iletişim ve ilişki sağlıklı kişiliklerle başlar.

Sağlıklı bir kişilik, kendi değerlerini bilen ve insanları küçük düşürmeyen, aynı zamanda eksiklerini dürüstçe gören normal ve mantıklı bir insandır. Her insanın zayıf yönleri ve güçlü yönleri vardır, doğa böyle işliyor. Mükemmel insan yoktur. Önce kimsenin mükemmel olmadığını kabul etmeliyiz. Öncelikle de kendimizin mükemmel olmadığını ama sorumluluklarımızı en iyi şekilde yaptığımızın farkındalığıyla tabii ki...

Sağlıklı kişilik ihtiyaçlarının farkında olan, duygularını konuşmasını, duygularını ifade etmesini, ilişkilerde sorunları çözmeye yapıcı yaklaşımlar (ve hep ortaya çıkar, sorunlar kişi olarak büyüyen herkesin yolunda hayatın ayrılmaz parçasıdır), sevmeyi bilir. En önemli olan ise sağlıklı bir kişilik ilişkide olduğu diğerlerine karşı da kendi mutluluğunun sorumluluğunu alır. Farkı hissediyor musunuz? Sizi mutlu etmek için size borçlu olan biri değil- kimse size bir şey borçlu değil.

Sürekli birilerini kurtarıyor, sürekli bağış yapıyor, birileri için yaşıyorsanız; ne yapıyorsunuz biraz durun. Ve kendiniz bir dinleyin. Kendinizi toparlayın, geçmiş ilişkilerinizi, çocuk-ebeveyn ipuçlarınızı analiz edin. Belki de tekrarlayan bir senaryoya takılıp kalmışsınızdır?

Hepimizin bu farkındalık seviyesinde olmaması anlaşılabilir, ama olgunluğuna göre çevremizde olması gereken insanları kendimiz seçiyoruz. En azından bunu deneyin. Bunun neden önemli olduğunu şimdi açıklayacağım.

Mesela olgun, içi özgür, prensipte yanınızda başkasının varlığı ya da yokluğu sizi çok mutlu ya da mutsuz yapmaz. Elbette yakınında bir sevdiğinizin olması büyük bir mutluluktur, ancak kendi mutluluğunuza ek bir mutluluktur. Unutmayın lütfen! Şayet sevdiğiniz biri gittiyse, yine de mutlu bir hayat yaşayacaksın ve onun seçimini kabul edeceksiniz. Üzgün olmak, üzülmek doğaldır. Ancak genel olarak hayatınız mahvolmamıştır. Karşınızdaki kişiler olgunsa ilişkiye bilinçli başlarsınız (sonsuza kadar birlikte olma arzusuyla) ve bitirirsiniz, eğer işe yararsa, bilinçli olarak. Ama ikinci kişi çok olgun değilse, farklı bir durum ortaya çıkar.

Önce sizin olgunluğunuza sevinir, size hayran kalır vs. ama yavaş yavaş güçlü bir bağ geliştirebilir. Ve bu çokta kötü değil, herkes öyle yaşıyor, hatta “sensiz yaşayamam”, “sensiz öleceğim” vs. bunları duymak bile güzeldir ama bir noktada bundan bıkarsınız. Yani bir insan için kendisi ve yolu değil gelişimi hayatının merkezidir, SİZDİR. Ve aniden uzaklaşmaya ya da hayatından ayrılmaya karar verdiyseniz, her şey onun için yıkılıyor. Ve olgun bir insan olarak anlıyorsunuz ki acı çektiğini zorlandığını vd. ama aynı zamanda acımak ya da başka bir şey için onunla kalmayacaksınız. Ne demek istediğimi anladınız mı?


 

“Yapışkan” iletişim olgun ve sorumluluk sahibi bir insanı diğerine çekmeye başlar. Evet, elbette, kurtarabilirsiniz, başkasını yetiştirebilirsiniz ve genellikle böyle olur- birileri başkasını yetiştirir. Ama ben kendimden biliyorum: başkasını yetiştirirken, çok sık yerinde tökezliyorsunuz. İnsanların nedense farklı gelişim seviyeleri vardır, başka bir teoride farklı yaşam hedefleri vardır. Kimisi profesyonel ligde oynar, kimisi amatör ligde. Ve daha kötü ya da daha iyi bir seçenek yok. Sadece iki profesyonel lig oyuncusu daha güçlü bir oyun sergileyebilir, birbirlerini büyümeye motive edebilir.

İletişim içinde olan iki kişilik çok olgun değilse sorun o kadar da büyük değildir. Dramatik bir hikaye vardır, genellikle, endişeler, ayrılıklar, hakaretler vs. bütün insanlar benzer bir aşamadan geçerler. Ama öldüğünüzde, karşındakinin kalbine dikkat edin! Her zaman bir başkasının kalbine karşı düşünceli olmalısınız ama onun mutluluğunun sorumluluğunu almadan önce kendinizin senaryolarıyla ve travmalarınızla uğraşmalısınız.

Mutsuz bir insanın mutluluğunun sorumluluğunu üstlenmeyin. Bu sadece kadın ya da erkek ilişkileri için değil, ebeveynleriniz, kardeşleriniz, arkadaşlarınız, büyükanneniz ve akrabalarınız içinde geçerlidir. Sempatiniz olsun, yardım edin ama kimsenin koltuk değneği olmayın. “Kimse sizin için içindeki işi yapamaz.” Başkası için kendi hayatınızı yaşayamazsınız: bu anneniz bile olsa unutmayın! Yol boyunca kendinize yüksek hedefler koymuş birine bir gün böyle hikayeler yük olacaktır. Tabii ki bu dünyada yaşayan tüm insanlar için geçerli değil.

 

26 Eylül 2023 Salı

Bir kişinin kişiliğini fikirlerinden okumak imkansızdır.

 Aristo’ya göre anlamak, arzu olmadan hiçbir şeyi harekete geçirmez; çünkü arzu bir arzudur ve hareket hesaplamayla uyum içinde olduğunda, istekle uyum içindedir.

Eğer ahlak objektif değilse hayatımızın bir anlamı yoktur.” Derek Parfit

Derek Parfit (1942-2017), muhtemelen adını çok fazla duymadığınız en ünlü Britanyalı filozoftur. 1984’te Parfit, birçok filozof tarafından dahiyane bir çalışma olarak tanımlanan ve hala da öyle olan bir eseri yayınladı. Parfit’in düşünce özünde, kendi çıkarlarımızla daha az, kamu yararıyla daha fazla ilgilenmemiz gerektiğini savundu. Kitabı, parlak tartışma yaratan ayrıntılarla dolu bir insan olmanın ne anlama geldiği, zaman içinde varlığını sürdüren bir kimlik olarak kişinin kendiyle ilgilenmekten neden vazgeçmesi gerektiği, nedenlere dayalı olarak hareket etmenin ne anlama geldiği ve bu  nedenler temelinde hareket etmenin ne anlama geldiği konularında çağdaş görüşlere meydan okuyan şaşırtıcı derecede yaratıcı düşüncesini açımlar. Parfit aynı zamanda modası geçmiş bir biçimde bir tür büyük birleşik ahlâk teorisine inanıyordu; kendisinin x teorisi adını verdiği, dini olmayan bir etik teorisi. Tüm temel ahlâk teorileri farklı yönlerden aynı dağın zirvesinde birleşiyordu. Parfit’in yalnızca felsefe üzerinde değil, aynı zamanda onun ötesinde, özellikle iklim etiği, yoksulluğun azaltılması ve hayırseverlik alanlarında da muazzam bir etkisi olmuştur. David Edmonds, Parfit’in ilk tam ölçekli biyografisi kaleme aldığı “Parfit” kitabında ele almaktadır.

Parfit’e göre gerçek ya da gerçeklik, gerçekliğe inanmaya meyilli olduğumuzdan çok farklıdır. Bunun farkında olmasak bile çoğumuz gerçekliğe karşı indirgemeci değilizdir. Hayal ettiğimiz durumları göz önünde bulundurursak, zamanın akışı içinde devam eden varlığımızın fiziksel ve psikolojik süreçlerin sürekliliğinden farklı olarak daha derin bir gerçek olduğuna, sempatik sistemimizin “ya hep ya hiç olması” anlamında savaş veya kaç modunda gereken bir gerçek olduğuna güçlü bir şekilde inanma eğiliminde olduğumuzu savunmaktadır. Parfit’e göre bu gerçekliğin gerçekliği ise doğru değildir.


Gerçekler moral bozucu mu? Bazılarımız gerçeklikleri moral bozucu bulabilir. Ama bunun yanında gerçekliğin özgürleştirici ve teselli edici bir yönü de yok mudur? Varlığımız bu kadar ileri bir gerçeklik içinde olduğuna göre inandığımız bir alana ya da dünyaya karşı kendi içimize gömeriz. Parfit’e göre dünyaya karşı görüşümüzü değiştirdiğimizde “cam tünel”e benzettiği duvarların ortadan kaybolacağını düşünmektedir. Gerçekliğin özgürleştirici yönü de burada yatıyor olabilir. Ki gerçeklik şayet cam tünel içinde yaşamaya devam ettiğimiz sürece gerçekliğin yanılsamasıdır. Gerçekliğin teselli edici yönünü keşfeden için cam tünelden çıkarak havayla doğrudan temas edeceğizdir.

Parfit, kişisel kimlik, rasyonelite, ahlak ve aralarındaki ilişki sorunları üzerine de düşünen kamusal bir filozoftur. Düşünün ki, suç işleyip beynini başka bir bedenle değiştirip veya genç yaşta suç işleyen ve artık ne olduğunu hatırlamayan bir kişi ceza alır mıydı? Peki insanı zamanla kendinde bütüncül anlamda tutan nedir? John Locke’un hatıralarını, dileklerini ve zihinsel tutumlarını değiştiren bir prens ve dilenciyi hayal ettiğinde sorduğu aynı soru değil midir bu? İşte o zaman prens dilencinin bedeninde yaşayacak ve tam tersi dilenci olacak. Demek ki işte insan haldedir yani zaman akışının, cam tünel içindeki bir haldedir insan… İkincisi, ilk davadaki kişinin hafızasını ve sürekliliğini taşıdığı için birincinin aynısı olacaktır. Güvenlik cihazları bugün insanları teşhis etmek için parmak izlerini kullanıyor ancak Locke ve Parfit haklıysa onlarda yanlışlar.

Parfit, her hangi bir fikrin tartışmasına da müdahale ediyor ve sinemasal bir örnekle, Kaptan James Tiberius Kirk’in (Star Trek’te) boş bir gizleme cihazına girdiyse, içinden çıktığını, ancak onun basılı bir kopyasını dünya’ya gönderdiğini, Kaptan Kirk’in önünde olacağımız yere, her ikisinin de aynı anılara, dileklere, fikirlere vb. sahip oldukları. Her ikisinin de Kirk ve onunla tutarlı olduklarını iddia etme hakları var, ama açıkça, değiller. Parfit, karakterin sadece hafıza ve geçmiş deneyimlerden oluşmadığı sonucuna varıyor. Bu çok fazla oyun oynamıyor. Aslında önem verdiğimiz şey hayatta kalmaktır ve hayatta kalmak entelektüel ya da zihinsel sürekliliktir ve biz buyuz.

Parfit’e göre eğer kişi geleceğin öngörülemez olduğuna dair güçlü bir duyguya sahipse, aynı zamanda gelecekteki benliklerimizin de belirsiz ve öngörülemez olduğunu hissedeceğimizi ifade eder: bu nedenle onlar hakkında düşünmeye ya da onların yararına plan yapmaya çok fazla zaman harcamak pek de mantıklı değildir. Öte yandan, eğer kişi geleceğin büyük ölçüde tahmin edilebileceğine dair güçlü bir duyguya sahipse, o zaman gelecekteki benliklerle özdeşleşme güçlü olacaktır ve onların yararına planlamayı boşa çaba olarak görmeyeceğizdir.

Gelecekteki benliğimiz gerçekten de bir yabancı olabilir ama ertelememizin nedeni kesinlikle bu değildir. O anda erteliyoruz, çünkü genellikle o şeyi o anda yapmak istemiyoruzdur. Muhtemelen bunu hiç yapmak istemediğimiz için, ama nedenini bilmiyor da olabiliriz. Hatta bunu yapmak istediğimizi bile düşünmeyebiliriz.

Parfit, biz insanların zamanın “cam tüneli” içinde hareket eden tutarlı bir kimlik olmadığımızı, her bir kimliğimiz bir önceki ve sonraki kimliklerimizle teğetsel olarak bağlantılı ama yine de onlardan farklı olan ardışık benliklerden oluşan bir zincir olduğumuzu savundu. Bu noktada tıpkı Platon’un aklın alanlarını tasvir ettiği dairesel alanlara benzetilebilir. Örneğin, sokakta her hangi bir insanla sohbet ederken, gençlik yıllarındaki alışkanlıktan muzdarip olabileceğini bildiği halde sigara içtiğini kabul edelim. Bu insanın gençlik döneminde sigaraya başlayan bu çocuk sert bir şekilde yargılanmamalıdır. Yargılandığında yukarıda Aristo’nun arzunun hareketi düşüncesinde belirttiği gibi bu çocukta sadece erteleme arzusunun hareketi yönünde tersine bir “cam tüneli” akışı olması muhtemeldir. Sert bir şekilde çocuk yargılanmadığı takdirde arzusunun hareketi gelecekteki kimlik yapısına doğru akış gösterecek ve cam tünelden çıkabilme şansını yakalayabilecektir. Ayrıca hem çocuk hem adam bugüne ait olduğunda bu adamın çocukluğu gelecekteki şimdiki halini “benliğini” tanımlayamayan bir kimliksizlik olduğunu ertelemeye aldığı ve yıllarca içtiği sigarayı bırakması olarak bakılabilir. Zira Parfit, bir insanın gelecekteki kendine karşı tutumu ya da tutumları bazı açılardan diğer insanlara karşı tutumuna da benzediğini düşünmektedir. 



25 Eylül 2023 Pazartesi

Bir Kese Altın

 

Alman filozof Arthur Schopenhauer (1788-1860) çok az kişi gibi insanlardan nefret etti ve hayatının son otuz yılını neredeyse tek başına geçirdi.

Bu yazıda onun hayatını bir şakaya indirgemek istedim. Balıkçılık gibi yazılarından çıkararak, bazı eleştirmenler için her ne kadar “Doğru olma sanatı”, “Şunun sanatı”, “Bunun sanatı” gibi en çok satanlar yaratmış olsa da  Schopenhauer, belki de nefreti bir o kadar da yanlış yere konmamıştır! Ne dersiniz?

Son yıllarında sadece “Atma” adını verdiği köpeği, yani Sanskritçe (atman) veya “hayat nefesi”, “esas öz” anlamına gelen Brahmin (atma) vardı... yani en nefret ettiği her şey ve karşı yazdığı “İrade ve temsil olarak dünya” karşı bir tutum ironisiydi sanırım…

Genç Schopenhauer! İngiliz yetkililerin katıldığı bir restoran olan Englischer Hof’a akşam yemeği yediği söyleniyor. Yemekten önce masaya bir kese içinde altın bir para koyardı. Ya işi bitince cebine geri koysaydı. Sonunda bir garson ona bu skeçin anlamını sormuştur ve o da kendisiyle sessiz bir bahis oyunu olduğunu söyledi. Schopenhauer bir Ateist olmasına rağmen altın parayı en yakın kilisedeki bağış kutusuna bırakırdı...ilk gün İngiliz yetkililer orada yemek yedikleri at, kadın ve köpek dışında her şeyden bahsederlerdi.

Bakıyorum 150 yıl sonra da durum aynı “futbol, kadın, araba”

 

“Kendimizin dörtte üçünden vazgeçiyoruz,” aslında...

Ne diyordu Schopenhauer; Bir insan ancak yalnız olduğunda kendisi olabilir. Ve yalnızlığı sevmiyorsa, özgürlüğü de sevmiyordur. Çünkü sadece yalnız olduğunda gerçekten özgürdür.

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...