3 Ocak 2019 Perşembe

Der Study von Prag'ın çıkış hikayesi

"İçimde sen vardın - ve ölümümde, kendin için ne kadar öldürdün, kendin gibi olan bu imgeyle gör." Edgar Ellan Poe

Adsız bir anlatıcı, asıl adının gizemli kalacağını açıklar, çünkü sayfanın kendisinden önceki saflığını korumak ister. Bunun yerine, anlatıcı, anlatmak üzere olduğu sefalet ve suç hikayesi boyunca onu “William Wilson” olarak tanıdığımızı sorar. Bu masalın ani ve eksiksiz kötülük sırasını açıklayacağını açıklıyor.
Anlatıcı, aksi halde donuk düşünen ebeveynlerinden heyecan verici bir mizaç aldığına inanıyor. Genç bir öğrenci olarak, bu ortamdan kaçar ve ilk anıları İngiltere'de okula gittiği büyük bir Elizabeth evini ilgilendirir. Okulu, Gıcırtılı bir hapishane olarak tanımlamış, çentikli menteşeleri olan çivili bir demir kapı ile tanımlamıştır. Ayrıca kilisenin papazı olarak görev yapan müdür, okulun ağır kurallarını uygular. Çevresinin ciddiyetine rağmen, anlatıcı renkli bir öğrenci olarak ortaya çıkar ve bir öğrenci dışında, sınıf arkadaşlarına belli bir üstünlük hisseder. Anlatıcıya göre, bu öğrenci aynı adı taşıyor: William Wilson. Bu ikinci William Wilson, anlatıcının sınıf arkadaşları üzerindeki ustalığına müdahale eder, böylece anlatıcı için bir korku ve rekabet nesnesi haline gelir. Bu rekabet ancak aynı gün okula katıldıklarını öğrendiğinde ve iki William Wilsons'un aynı kıyafetler ve kıyafet tarzları nedeniyle, birçok yaşlı öğrencinin kardeş olduklarına inandıklarını anlatan, anlatıcı için daha belirgin hale geliyor. Anlatıcı'nın rakibi, sesini asla bir fısıltının üzerine yükseltememesi dışında, konuşma tarzını bile taklit eder. Bununla birlikte, anlatıcı, kendisiyle rakibi arasındaki herhangi bir bağlantıyı reddeder.
Bununla birlikte, ilişki kısa sürede kötüleşir ve iki William Wilsons arasında şiddetli bir kesişme meydana gelir. Dolandırıcılık, anısına, bebeklik döneminin anılarını hatırlatır ve bu da onu William Wilson'a daha fazla takıntılı hale getirir. Mücadeleden kısa bir süre sonra, anlatıcı pratik bir şaka yapmak için rakibinin yatak odasına gizlice girer. Işığını rakibinin yüzündeki ışığına yansıtan anlatıcı, karanlığa özgü bir yüz olan farklı bir William Wilson gördüğüne inanıyor. Hayal ettiği yüz dönüşümünden korkan anlatıcı odadan fırlar.
Birkaç ay sonra, anlatıcı başka bir okul olan Eton'da bir öğrenci olur ve diğer William Wilson'ın anılarını geride bırakmaya çalışır. Geçmişi unutmak için bu çabalarda alkolü kötüye kullanıyor ve özellikle bir dengesiz partiyi hatırlıyor. Sarhoş isyanın ortasında bir hizmetçi, anlatıcıya dikkat çağıran gizemli bir misafirin varlığını ilan eder. Heyecanlı ve sarhoş edici olan anlatıcı, yalnızca aynı büyüklükte ve giysili bir gençliği keşfetmek için antre koşuşturur. Işığın solukluğu, anlatıcının ziyaretçinin yüzünü ayırt etmesini önler. Anlatıcı'nın kolunu tutan konuk, anlatıcı'nın kulağına "William Wilson" ı fısıldar ve hızlı bir şekilde kaybolur.
Yine okulları değiştiren anlatıcı, kumarhanenin yardımcısı aldığı Oxford'a taşınır. Bu başkan yardımcısı yetenekli olan anlatıcı, abartılı parasal kazanımlar için avlanacak zayıf fikirli sınıf arkadaşları seçer. Oxford'da iki yıl geçtikten sonra, anlatıcı Glendinning adlı genç bir asille tanışır ve onu bir sonraki kumar hedefi haline getirir. İlk başta kazanmasına izin veren anlatıcı, düzenlediği büyük partiye daha fazla başarı gösterme şansı verir. Bu partide, Glendinning, tam olarak anlatıcının beklediği gibi oynuyor ve büyük borçları hızla toparlar. Borcunu dört katına çıkardığı anda Glendinning aşırı solgunlaşır ve anlatıcı zaferini gerçekleştirir. Ancak, aniden, yabancı bir kişi odadaki tüm mumları söndüren acele ile partiye girer. Anlatıcıyı bir aldatmaca sanatçısı olarak görür ve derhal geri çekilir.
En sonunda Roma'ya yerleşen anlatıcı, Dük Di Broglio'nun sarayındaki maskeli baloya katılıyor. Anlatıcı gizlice, giyeceği kostümden haberdar olan Dük'ün karısını istiyor. Anlatıcı onu ararken, kolunda hafif bir el hisseder ve kulağına bir fısıltı duyar: "William Wilson." Fısıldayan, anlatıcıyla aynı kostümü giyer, siyah ipek maskeli bir İspanyol pelerini. Bir yan odaya çekildiğinde, anlatıcı öfkelenir, kılıcını çekip rakibini bıçaklar. Anlatıcıların korkularına göre, odanın düzeni gizemli bir şekilde değişir ve bir ayna düşmanının gövdesinin yerine geçer. Vücudunun bıçaklandığını ve kanardığını bulmak için aynaya bakıyor ve rakibinin kendi sesiyle konuşuyormuş gibi duyduğunu duyuyor: "İçimde sen vardın - ve benim ölümümde, kendiki olan bu imgeyle görüyorsun."

"William Wilson", Poe'in doppelganger hakkındaki en uzun süredir devam eden karakter çalışması ya da yakın zamanda popüler film Fight Club tarafından benzer bir şekilde keşfedilen bir tema .Poe ikizleri Roderick ve Madeline Usher'i "Usher Evi'nin Düşüşü" ve "William Wilson" da iki katına çıkardı. Poe, Roderick ve Madeline'nin "Usher Evi'nin Düşüşü" ndeki fiziksel ilişkisine odaklanırken, "William Wilson" da iki William Wilsons'ı üreten psikolojik öz-bölünme. Poe'un odak noktası şüphesiz ki değişimin ego'su (özümün bizi isteğimize karşı koruyan kısmı) - bu psikolojik durumu başka bir bedenin tezahürü aracılığıyla canlandırıyor. Cinayet intiharının son görüntüsü beden ve zihnin nihai ayrılmazlığına işaret ediyor. Anlatıcı, zihinsel ve entelektüel olarak rakip çiftiyle rahatsız edilebilir, ancak intikamını yalnızca, işkence gördüğü aklının açısını taşıyan kılıcının itişi gibi, fiziksel, fiziksel terimlerle kaydedebilir.
Poe'nun "William Wilson" da psikoloji çalışması, psikanalizin kurucusu ve yirminci yüzyılın en önemli psikologlarından biri olan Sigmund Freud'un temel teorilerini öngörüyor. Poe'nun rakip çift olan anlayışı, Freud'un bastırılmış, bilinçdışı değişimini ego kavramını en az yarım yüzyıl öncesinden yiyor. Freud gibi, Poe da egoyu zamanın ve mekanın özelliklerinden etkilenmeyen evrensel bir psikolojik durumla ilişkilendirir. William Wilson'ın çifte Avrupa'yı (İngiltere’den İtalya’ya) ve çocukluktan yetişkin yaşamına kadar onu takip ediyor. Anlatıcının kendini zihinsel olarak iki William Wilsons'a bölmesinin, belli bir çevrenin ağırlaştırıcı faktörlerinden kaynaklanmadığı açıktır, çünkü anlatıcı, amacını ikiye katlama girişimi amacıyla farklı ortamlara taşınır. Doppelganger, anlatıcının dış dünyaya bir iç kötülük yansıtma girişimini temsil eder. Oysa "Tell-Tale Heart" deli anlatıcının dışsal bir şeye içsel olarak nasıl sabitlendiğini gösterir - yaşlı adamın gözünde - "William Wilson" bu psikolojik yörüngenin tersini gösterir.
"Tell-Tale Heart" gibi, "William Wilson" tematik olarak sevgi ve nefretin belirsiz iki katını araştırıyor. Anlatıcı direndiği sürece, başlangıçta rakibi için sevgi hissetmesine yardımcı olamaz. Aslında, masalın ölümcül çözümü, nefret değiştiren ego'nun yaşamın devamlılığı için ne kadar gerekli olduğunu göstermektedir. Çifte uzun zamandır beklenen cinayeti, anlatıcıların intiharını da oluşturduğu için Poe, yaşamda en çok reddetmek istediğimiz unsurları bilmeden geliştireceğimizi ileri sürüyor. Bir takım duyguları reddetme veya bastırma eğilimi - rakiplerin nefreti gibi - bu duyguların kendi için ne kadar önemli olduğunu gösterir.

"Kırmızı Ölümün Maskesi" ve "Amontillado'nun Fıçısı"nda olduğu gibi, "William Wilson"un dramatik çözünürlüğü bir maskeli balo partisi sırasında gerçekleşir. Poe, anlatıcının cinayet dürtülerini salıvermek için maskeli balo motifine güvenir. Ancak, anlatıcıların öldürücü olmasa da, asıl arzusunun hala erdemli olmadığından daha az olduğunu öne sürüyor: yaşlı dükün genç ve güzel karısına doğru romantik ilerlemeler yapmak istiyor. Poe, şehvetle anlatıcının kendi kimliğini saplantısına bağlar. Poe, erkekleri özdeş kostümlerle giydirerek, anlatıcı bir kılık değiştirdiğinde bile kendi iblislerinden kaçamayacağını ima ederek rekabeti abartıyor. Sadece düşes arzusuna hizmet eden anlatıcı, çocukluğundan beri onu rahatsız eden düşmanlık üzerinde hareket eder.

Poe'nin hikayesini, 1913'te yapılan ve savaşın ön habercisi niteliğinde olan  Alman Sineması'nın ilk uzun metrajlı filmler arasında yer alan "Der Study von Prag" filmi üzerinden okunduğunda daha bir anlam kazanacaktır.

17 Şubat 2017 Cuma

İvan İlyiç Öldü mü?

Tolstoy'un İvan İlyiç'in Ölümü (1886) adlı romanının baş kahramanı karısından soğuyalı çok olmuştur, çocukları onun için bilinmezlerle doludur, etrafında sevdiği arkadaşları olmadığı gibi arkadaşlarının ondan daha iyi mevkilere gelmeleri ya da işlerinde yükselmeleri kendisi için korku kaynağıdır. İvan İlyiç statüyle fena halde kafayı bozmuş bir adamdır. Petersburg' da günün zevklerine uygun dayayıp döşenmiş büyük bir dairede oturur, sık sık ruhsuz akşam yemeği toplantıları düzenler, bu toplantılarda sıcaklık ve samimiyetten eser yoktur. Kendisi yüksek mahkemede yargıçtır, işini sevmesinin başlıca nedeni, işi sayesinde kendisine duyulan saygıdır. İvan İlyiç bazı geceler geç saatlerde "şehirde çokça adı geçen" kitaplardan birini okur, nasıl davranması gerektiğini de gazetelerden öğrenir. Tolstoy, yargıcın yaşamını şöyle özetler: "İvan İlyiç'in işinden haz almasının nedeni işiyle gurur duyması, toplumdan hoşnut olmasının nedeni de gururunun okşanmasıydı; onun samimi bir şekilde haz aldığı tek şey 'vint' oynamaktı."

İvan kırk beş yaşına geldiğinde bedeninde bir ağrı hissetmeye başlar, daha sonra bu ağrı bütün vücuduna hükmeder. Doktorlar, ona tam olarak ne olduğu konusunda kesin bir şey söyleyemezler. Karaciğerinde bir sorun olduğundan ya da tuz seviyesindeki uyumsuzluktan söz ederler ama bütün bu sözler belirsiz ifadelerle doludur, reçetesine yazdıkları ise pahalı ama hiçbir işe yaramayan ilaçlardır. İvan çalışamayacak kadar yorgundur, bağırsakları yanıyormuş gibi hisseder kendini. 

Yemeden içmeden kesilir ve her şeyden önemlisi çok sevdiği "vint" oyununu bile oynamak istemez artık. Kendisi de etrafındaki insanlar da bu sürecin yakın zamanda ölümle sonuçlanacağını anlamışlardır. Bu durum İvan'ın adliyedeki arkadaşları için hiç de can sı­kıcı bir durum değildir. Fiodor Vasilyeviç, İvan'ın ölmesi durumunda Ştabel'in ya da Vinnikov'un görevini devralacağını öngörür; böylece maaşı 800 ruble artacak üstelik kendisine masraflar için ayrıca bir ödenek ayrılacaktır. İvan'ın bir başka meslektaşı Piotr İvanoviç, İvan'ın ölmesi durumunda Kaluga' dan eniştesini çağırıp İvan'ın yerine işe başlatabileceğini hesap eder; bu durumda karısı pek memnun olacak, ev hayatı daha hoş bir hal alacaktır. Ailesine gelince: İvan'ın öleceği haberi onlar için de büyük bir felakete yol açmaz. 

Karısı karalar bağlamaz; ancak evin gelirinin azalacağını düşünerek biraz sıkıntıda hisseder kendini. Partilerde boy göstermeyi pek seven kızı ise babasının cenazesinin kendi evlilik planlarına gölge düşüreceğini düşünerek endişe duyar. İvan'ın tarafındaysa her şey çok farklıdır. Birkaç haftalık ömrü kalan İvan, yaşamının harcanmış olduğunu fark eder. Onun yaşamı dıştan bakıldığında saygı uyandırır belki ama gerçekte bir değer taşımaz. 
Yetiştirilişini, aldığı eğitimi ve kariyerini bir kez daha gözden geçirdiğinde yaptığı her şeyin başkalarının gözünde önemli olabilmek için yapılmış şeyler olduğunu görür. Kendi ilgi alanları ve duyarlılıkları, kendisini bir nebze bile umursamayan insanlar uğruna feda edilmiş­tir. Bir gece acılar içinde kıvranırken içine bir his doğar: "Belki de nadir olarak yaşadığı ve belli belirsiz fark ettiği o içgü­düler, insanların yüksek statü anlayışlarına duyduğu o tepki, bütün o bastırdığı, derinlerde kalmış duygular: asıl önemli olanlar onlardı. 
Belki geriye kalanların hiçbiri gerçek değildi. Resmi görevleri, yaşama biçimi, toplumdaki insanların kendisine ve mesleğine biçtiği değer: bunların hepsi gerçek olandan son derece uzaktı belki." Kısacık ömrünü bitirip tüketmiş olma hissi yetmezmiş gibi İvan bir de etrafındaki insanların kendisiyle ilgili önemsedikleri ve sevdikleri tek şeyin statüsü olduğunu fark etti. Etrafındakiler onun gerçek benliğini, o kırılgan benliği hiç önemsemiyorlardı. Bir yargıç, varlıklı bir baba ve ailenin reisi olduğu için sevilip sayılıyordu. İşte şimdi bütün bu özellikler silinip gitmeye yüz tutmuşken İvan acı ve korku içindeydi, hiç kimsenin kendisini seveceğine güvenemezdi artık. 

"İvan İlyiç'i en çok çileden çıkaran şey hiç kimsenin ona hasretini çektiği şefkati göstermiyor oluşuydu. Uzun süre acı çektikten sonra bir an geliyor, (bunu itiraf etmek utanç verici olsa da) yalnızca ve yalnızca küçük bir çocuk gibi merhamet görmek ve sevilmek istiyordu. Sırtının sıvazlanmasını, öpülmeyi, ok­şanmayı istiyordu, hasta çocukların gördüğü o özenli muameleyi görmek istiyordu. Biliyordu ki kendisi bu yaşında, aklar düşmüş sakalıyla mühim bir memurdu; ama olsun, onun istediği tam da buydu işte." 

İvan son nefesini verdikten hemen sonra, sözde arkadaşları olan insanlar başsağlığı dileklerini sunmak üzere evini ziyaret ettiler; ancak asıl üzüldükleri şey, İvan'ın ölümüyle "vint" oyunu programlarının sekteye uğramış olmasıydı. Cenazesi başında İvan'ın balmumu gibi eriyip gitmiş içi boş suratına bakan Piotr İvanoviç bir gün ölümün kendisini de bulacağını düşünmeye başladı. 

Enerjisinin çoğunu iskambil oyunlarına adamış biri olduğu için ölümü çok ciddi etkiler doğuracaktı. "Eyvah, aynı şey her an beni de bulabilir" diye düşündü Piotr İvanoviç; ölüm paniği o an onu can evinden vurmuştu. Buna karşın, Piotr İvanoviç'in kendisi farkında de­ğildi belki ama bütün bu olan bitenin İvan İlyiç'in başına gelmesi ama onun henüz ölmeyeceği düşüncesi çok geleneksel bir düşünceydi. Piotr İvanoviç'i de içinde bulunduğu kasvetli durumdan kurtaran, bu düşünce oldu. Eğer bu düşünce olmasaydı Piotr İvanoviç çok kısa sürede kendini bunalımın kucağında bulurdu.

"Ölüm, bu özellikleri hiçe sayarak, sistem içinde var olmak ya da yer edinmek için çırpınmamızın değersizliğini ve geçiciliğini yüzümüze vurur. Sağlığımız yerindeyken ve iktidarımızın zirvesinde olmanın tadını çıkarıyorken, bize iltifat edenlerin gerçekten bizi sevip saydıkları için mi yoksa kendi çıkarlarına uyduğu için mi iltifat ettiklerini hiç düşünmeyiz. Buna benzer sorgulamalarda bulunmak aklımıza gelmez. "Ben miyim önemli olan yoksa toplumdaki konumum mu ?" gibi sorular soracak kadar cesur ve kinik hissetmeyiz kendimizi. Ancak ölümcül bir hastalık, aradaki ayrımı hızlı ve zalim bir hamleyle belirginleştirir. 

Ölüm gelip kapımızı çaldığında, hastanede pijamalar içinde yatarken, statümüze odaklanmış olan sevdiklerimize karşı öfke duymaya eğilimlinde olabiliriz; onları kalpsiz bir biçimde bizim konumumuzu önemsemekle suçlar, onların çekim alanlarına girdiğimiz için de kendimize öfkeleniriz. Ölüm fikri toplumsal yaşama sahicilik kazandırır. Hastanede hasta döşeğinde yatıyorken kimlerin bizi ziyarete geleceğini sorgulamak, ajandamızı düzenlememiz ve bazı isimleri telefon defterimizden çıkarmamız için başvurduğumuz en kolay yöntemlerden biridir. 

Koşullu sevgi ilginç olmaktan çıkınca, onu elde etmek için izlediğimiz yollar da cazibesini yitirir. Zenginlik, saygı ve güç, bize sadece toplumsal yapı içinde elimizde tutabildiğimiz süreyle sınırlı bir sevgi sunuyorsa eğer ve eğer yaşamlarımızı savunmasız, dağılmış, çocuk gibi ilgi bekler bir halde noktalıyorsak, o zaman koşullu sevgilerden uzaklaşmaya başlar, bütün enerjimizi, altımızdaki zeminin ve konumun kayıp gittiği durumlarda bile yanımızda olacak insanlara yönlendirmeyi düşünü­rüz. Tolstoy, İvan İlyiç'in Ölümü'nde hayatın görünmez ya da görmezden geldiğimiz noktalarını kıymık gibi gözümüze batırır.
Meksikalıların özdeyişi vardır: "Bencillik ve oburluk yaşlılıkla birlikte başlar."

7 Şubat 2017 Salı

Kumdan Bir Hayat Saate Benzer

Asıl ismi Amantine-Aurore- Lucile- Dupin olan George Sand Temmuz 1804'te Fransa'da dünyaya gelir. Eğitimini manastıra kapatılarak tamamlar. Kendine güvenen ateşli kişiliğe sahiptir. Yaşamını kendi ayakları üzerinde kurma özlemiyle büyür. Kadın olarak güzellik- çirkinlik sorununu kendi üzerinde örnek vererek anılarını anlattığı kitabında şöyle değerlendirir:

"Kısacası; saçlarım, gözlerim, dişlerim ve daha bozulmamış vücudumla gençliğimde ne çirkin, ne de güzeldim. Ben bunu önemli bir kazanç sayarım. Çünkü çirkinlik bir anlamda, güzellik bir anlamda saplantı yaratır insanda. (...) En iyisi kimsenin gözünü kamaştırmayacak, kimseyi ürkütmeyecek düzgün bir yüzü olmalı insanın. Ben böyle biri olduğum için kız arkadaşlarımla olsun, erkek arkadaşlarımla olsun anlaşmakta zorluk çekmedim."

Sand gençlik dönemini kitaplar okuyarak, kendini eğlendirmek için ufak yazılar kaleme alarak geçirir. Gelecek üzerine planlar yapmaz, varolanı yaşamayı ilke haline getiren yapısı vardır. Bilinmeyen gelecekten korkar, nostaljiyi sever, bugünkü anı (şimdiki an) zamanı yaşar. Hayatım isimli kitabında yaşama dair düşüncelerini şöyle aktarır:

"Gelecek günleri özlemekten çok onlardan korkuyorum. Geleceği düşünmeyi hiç sevmemişimdir. Bilinmeyen korkutur beni. Hüznü veren geçmişi daha çok severim. Şimdiki zaman, istenilmiş olanla elde edilmiş olan arasında bir çeşit uzlaşmadan başka bir şey değildir. İnsan şimdiki zamanı olduğu gibi kabul eder ve ona ses çıkarmadan katlanır. Çünkü daha başka şeylerin de olduğu gibi ses çıkarılmadan katlanıldığı bilinmektedir. Ama yarın neyi kabul edeceğimizi ve neye katlanacağımızı kestirebilir miyiz?"

1822 yılında "Casimir" diye bilinen Francois Dudevant'la tanışır. Casimir güleç yüzlü, asker tavırlı bir gençtir. Sand onun şakacı mizacından hoşlanır. Casimir, Sand'a "yaman bir delikanlı" olarak görür. Belki de Casimir'i, Sand'la evlenmeye isteklendiren bu bakış açısıdır. Bir Sand'a gösterdiği ölçülü, güvenilir dostça tavırları... Sand, Casimir'in evlenme teklifini onaylarken bir aşık olarak davranmaz; mantığını kullanır, onun sevimli, iyi bir insan olmasıyla yetinir. Kararını verdiren aşk duyguları değil, hayatı boyunca sürecek olan mantıklı düşünceleridir. Sand'ın şu sözlerinden bunu anlayabiliriz:

"Gönlüm hiçbir vakit kafamın haberi olmayan bir şey yapmamıştır. Bedenimden gelen tedirginlik de hiçbir vakit doğru düşünmemi kösteklememiştir, hiçbir vakit insanların sözlerini kuşkuyla karşılamamı engellememiştir. Demek Casmir'in düşünceleri sevimli gelmişti bana."

Eylül 1822'de evlenirler; ama kısa süre sonra Sand evliliğin ona göre olmadığını anlar. Paris'in dışında oturdukları köy evindeki monoton yaşam, evliliği iyice çekilmez kılar. Sıkıntılı, iki kişiyi içeren tek kişinin yalnızlığı başlar. Sand'da hayattan iğrenme duygusu gelişir. Kendisini Casmir'in hayatını engelleyen ayak bağı gibi görür. Casmir de onun gelişiminin önünde engel olarak durur. Sıradan aile yaşamının, kuralların, görevlerin yükü Sand'ı mutsuzluğa iter. 1823'te ve daha sonra 1828'de doğuracağı çocuklar evlilik hayatını mutlu kılmaz. Kendini bir tutsak gibi görür. Evlilik, kadın için erkeğin gardiyan olduğu bir hapishanedir ona göre. Sand bu duyguyu nefretle yaşar. 1831 yılında "özgürlüğünü" kazanmak amacıyla karar verir. Kocasından, yılda ikikez üç ay Paris'te çocuklarıyla yalnız kalmak ve kendi geçimini ileride kendisi sağlamak için izin ister. Casimir bu isteğin geçici bir heves olduğunu, karısının bir süre sonra pes edeceğini düşünerek izin verir. Sand'ı tanımamıştır.
Sand çok az parayla Paris'e taşınır, bir evin ufak çatı katına yerleşir. Veresiye eşya satın alır, yoksul hayatı yaşamaya başlar. Firgaro gazetesinde işe bulur. Soğuk çatı katının elverişsizliğine aldırmayarak hem okur hem yazar. Günlük yaşamını ucuza getirebilmek için her şeyden kısıntı yapar. Bir kadın için kadın giysilerinin çok pahalı olduğunu düşünerek kendisine erkek elbisesi yaptırır; üzerine kadın mantosu giyerek dolaşır. Sanat çevrelerine girmeye başlar. Balzac'la tanışır. Bu arada ünlü eseri İndiana romanını bititir ve zar zor yayınlatır. Roman büyük başarı kazanır; böylece George Sand erkek takma ad kullanarak yazarlık dünyasına adım atmış olur.

1833 yılında ünlü Fransız yazarı Alfred de Musset ile bir akşam yemeğinde karşılaşır. O dönemde Musset yirmi üç, Sand yirmi dokuz yaşındadır. Ortak ilgileri olan edebiyat sayesinde aralarında dostluk ilişkisi gelişir. Musset, Casmir'in tersine romantik kişiliğe sahiptir. Dokunaklı, içtenlikli kişiliği şiirlerine yansır:

"Kalbime dedim ki, zayıf kalbime:
-Yetmez mi çektiğim bugüne kadar                                       
Değişe değişe süren acılar
Keder katmıyor mu kederleri me!...
Kalbim cevap verdi:
-Yeter ne demek,
Yetmez çektiğimiz bu güne kadar,
İşte bizi asıl bu yükseltecek!..."
kum saati

Şiirlerinde duygusallığa koşan Musset,aşk yaşamında da aynı şeyi yapar; aşkın pençesine bir anda esir düşer; Sand'a aşık olur. Aşkın şairi Musset artık kendi adına konuşur:

"Sevgili George, saçma ve gülünç bir şey söyleyeceğim size. Bunu o gezintiden dönerken söylemiş olmak yerine nedendir bilmem, yazıyorum işte aptalca. Bu akşam üzüleceğim yazdığıma. Açıkça alay edeceksiniz benimle, sizinle şimdiye kadar olan bütün ilişkilerimde, boş konuşanın biri olarak göreceksiniz beni.  Kovacaksınız, yalan söylüyorum sanacaksınız. Size aşığım ben. Evinize ilk geldiğim günden beri aşığım. Sizi dost olarak görürsem kolayca iyileşirim sanmıştım. Sizin karakterinizde çok şey vardı beni bundan kurtarabilecek. Elimden geldiğince kendimi buna inandırmaya çalıştım; ama sizinle geçirdiğim anlar bana çok pahalıya mal oluyor."

Sand, Musset'in yöneldiği aşk kapısını açık bırakır; onunla aşkı yaşamaya başlar. Ocak 1834 yılında birlikte Venedik'e giderler. Şubat ayında Musset tifoya yakalanır. Sand o günleri şöyle anlatır:

"Beni Musset'ye özen göstermeye iteleyen bütün bitkinliime rağmen bana umulmadık güç veren büyük bir dahiye karşı duyduğum saygı değildi sadece. Onun sevimli bir insan oluşu da şair tabiatlı insanın kalbiyle düş gücü arasında hiç eksik olmayan kimi atışmaların doğurduğu acılar da benim onun üzerine titrememe yol açmıştı. (...) Hastalığı atlattıktan sonra iyileşmesi de bir o kadar sürdü."

Musset tifodan hasta yatarken, Sand hastaya çağırdığı Dr. Pagello ile ilişki kurar. Musset iyileştiğinde Sand yaşadığı ilişkiyi kendi ağzıyla itiraf eder. Musset'in aşk dünyası başına yıkılır. Mart ayında Musset Venedik'ten ayrılır, Paris'e geçer. Sand, Pagello ile birlikte Ağustos ayında Paris'e döner. İlişki uzun sürmez anlaşamazlar. Pagello tekrar İtalya'ya döner. Sand, tekrar Musset ile yaşamaya başlar. Deprem yemi Sand- Musset aşkının yaşaması olanaklı olmaz; kesin olarak ayrılırlar. Aldatılan erkek veya kadın aldatılma acısını beyinlerinde unutmamacasına hep taşır. Yıkılmış bu aşkın değerlendirmesini Sand'ın Musset'ye yazdığı buluruz:

"Haklısın bizim kucaklaşmamız bir yasak aşktı, ama biz bilmiyorduk bunu. (...) Peki bu kucaklaşmaların lekesiz ve kutsal olmayan bir tek anısı var mı bizde acaba? (...) Sen ateşli olduğun ve sayıkladığın bir gün, sana aşkın zevklerini vermeyi hiçbir zaman beceremediğimden dolayı sitem etmiştin bana. O zaman ağlamıştım buna ben, şimdiyse bu sitemin içinde gerçek olan bir şeyin bulunmamasından hoşnutum. (...) En azından, başka kadınların kollarındayken beni anımsamayacaksın."

Sand Nisan 1835'te avukat Michel de Bourges ile tanışır ve onunla yeni bir aşka daha adım atar. 1836 yılı Temmuz ayında Casimir'den boşanır. Aynı yıl çocuklarıyla birlikte İsviçre'ye, tanınmış besteci, piyanist Franz Liszt ile birlikte yaşaan Marie d' Agoult'un yanına gider. 
Maria d' Agoult'un sevgilisi olan Litsz 1837 yılında otuz üç yaşındaki  Sand'ı, yirmi yedi yaşındaki "Piyano şairi" olarak anılan Frederic Chopin ile tanıştırır. Chopin, Sand tanıştıkları ilk gece ona hiç ilgi göstermez. Hatta onu kadın olarak görmez. Arkadaşlarına Chopin, "Ne biçim bir kadın bu! Gerçekten kadın mı? Bundan bile kuşku duyuyorum," der. Ama Sand onu yanıltır. Sand, Chopin'i gözüne kestirmiştir. Onun ilgisini çekmek için yoğun uğraşıya girer. Chopin'e o sıralar Alice adındaki başka bir kadın da ilgi göstermektedir. Alice, Sand'ın çocukluk arkadaşıdır. Güzeldir. Sand güzellik noktasındaki güçsüzlüğünü bilerek bir arkadaşına şöyle yazar:

"Bir çocukluk arkadaşıma karşı çarpışacak değilim; hele karşımdaki Alice gibi dürüst, güzel bir kadın olursa. Yalnız, şunu da düşünmeliyiz: Chopin'in mutluluğunu hangimiz sağlayabiliriz: o mu, ben mi?"

Duygusal Chopin sıcaklığa, şefkate muhtaçtır. Sand, güzelliğiyle değil, şefkatle onu etkilemeyi başarır. Şefkat aşkı doğuran ebelerden en iyilerinden biridir. Sand o sıralar birlikte olduğu avukat Bourges'ten ayrılır. 1838 yılının Ocak ayında Chopin'in aşkını kazanır. Aşkta ayrılık acısının iyileştirilmesinde veya zamandan başka çaresi yoktur ikisi için...Sand, Chopin'in aşkını ilaç olarak kullanır. Şubat 1839'da Sand ve çocukarı Chopin'le birlikte  Mayoka adasına taşınırlar. Eski bir manastırda yaşamak zorunda kalırlar. Kötü yaşam, hava koşulları Chopin'i hasta eder. Psikolojisi bozulur. Mutluluk beklentileri zehirli sarmaşık günler haline gelir. Chopin o zamanki durumu Sand'a şöyle anlatır:

"Geceleyin çocuklarımla manastırın yıkık köşeleri arasında yaptığım geziden döndüüm vakit onu gecenin onunda (10'nunda) piyanosunun başında, gözleri yabanlaşmış, saçları diken diken olmuş ve yüzünün rengi uçmuş bir halde bulurdum. Bizi ancak saniye sonra tanıyabilirdi. Bunun üzerine gülmek için kendini zorlar ve bize yeni bestelediği yüce parçaları çalardı. Daha doğrusunu söylemek gerekirse; çaldığı şeyler bu yalnızlık, bu can sıkıntısı, bu ürküntü saatlerinde sanki kendi haberi olmadan kafasından geçen korkunç ve yürek parçalayıcı düşüncelerini yansıtırdı."

Chopin'i güçlükle Paris'e getirirler. 1847 yazına kadar Sand ile ilişkileri inişli-çıkışlı sürer, sonuçta biter. Aşkın sevinçli mutlu günlerinde birbirlerini görmek için çırpınan eski aşıkların son kez karşılaşmalarını Sand şu sözlerle kaydeder ve aktarır:

"Chopin'i Mart 1848'de çok kısa bir süre için gördüm. Buz kesilmiş ve titreyen elini sıktım. Ona bir şeyler söylemek istiyordum, dinlemedi kaçtı. Artık beni sevmediğini söylemek sırası bana gelmişti. Ama onu bu acı sözleri duymaktan kurtardım."

Aşk başlangıçta iki insandan uyumlu tek insanı yaratır; bitişte ise uyumsuz iki parçaya böler. Otuz dokuz yaşında Chopin ölür. Ölmeden önce Sand ile ilgili şu sözleri bırakır:

"Sand iyi kalplidir, cömerttir, güzel bir ruhu vardır. Yalnız, kadın ruhu bu; kendisinin inanmak istediği gibi erkek ruhu değil. Ben onun ilerisini hüsranla, umut kırıklığıyla görüyorum."

Sand 1876 yılına kadar yaşar. Ölmeden önce hayattan anladığını şu cümlede özetler:

"Biz bir dereceye kadar kendi hayatımızı çizebiliyoruz, ondan ötesini başkaları çiziyor."

Sand aşka gerçekte şu sözüyle bakar: "Aşk, bir defa ayaklar altında çiğnendikten sonra bir daha doğrulamayacak kadar nazik bir çiçektir." Sand, hayatını sonradan yazarlıkta kullandığı ad ve soyadına uygun yaşadı. O bir kumdu...Hayat onu sadece cam faunus içine yerleştirmişti. Kum bittiğinde yaşamın şimdiki anı içinde ölçülmüştü....

Kaynakça: Sand, George, Hayatım, Milliyet Yayınları, 1971


















6 Ocak 2017 Cuma

AVATAR'IN METAFORLARINI KEŞFETMEK


Sinema da Alt-Metin Okuması: AVATAR
İnsanların drama eserlerinde, başka sanat formlarında olduğundan daha fazla şekilde kastettiklerinin fiilen telaffuz etmedikleri belirtilir. Fakat bunun her zaman bu yolla "alt-metin" yoluyla yalan söylendiği anlamına da gelmeyeceği savunulur. Bir gerçeğin  ya da uydurma yadsıma da söz konusu değildir. Büyük drama eserlerinde bir sözler vardır, bir de sözlerin altında yatan gerçekler. Metin ve alt-metin. Bunların ikisinin aynı şey olmadığı da vurgulanır. 

 

AVATAR'IN METAFORLARINI 
KEŞFETMEK

2009-2010 sezonun en çok gişe hasılatı yapan filmlerinden Avatar, alt-metin duygusal (görme, işitme, koku alma ve dokunma duyularıyla ilgili) metaforlarla gösteren bir yapımdır. Filmin başında Jake Sully'nin arkaplan hikayesini izler, bir savaşta yaralandığını, deniz piyadesi olduğunu ve Pandora görevinde kardeşinin yer aldığını öğreniriz. Alt-metin, bu hikayenin aslında, atları, bazı kuşları ve ejderhalarıyla Kutsal Ağacın Ruhu'yla tinsel uyum içinde yaşayan gezegenin yerlilerine meydan okuyarak makineleri, teknolojileri, donanımları, haritaları, planları ve şemalarıyla kudretli dünyalılar hakkında olduğunu gördükçe belirginleşmeye başlar.

Alt-metin, güçlü uygar insanların görünüşte uygar olmayan, pek insan da olmayan bir ırka karşı koymayı temsil eder. Buradaki hırs bizde bir sürü çağrışım uyandırır; 1800'lerin başlarında Amerikalı yerleşimcilerin Doğu, Ortabatı ve daha sonra Batı'daki toprak arayışları, yolu onları öldürmekten geçse bile bu toprakları yerlilerin elinden zorla almaları, üstelik yerlileri daha az elverişli yerlere sürmeleri bu çağrışımlardan biridir.

Tema da çağrışımlar fikrine bağlanır: Na'vi'ler Büyük Ruh'la, hayvanlarla bağlı, bir topluluk olarak da birbirlerine bağlıdırlar. Dünyalılar ise birbirlerine bağlı değillerdir, savaş olsun isterler ve uyum-barış içinde yaşayamazlar. 
Bu çağrışımlar ırkçılık ("bu insanlar benden geri, o yüzden onları sömürebilirim"), sınıf ayrımcılığı(" bizim kadar ileri değiller", "altını olan kazanır- bu sefil insanların ise kesinlikle altınları yok"), yaşlıların aşağılanması ("her  tarafı buruşmuş, ne kadar iyi olabilir ki") ya da cinsiyetçilik ("bebek, senin yerin mutfak") gibi bazı evrensel temaları barındırır. 
Fatihler başkalarının kaynaklarında hakları olduğuna inanırken, açgözlülük ve sömürü temaları çoğalır. Avatar'da sömürgecilerin 'yerlileştiği'ni, diğer kolonistlerin gibi Na'vi'lerin giysileriyle ritüellerini benimsediklerini görürüz.



Duyguya karşı mantık, kalbe karşı akıl gibi temalar da vardır. Dünyalılar her şeye saniyesine kadar ayarlamaya, planlamaya, bir stratejiye bağlamaya ve kitaplardan öğrendikleri her şey ile engin deneyimlerine sorunsal bir gözle baktıkları şeye uygulamaya çalışırlar. Ana fonksiyonu yerine getirirler. 

Oysa gezegenliler sezgileriyle, hayvanların ruhuyla temas kurarak, dinleyerek, kalpten ağlar oluşturarak kalpten kararlar alarak yaşarlar. Daha duygusaldırlar. Ağlarlar. Dilek tutarlar. Şarkı söyleler.
Seyrettiğimiz ritüellerde amaç, yerli insanlarda gördüğümüz birçok ritüelin aklımıza getirdiği (bazısı ürkütücü, bazısı aptalca ya da bazısı batıl gelecek ritüel) çağrışımları uyandırır. Buradaki ritüeller Afrikalı, Yerli Amerikalı, Asyalı, Pagan ve Pasifik ritüellerine benzerdir ve gerek toprağa, gerekse ruha yakın olmayı amaçlamaktadır. Bir parça King Kong'daki (1933, 1976) şarkıları ve ritüelleri de andırmasına rağmen, bu filmdeki ritüeller tehditkar içerik taşıdığı halde, Avatar'dakiler bize daha tinsel (ruhani) hayatlar süren, Na'vi'lerle saf tutmamıza yönlendirmektedir.

Irkçılıkla ilgili, kalbe karşı akılla ilgili, ritüellerin anlamıyla ilgili hiçbir  tartışma yapılmaz. Yine bu fikirlere kesinlikle doğrudan değinilmez, sadece alt-metin düzeyinde kalır. Avatar'ın alt-metni, diyaloglarından ziyade görüntülerindedir.



Avatar'da verilenler gerçekten ne anlama geliyor? 
Görüntüler bize ne anlatmak istiyor?
Gezegenin değerli madeninin peşindeki dünyalıların hikayesinin ötesinde: Na'vi halkının özel ağacının altında yatan daha büyük, daha derin anlamlar var mıdır?
Bazı eleştirmenlere göre," Bu, kapitalizmin eleştirisidir"; bazılarına göre, "Amerika'dan nefret etmek". Filmin başlangıç sahnelerinde, düünyalıların Pandora gezegenine gidişlerini ortaya koyar. Fark edebileceğimiz ilk imge koyu renklerdir. Uzay karanlıktır. Uzay gemisi karanlıktır. Yönetmenin dünyalılar için belirlediği palet, gri koyu mavi ve siyah bezelidir. 
Dünyalıların dünyası bize kapalı, monokromatik, boyutlu olmayan, mantıksal dünya olarak takdim edilir. Bu, aklın dünyasıdır- planlar, takip edilecek tarifeler, saniyeleri geri sayan zaman aletleri, küçük mekanlar ve muhayyile konan sınırlar vardır. İşçilerden kurallara uymaları, talimatları yerine getirmeleri, doğrudan hedefe odaklanmaları beklenir. Her şey düzenli, mantıklı ve doğrusaldır.

Jake, Avatar'ın bedenine girdiğinde renker hemen değişir. Jake denetimcisinden kurtulup sevinçle koşar. Yine bacaklarına güvenmiştir. Renk, hız ve sınırları olmayan bir dünyadır. Jake'in parmaklarını içine sokacağı kadar koyu kumlar, parlak renkli çiçekler, gür bitkiler görüntüsü ne anlatır? Kurallar ile muhayyile, sınırlar ile özgürlük arasında karşıtlıklardan biridir. Dağlar bile özgürdür ve sereserpe uzanmaktadırlar. 

Gezegenin asıl dünyasına girdiğimizde, güzel harkulade bir alemle karşılaşırız (cennet). O dünyanın içine daha da girersek şelaleler, yüksek dağlar, renkli kuşlar, iri yaratıklar görürüz. Yemyeşil, zengin ve sulaktır. Burada her şey büyür, boy atar, hayvanlar, bitkiler ve ağaçlar. Hayatın kurallarından, gezegenin fiziksel alanından daha büyük olduğu boyutlu bir alemdir. Na'vi'lerin dünya görüşü ölümden sonraki hayata inanmayı kapsar; derinlikli tinsel hayatları vardır, Doğa'nın kutsallığını duyumsarlar ve hayvanlara ve birbirleriyle bağ kurmaya önem verirler.

Na'vi'lerle belli ki yerlilerin, özellikle Yerli Amerikalıların tasavvur edilmesi istenmiştir. Bazısı zehir uçlu ok atarlar. Savaşmadan önce vücutlarını boyarlar. Şarkılar söylerler. Atlar ve kuşlarıyla savaşa gitmeden önce kan dondurucu sesler çıkarırlar. Uzun rahat elbiseler giyer, süslü başlıklar takar ve kendi usullerini Jake'e öğretirler. Jake, Yerli Amerikalıların kabilelerine yetişkin olarak alınmalarında yaşlıların usullerini öğrenmesi gibi, bir törenine katılır. Jake, üst ile Na'vi'ler arasında gidip gelirken, üssün bir rüyaya benzediğini, yemyeşil gezgenin ise gerçekliğin ta kendisi olduğunu hissedene kadar iki dünya karşıtlık iyice belirginleşir. Avatar ayrıca güvenmekle ilgili görüntüler seyrettirir. 
Derin farklılıklar çıkması tehlikesine rağmen Jake, burada ağaçlara güvenmeyi, yapraklara güvenmeyi, hocasına güvenmeyi, hatta kendileriyle bağ kurdukça hayvanlara güvenmeyi öğrenir.

Yine, tinsel görüntüler seyrederiz- bunların ilki, özgürce boy atan fidelerdir. Tohum görüntüsü çeşitli dinlerde kullanılan öğelerdir. İsa manevi hayatını, küçük olan ama tıpkı inanç gibi, maneviyatın büyüyüp gelişmesi gibi en büyük ağaçlara kadar uzanan hardal tanesine benzetir. Jake'in hayatını kurtardığında, Jake hemen kendisinin seçilmiş olduğunu anlar. Neytiri onu kabullenmek ve yaşamasına izin vermek zorundadır.

Daha sonra üç ağaç görürüz. Ağaçlar da tinsel birer metafordur. Yaradılış kitabı, hayat ağacından ve iyiyle kötüye bilme ağacından bahseder. Tanrı, Adem ve Havva'ya hayat ağacı dahil bahçedeki her ağaçtan yiyebileceklerini, ama iyiyle kötüyü bilme ağacına dokunmamaları gerektiğini söyler.

Norse mitolojisindeki dünya ağacı, Druid'lerin kutsal meşeleri, Kabala'daki mistik Musevilik ağacı ve Buda'nın incir ağacı misali, ağaçlar başka kültürlerin mitolojilerine geçmiştir.  Bu hikayede üç ağaç vardır- bir tanesi, DNA sarmalını hatırlatırcasına topluluğu sarmal oluşturan bir merkez etrafında biraraya getiren bir ağaç; diğer ikisiyse, topluluğu atalarına bağlayan kutsal ağaçlar. Ağaçların hepsinin kökleri birbirine bağlıdır ve tek hayat ağacının parçası olduklarını göstererek, birbirleriyle temas halindedirler.

Ağaçların üçü de can veren ve hayatı besleyen ağaçlardır. Kendi başına İyi ve Kötü ağacı olmamasına rağmen, (Albay gibi) fetihçi dünyalılar uyumsuz olup, yaptıkları kötülüğün bilincinde olmayan güçleri temsil ederler.
Koşan hayvanların vurulması (güçlü bir fiziksel güç) topluluğun şarkı söylemesi (tinsel bir komünal güç), savaş gürültüleri ve saldırı altındaki ağaçların çatırdaması (insanlık bağ köklerinin koptuğu) gibi sesler metaforlardır.

1 Aralık 2016 Perşembe

CESUR YENİ MEDYA

Henry Jenkins, 4 Haziran 1958 yılında ABD'de dünyaya gelmiştir.

Siyaset Bilimi ve Gazetecilik alanında eğitimler almıştır.

Georgia State University , University of Iowa , Wisconsin-Madison University eğitimlerini sürdürmüştür.

Güney Kaliforniya Üniversitesi'nde akademik hayatına devam etmektedir.

Yayımlanan ve en fazla bilinen eserleri: "Teorileri Transmedia Hikaye ", " Yakınsama Kültürü " ve "Yeni Cesur Medya"dır.

Cesur Yeni Medya'nın tarihsel benzerliklerine değinmek gerekir. Jenkins'in neden 2016 yılında yayımladığı eserine "Yeni Cesur Medya" adını vermiştir? Shakespeare'in "Fırtına" adlı eserinde V. Perde 1.Sahne sayfa 183'te "Miranda " isimli karakterin "Hey cesur yeni dünya" şeklindeki repliğine göndermeli Aldous Huxley'in  kitabının adıdır. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya romanının konusu: 26. Yüzyılın Londra’sında geçmektedir ve distopik bir atmosfer mevcuttur. Toplum üreme teknolojisi, öjenik ve uykuda öğretim yani hipnopedi sayesinde toplum değiştirilmiştir. Jenkins'inin, "Cesur Yeni Medya" eseri, uluslararası politik sistem, uluslararası ekonomik yapı bağlantılarını, uluslararası medya sektörünün küreselleşme bağlamında kurumsal yapıların "alt yapı ile üst yapı"nın  yakınlaşmasını kaleme almıştır.  Kültürel bağlamda, sosyal medyanın, kitle ve/veya popüler kültürün halk kültürüne dönüşebilme süreçlerini tarihsel örneklerden yola çıkmıştır. 



Kitabın Ana Fikirleri:

Yakınlaşmanın Sunağında İbadet

Öncelikle medyadaki Değişimi Anlamak İçin Yeni Bir Paradigma sunuyor.
Cesur Yeni Medya, sosyal medya üzerine geliştirilen üç kavram arasındaki ilişki hakkında açımlamalar yapar: Medya yakınlaşması, Katılımcı kültür ve Kolektif zeka.
Yakınlaşma ile içeriğin çeşitli medya platformları üzerinden akışını, çeşitli medya endüstrilerinin işbirliğini ve istedikleri türlü eğlence deneyimi arayışıyla neredeyse her yere gidebilecek medya izleyicilerinin göçebe davranışından söz ediliyor.
Yakınlaşma, kimlerin konuştuğuna ve ne hakkında konuştuklarını sandıklarına bağlı olarak teknolojik, endüstriyel, kültürel ve sosyal değişiklikleri tanımlayabilen bir sözcüktür.
Medya yakınlaşması dünyasında önemli hikaye anlatılır, her marka satılır ve her tüketiciye çeşitli medya platformları üzerinden kur yapılır.
Medya içeriğinin- farklı medya sistemleri, rekabet halindeki medya ekonomileri ve ulusal sınırlar üzerinden- dolaşım ağırlıklı olarak tüketicilerin aktif katılımına dayanır. Yazar, yakınlaşmanın esasında aynı aygıtlarda muhtelif medya işlevlerini  bir araya getiren teknolojik süreç olarak anlaşılmasına da karşı çıkar.
Yakınlaşmayı bunun yerine, tüketicilerin yeni bilgiler aramaya ve dağınık medya içerikleri arasında bağlantılar kurmaya teşvik eden/edilmesiyle kültürel değişimi temsil eder. İzleyicilerin yeni medya sisteminde rol almalarını anlatır.

Katılımcı kültür tabiri eski pasif anlamda medya izleyiciliği kavramlarına tezattır. Medya yapımcıları ve tüketicilerden farklı rollerle meşgul oluyorlarmış gibi bahsetmektense, onları yeni kurallar dizinine göre birbirleriyle etkileşime giren katılımcılar olarak görülür. Tüm katılımcılar eşit olarak yaratılmadığı tezi savunulur. Şirketler hatta kurumsal medya içerisindeki bireyler- hala bireysel tüketicilerden ve hatta tüketicilerin toplamından daha fazla güç ortaya koyarlar. Bazı tüketicilerin gelişmekte olan bu kültüre katılım için daha fazla beceriye sahip olduğu yönünde düşünce vardır. Yakınlaşma, ne kadar sofistike hale gelirlerse gelsinler, medya aygıtlarıyla gerçekleşmediği yönünde belirtilir.


Yakınlaşma, bireysel tüketicilerin beyinlerinde ve onların diğerleriyle sosyal etkileşimiyle meydana gelecektir. Hiçbirimiz her şeyi bilemeyiz; her birimiz bir şeyler biliriz ve kaynaklarımızı toplayıp becerilerimizi birleştirirsek, parçaları bir araya getirebiliriz. Kolektif zekâ medya gücünün alternatif kaynağı olarak görülebilir. Yakınlaşma kültürü içerisinde günlük etkileşimlerimiz sayesinde bu gücü kullanmayı kullanıcıların öğrendiğini belirtir. An itibarıyla bu kolektif gücü çoğunlukla eğlence hayatımızda kullandığımız ve yine ancak yakın zamanda bu becerileri daha “ciddi” amaçlar için kullanılacağını ön görüyor yazar. Kitap aynı zamanda din, reklam, eğitim, siyaset, eğitim ve hatta ordunun işleyişini nasıl değiştireceğini de incelemektedir. 

Kitabın İncelenen Ana Bölümleri:
Cesur Yeni Medya yedi bölümden oluşmaktadır. Bölümlere dair geniş temalı fikir sunacak içerik bilgileri bölümler halinde verilmiştir.


1           1. Bölüm:

“Survivor”a odaklanır ve “ American Idol” etrafında döner. Birinci bölüm, okuyucuları “Survivor”ı spoil edenlerin- yayınlanmadan önce programın birçok sırrını gün ışığına çıkartmaya çalışmak için bilgilerini birleştiren bir grup aktif tüketici- az bilinen dünyasına yönlendiriyor. “Survivor”u spoil etmek, burada bihassa işbaşındaki kolektif zekaya canlı bir örnek olarak verilir. Bilgi toplulukları ortak entelektüel ilgileri etrafında oluşur; üyeleri genellikle geleneksel bir uzmanlığın bulunmadığı alanlarda yeni bilgiler oluşturulmak üzere birlikte çalıştıklarına dikkat çekilir. Bilginin arayışı ve değerlendirilmesi bir anda müşterek ve muhalif haline geldiği belirtilir. Bu bilgi topluluklarının nasıl çalıştıklarını tespit etmek, günümüzdeki medya tüketiminin sosyal doğasını daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacak bilgileri içerir. Ayrıca medyanın yakınlaşması çağında bilginin güce nasıl dönüştüğünün iç yüzünü göstermek amaçlı bilgiler içeriyor.


2         2.Bölüm:

Reality TV olgusu gözden geçirir.  “American Idol”ı, “Duygusal Ekonomi” tarafından reality TV’nin nasıl şekillendirildiğini anlamaya çalışarak medya sektörünün bakış açısını incelenir. TiVo- ve VCR’ların çağında otuz saniyelik reklamların düşen değeri, Madison Avenue’yu tüketici halkla bağlantısını tekrar düşünmeye zorlar. Bu yeni “duygusal ekonomi” , şirketleri, markalarını sektörün içinden tabiriyle “aşk markalarına” (lovemark) dönüştürmeye ve eğlence içeriği ile marka mesajları arasındaki çizgiyi silikleştirmeye nasıl teşvik ettiği açımlanır. Duygusal ekonomi mantığına göre ideal tüketici aktiftir, duygusal olarak bağlıdır ve sosyal ağdadır. Reklamı izlemek veya ürünü tüketmek artık yeterli değildir; şirket, izleyicileri marka topluluğunun içine davet eder.  Ancak bu tür bağlantılar daha aktif tüketimi teşvik ederken, bu topluluklar aynı zamanda marka bütünlüğünün koruyucuları ve böylece bağlılıklarını sunmak istedikleri şirketlerin eleştirmenleri haline de gelebileceklerini açımlar. Her iki durumda da üreticilerle tüketicilerin franchiseların yaşamlarına katılım davetine uymak istemesinden ötürü kopmakta olduğunu belirtir. “American Idol”ın de, hayranların katılımlarının marjinal olmasından ve yapımcıların rekabetin sonucu şekillendirmekte fazlasıyla aktif bir rol oynamasında korktuklarına vurgu yapar. Katılım ne zaman müdahale etme haline gelir? Ve diğer üreticiler eğlence deneyimi üzerinde ne zaman aşırı güç uygularlar?

3           3.Bölüm:

“Matrix”in transmedya anlatılıcılığı üzerinde durulur. Transmedya  hikaye anlatıcılığı, tüketiciler üzerinden yeni talepler yaratan ve bilgi topluluklarının aktif katılımına bağlı medya yakınlaşmasına bir karşılık olarak doğmuş yeni bir estetiğe dikkat çekilir. Transmedya hikaye anlatıcılığı dünya yaratma sanatıdır. Kurgusal bir dünyaya bütünüyle deneyimlemek için tüketicilerin avcı ve toplayıcı rolüne bürünmesi, medya kanalları arasında hikaye parçalarının izini sürüp bulması ve çevrimiçi tartışma grupları aracılığıyla birbirleriyle notların karşılaştırılması, zaman ve çabalarını ortaya koyan herkesin daha zengin bir eğlence deneyimi elde etmesini sağlamak üzere işbirliği yapması gerektiği belirtilir. Üç “Matrix” filmini yazan ve yöneten Wachowski Kardeşler’in transmedya hikaye anlatıcılığını çoğu izleyici üyenin hazır olduğundan daha öteye götürdüğü savunulur.

           4.Bölüm:

Dördüncü bölümde, George Lucas’ın mitolojisini kendi fantezileri ve arzularını tatmin etmek üzere aktif bir biçimde yeniden şekillendirilen “Yıldız Savaşları” hayranı film yapımcıları ve oyuncularıyla ilgilenir. Hayran kültürleri burada kitle kültürünün içeriğine karşılık olarak eski halk kültürü sürecinin yeniden canlandırılması  olarak anlatılır.

         5. Bölüm:

Harry Potter üzerindeki belirli mücadele üzerinde düşünmek için odak noktasını katılım politikasına doğru genişletir. Harry Potter hayranları ile J. K. Rowling’in kitaplarının film haklarını satın alan Warner Bros. Arasındaki çekişme ve kitapların muhafazakar Hıristiyan eleştirmenleri ile o kitapları, genç okuyucuları cesaretlendiren araçlar olarak gören öğretmenler arasındaki çekişmeleri anlatır. Geleneksel bekçilerin yok olmasına ve fantezinin günlük hayatlarımızın pek çok farklı kısmına yayılmasına karşı birtakım tepkileri detaylandırıyor.  Bir taraftan muhafazakar Hıristiyanlar temel sosyal ve kültürel değişimlerin karşısında daha geleneksel otoriteyi yeniden ileri sürerek medya yakınlaşması ve küreselleşmeye karşı nasıl hamle yaptıklarına değiniyor. Diğer bir yandan da, bazı Hıristiyanlar medya okuryazarlığı eğitimine özgün yaklaşım geliştirerek ve Hıristiyanlığa çekilmiş hayran kültürlerinin ortaya çıkmasını teşvik ederek yakınlaşmayı kendi medya destek biçimi olarak benimsendiğini belirtiyor.
Bu beş bölüm boyunca, köklü kurumların modellerini nasıl tabandan gelen hayran topluluklarından aldıklarını ve medya yakınlaşmasını ile kolektif zeka çağı için kendilerini nasıl yeniledikleri- reklamcılık sektörünün tüketicilerin markayla ilişkisini nasıl tekrar gözden geçirmeye zorlandığını, askeriyenin sivillerle ordu mensupları arasındaki iletişimi yeniden yapılandırmak üzere çokoyunculu oyunları nasıl kullandıklarını, pek çok kişinin yazar olmaya başladığı çağda hukukçuların “adil kullanım”ın ne anlama geldiğini nasıl anlamaya çalıştıklarını, eğitimcilerin yaygın eğitimin değerini nasıl tekrar değerlendirilmekte olduğunu, bazı muhafazakar Hıristiyanların popüler kültürün yeni biçimleriyle nasıl uzlaştıkları gösterilmeye çalışılmıştır.


6          6.Bölüm:

Demokrasiyi daha katılımcı duruma getirmenin ne getirebeceğini inceler yazar. 2004 başkanlık seçimlerine bir bakış açısı önermek üzere yakınlaşma hakkındaki fikirlerini uygulayarak popüler kültürden kamusal kültüre dönecek olduğunu vurgular. Sürekli olarak, vatandaşların haberler ve siyasi açıklamalardan çok, popüler kültürden daha iyi hizmet görmüşlerdir; popüler kültürün bu seçimin getirileri hakkında halkı eğitmek ve sürece daha fazla katılmaya teşvik etmek üzere yeni sorumlulukların üstlendiğini belirtir. Bölünmeye yol açan kampanyanın ardından popüler medya farklılıklarına rağmen bir araya gelmenin yollarının şekillendirebildiğini belirtir. 2004 seçimleri, vatandaşlar kampanyanın kirli işlerinin çoğunu yapmaya teşvik edilirken ve adaylarla partiler politik süreçte kontrolün bir kısmını kaybetmişken, medya ve politika arasındaki ilişkide önemli bir geçiş anının temsilini vurgular. Bu bölümde tüm taraflar vatandaşların ve tüketiciler tarafından daha büyük katılımı var saydıklarını ve bu katılımın şartları konusunda bir uzlaşmalarının olmadığı tezini savunur. Trump’ın başkanlık sürecinde popüler kültürü kullanımı örnek verilebilir.
                                  
7      7.Bölüm:

Sonuç bölümünde anahtar ifadesi yakınlaşma, kolektif zeka ve katılıma tekrar vurgu yapar yazar. Eğitim, medya reformu ve demokratik vatandaşlık için ele aldığını belirten Jenkins, Yakınlaşma kültürünün medyayla olan ilişkilerimizi düşünme şekillerimizdeki bir değişikliği temsil ettiğini, bu değişikliğin ilk önce popüler kültürle olan ilişkilerimizle yaptığımız, ancak oyun deneyimiyle elde ettiğimiz becerilerimizin öğrenme, çalışma, siyasi sürece katılma ve dünya üzerindeki diğer insanlarla bağlantı kurma yolları üzerinde etkilerinin olabileceğine dair bir idea sunar.


Kitaptan Alıntılar:
New Orleans’ta düzenlenen panellere değinen Jenkins verdiği örnekleri,” Oyun konsollarıyla ilgili bir panelde, Sony (bir donanım firması) ile Microsoft (bir yazılım firması) arasında gerilim yaşandı; her ikisinin de büyük planları vardı fakat temelde farklı iş modellerine ve vizyonlarına sahiptiler. Hepsi esas zorluğun bu ucuz ve kolay erişilebilen teknolojinin potansiyel kullanım alanlarını genişletmek ve böylece yakınlaşma kültürünün insanların oturma odalarına sızdıracak bir “kara kutu”, bir “Truva atı” haline gelmesini sağlamak olduğu konusunda hemfikirdiler. Bir anne çocukları okuldayken oyun konsolunu ne yapacaktı? Bir aile Noel’de büyükbabaya bir oyun konsolu hediye edip ne yapacaktı? Yakınlaşmayı beraberinde getirecek teknolojiye sahiptiler, fakat kimsenin bunu niye isteyeceğini çözememişlerdi.” Jenkins, 2016: 26)

“1980’lerin ortasında başlayan çapraz medya mülkiyetinin yeni kalıpları şirketler için içeriğin tek bir medya platformu yerine çeşitli kanallardan dağıtımını daha cazip hale getiriyordu. Dijitalleşme yakınlaşma için şartlar belirledi; kurallarını ise holding şirketler yarattı.” (Jenkins, 2016: 29) 

10 Kasım 2016 Perşembe

"Çünkü topraksın ve yine toprağa döneceksin."


Karanlık dünyanın yaralı bir kadını Furuğ. 

Furuğ Ferruhzad, şair, yazar, oyuncu ve yönetmen kimliğiyle, İran'ın XX. YY'da yetiştirdiği en önemli kadınlardan birisidir. Acılı hayat hikâyesi, bir kadın olarak İran gibi bir doğu toplumunda şiir adına düzene ve baskıya karşı çıkması ile şiir yazım tekniğindeki eşsizlik, belki de onu tüm dünyada biricik kılar.  

Furuğ Ferruhzad 5 Ocak 1935'te Tahran'da doğmuş ve 13 Şubat 1967'deelim bir trafik kazasında, henüz 32 yaşındayken ölmüştür. Bu kısacık yaşamına Tutsak (Esîr, 1952), Duvar (Dîvâr 1957), İsyan (İsyân, 1959), Yeniden Doğuş (Tevelludî Diger, 1964), İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına (1974, ö.s.) isimli şiir kitaplarını, ödüllü belgeselleri ve filmleri sığdırmış; hayatı film yapılmıştır. Ev Karadır filminde İran'da 1979 yılına kadar sürecek olan Cüzaam Koloni Köyü'nü belgesel olarak çeker. Ev Karadır filminde rol alan babası cüzam hastası olan Hüseyin'i evlat edinir. Furuğ'nun şiirlerini ileriki yıllarda Almancaya çeviren oğlu Hüseyin olacaktır da. Çünkü Furuğ Ferruhzad’ın hayatını bilmek, onu ve şiirini yakından tanımak, sadece İran şiirini derinden etkilediğinden değil, tüm Avrupa'da ve dünyada kadın sanatçıların sembolü haline gelmiştir.

Furuğ doğduğu gün kar yağıyordu. Öldüğü gün de kar yağıyordu. Dört kardeşin yanında belki de en asi en fevri tavırlarıyla ve küçüklüğünde hep cezaları hak ettiği düşünülen ve alan bunda da asla geri adım atmayan küçük kız çocuğudur. Evdekilere bağıran, ısıran bir  küçük kız çocuğu. Annesinden yediği dayaklardan heykel gibi inatla ayak direyen ve karşısında duran bir kız çocuğu Furuğ. Yıllar sonrada aynı zaman diliminde büyüyen hayatına giren insanların karşısında da bağırmak zorunda kalacaktır. Furuğ'un çocukluğu çok enteresandır.  

Diğer küçük kız çocuklarına çok benzemez. Kız çocuğu gibi cicili bicili giyinmeyen annesinin yanında durmayan ve Rıza Şah dönemi gibi bahtsız bir dönemin yaşandığı kısıtlılıkların döneminde Furuğ bir erkek çocuğu gibi yaşar. Çorap ve ayakkabı giymeyi hiç sevmiyor. Sokakta sek sek oynarken yalın ayak dolaşıyor. Bu bazı kültürlerde çok normal karşılansa da İran kültürü için hoş karşılanabilecek bir durum değildir. O dönem dünya perspektifini de düşündüğümüz de hakikaten akıl erdirilebilir şeyler değildir. Bir kız çocuğunun sokakta oynaması yasaktır. 

Bu yalın ayak sokakta oynaması ilk yurtdışına çıkışında bile yansır. Ataların bir sözü vardır:" Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de odur." derler. Hoş Furuğ yetmiş yıl yaşamıyor ama o hazin yaşamında çocukluğundaki gibi, o inadı, ısrarı ilerleyen yıllarda da devam ettiriyor. Çocukluğu böyle geçer. Çocukluk portresinden çok uzaktadır aslında Furuğ. Rugan ayakkabıları bilirsiniz. Bütün insanların yaşamında çok büyük yeri olan ve çok çocuğun sarılıp yattığı ayakkabıları Furuğ, ikiye katlayarak, bükerek bahçeye gömmüştür. 

Bunu kaç çocuk yapar...Ayakkabılarına sarılıp yatan klasik bir çocuk değildir. Bu fevriliği hayatına 17 yaşında bir erkeği alıp evlenerek de gösterir. Aslında Furuğ'nun yapmak istediği evlenmek değil,  kendisine göre "hapisane"mekanını değiştirmektir.  Kız Sanat Lisesi'ndeki bitiremediği eğitimini daha sonraları atölyede resim çalışmalarını , Mehdi ve Bodger ile  yaparak devam ettirir.
Evlenmeden önce kendinden yaşça büyük olan bir eş adayı vardır. Ailesi kesinlikle evlenmesine karşıdır. Furuğ yine de ayak direr. Furuğ'un ayak diremeleriyle o evden, o "bahçeden" çıkmak istemesiyle ailesini karşısına alarak tantanalı bir şekilde evden çıkıyor, kaçıyor ve evlenir.

Eşi Pervez'in işi nedeniyle gittikleri Ahvaz kentinde evlilikleri bir yılını doldurmadan ciddi sorunlar yaşanır. Baba evine Tahran'a tekrar yeniden dönmek zorunda kalır. Aslında babası, Furuğ'nun yaptığı evliliğe çok fazla karşı çıkmıyor. Çünkü babanın o dönemde ikinci bir evlilik planı vardır. Baba bir askerdir. Ve otoriterdir. Ve otoriteye karşı gelen bir kız çocuğudur Furuğ. Babası Furuğ'u elemek ve evi boşaltmak için evliliğine karşı çıkmaz. Annesi, babasına hiçbir şekilde ses çıkartmayan bir görüntü sergileyen kadındır. 

Evlenmeden önce Furuğ evde hiç rahat değildir. Kitap okurken odasının ışığı kapanır. Evde bir şey kaybolsa kardeşleri Furuğ'dan bilirler. Hatta bir gün kardeşleri odasına gelerek dolabını ararlar. Kaybolan bir makastır. Furuğ, kocası yani nişanlısına şöyle  yazar:"Ben makası ne yapayım. Bütün odamı dağıttılar. Odam da, dolabımda makas aradılar. Oysa zaten benim bir makasım var. Ben, onların makasını ne yapayım?" Evdeki bu etkenler ve rahatsızlıklar evden erken kaçıp gitmesine neden olmuştur. 

Evliliğine karşı çıkmayan baba, tekrar eve dönen Furuğ'u evden atıyor. Ekonomik olarak sıkıntısı olmayan bir ailedir. Annesi soylu sayılabilecek bir aileden gelmektedir. Babası askerdir. Yoksul bir aile değildir. Ama Furuğ beş parasız sokağa bırakılıyor. Evden atılıyor. Kocası ve ailesi sahip çıkmıyor. Ne yapacaktır Furuğ? Dünyanın çarkı, sermayenin, güçlüklerin döneminde değirmene su taşıyor. Fakat bunun henüz o farkında değildir. Bunları yaşayarak öğrenecektir. On yedi yaşında adım attığı edebiyat dünyasının da saldırılarına maruz kalacak. Tam da bu esna da, baba evine döndüğünde "Günah" adlı şiirini yazıyor. Ve yayınlanan Günah şiiri edebiyat dünyasında müthiş çalkantılara yol açıyor. Sanat otoriteleri, edebiyat otoriteleri Furuğ'un o döneme kadar gelen İran şiirinin, egemen erk bölgelerine dayalı sansürleri delip geçiyor.

Aynı zamanda da Günah adlı şiirini kocası Pervez'e atfeder. Ama bu şiiri Pervez'e mi yazdığı, daha sonra hayatına girecek olan Golistan'a mı yazıldığı tartışma konusu olacaktır. Erkek egemen otoritelere baş kaldırmıştır. Bir nevi İran toplumsallığı içindeki yalnızlığında karşı çıkışını bulursunuz şiirlerinde. Baba evinden atılan Furuğ, Şah Caddesi'ne giderek kendisine küçük bir oda tutar kiralık. Parası yoktur. Yoksulluk, gazetelerde yazılan küfür-nameler, baba evine dönmesine sebep açacak daha sonra üzerine bir de edebiyat çevresi gelecektir. Bunları taşıyamayacaktır. Odaya kapanacak tekrar baba evine dönecektir. Sonra yeniden koca evine, sonra yeniden baba evine böyle bir gel-gitlerin odağında yaşayacaktır.

Babasına yazdığı mektupların bir cümlesinde şöyle seslenir babasına: "Ancak ben mutluluğu kendim için başka türlü yorumluyorum. mutluluk benim için... güzel elbise iyi yaşam ve iyi yemek değil. ben, ruhum memnun olduğu zaman mutluluk duyuyorum ve şiir benim ruhumu memnun ediyor.."  Ortadoğu coğrafyasında yaşanan en büyük sorunlardan biri olan ayrılırken ekonomik gücünün olmaması Furuğ'a hazin süprizler hazırlayacaktır...

O dönemde kadınların boşanma kararı alması çok nadir bir olayken, birkaç yıl süren evliliklerini bitirme kararını Furuğ verir. Ancak, terk edilmeyi kendisine yedirememiş olan ve karısı hakkında uydurulan dedikodulara, ona atılan iftiralara kanmaya meyilli olan Şapur, karısını ahlaksızlıkla, hayâsızlıkla suçlar. Öyle ki, neredeyse kendisini aldattığını mahkemeye kanıtlar! Deliler ortadadır: Öznesi ve yüklemi olmayan, imgesel aşk şiirleri… O dönemde, İran'da zaten çocuğun ve kadının velayeti erkeğe verildiğinden, Furuğ'da çocuğu gibi kocasının malıdır! Boşanma gerçekleştiğinde, şeriat mahkemesi Şapur'a, çocuğunu annesine hiç göstermeme hakkını tanır! İnsanlık dışı olan bu 'hak'kını sonuna kadar kullanacaktır Şapur: Doğurduğu ve henüz küçücük bir bebek olan oğlunu bir daha hiç görememe uğruna boşanır Furuğ! Çünkü şiir yazamamak, bir cendereye sıkışmak demektir onun için, ölümdür; yaşamdaki her şeyden çok daha önemlidir...

Henüz 19'unda gencecik bir kadınken ve çocuğunu kocasının gaddarlığına teslim ederken, özgürlüğün yıllarca içine kapatılacağı saydam bir labirent olacağını ve tek çocuğundan uzak olmanın, bir annenin içini kavuran en büyük acı olacağını elbette bilemezdi Furuğ. Onun yazdığı şiirde, evladını göremeyen, yalnızlığın, acının içinde kavrulan, etrafındaki sahte ve ikiyüzlü insanların arasında gerçek bir dost eli arayan, yaralı bir kalp vardır. 


Furuğ, evliliği betimlediği "Halka"şiiri evliliğinde yaşadığı acılara bakış açısını yansıtır. 
genç kız gülümseyerek dedi ki; 
nedir bu altın halkanın sırrı 
parmağımı böylesine sıkı sıkıya saran 
bu halkanın sırrı

yüzünde bunca ışık ve pırıltı olan
bu altın halkanın sırrı
adam hayran oldu ve dedi ki
mutluluk halkası, yaşam halkası

"kutlu olsun" dediler hep bir ağızdan 
genç kız , yazık ki yine
bunun anlamından şüphem var dedi
yıllar geçti ve bir gece

solgun kadın o altın halkaya baktı
parlak işlemelerinde gördü ki 
kocasında vefa görmek umuduyla nice günler
heder olup gitmiştir, heder olup gitmiştir

kadın perişan oldu 
ve yüzünde yine de ışık ve parıltı olan bu halka 
kölelik ve kulluk halkasıdır diyerek
için için ağladı

(Yeryüzü Ayetleri)

Furuğ'un hayatı, kendinden yaşça oldukça büyük 3 erkeğin üçgeninde geçer: Babası, kocası ve son aşkı, yazar İbrahim Golestan...Sevgiyi, şefkati, inceliği, hayatın anlamını, değerini bulmak için heyecanla uçmaya çalıştığı ve her defasında kafasını çarptığı çatının duvarlarıdır bunlar. Kendi kimliğini onların yardımıyla bulacağını düşünürken, aslında onlardan uzaklaştığı ölçüde kendisi olur. Şiire, yani yaşamının özüne onu en çok yaklaştıran insan olan Golestan bile, ona yol göstermenin, onu dünyayla tanıştırmanın ve bulunduğu korkunç yalnızlığa bir nebze ferahlık olmanın haricinde, onun için özel bir şey yapmaz; ne evini-düzenini bozar, ne de o öldükten sonra tek satır yazı yazar...

Furuğ, Golestan'a yazdığı mektuplarda şöyle seslenir: "Benim kötülüklerim nelerdir, iyiliklerimi anlatmadaki utangaçlık ve güçsüzlükten başka ve göz gördüğünce duvar, duvar, duvar olan bu dünyadaki iyiliklerimin tutsaklığının ağlamalarından başka. Ve güneşin karneye bağlandığı, fırsat kıtlığının ve korkunun ve boğuntunun ve hakaretin olduğu bu dünyada." Golestan'a  örtülü gönderiler yapar öldükten sonra anmayacağını bilir gibidir...

Başka bir mektubunda ise:"Varmak nedir bilmiyorum, ama kuşkusuz tüm varlığımın ona doğru aktığı bir maksat vardır.
Keşke ölseydim ve yeniden dirilebilseydim ve dünyanın başkalaştığını, dünyanın bu denli acımasız olmadığını, insanların bu her zamanki aşağılık ve kahpeliklerini unuttuklarını(..) ve kimsenin evlerinin etrafını duvar örmediklerini görseydim. Yaşamın gülünç alışkanlıklarına bağımlı olmak ve sınırlara ve duvarlara boyun eğmek doğaya aykırıdır."der sitem edercesine...

Karlı bir gündeki ani ölümüyle, edebiyat dünyasına, ailesine ve herkese adeta insan hangi yaşta ölürse ölsün, tamamlanmamış cümleleri olacaktır diyerek ayrılmıştır elim bir trafik kazası sonucunda bu dünyadan. Hayata tek başına direnen kadın yine tek başınadır...


Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...