10 Kasım 2016 Perşembe

"Çünkü topraksın ve yine toprağa döneceksin."


Karanlık dünyanın yaralı bir kadını Furuğ. 

Furuğ Ferruhzad, şair, yazar, oyuncu ve yönetmen kimliğiyle, İran'ın XX. YY'da yetiştirdiği en önemli kadınlardan birisidir. Acılı hayat hikâyesi, bir kadın olarak İran gibi bir doğu toplumunda şiir adına düzene ve baskıya karşı çıkması ile şiir yazım tekniğindeki eşsizlik, belki de onu tüm dünyada biricik kılar.  

Furuğ Ferruhzad 5 Ocak 1935'te Tahran'da doğmuş ve 13 Şubat 1967'deelim bir trafik kazasında, henüz 32 yaşındayken ölmüştür. Bu kısacık yaşamına Tutsak (Esîr, 1952), Duvar (Dîvâr 1957), İsyan (İsyân, 1959), Yeniden Doğuş (Tevelludî Diger, 1964), İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına (1974, ö.s.) isimli şiir kitaplarını, ödüllü belgeselleri ve filmleri sığdırmış; hayatı film yapılmıştır. Ev Karadır filminde İran'da 1979 yılına kadar sürecek olan Cüzaam Koloni Köyü'nü belgesel olarak çeker. Ev Karadır filminde rol alan babası cüzam hastası olan Hüseyin'i evlat edinir. Furuğ'nun şiirlerini ileriki yıllarda Almancaya çeviren oğlu Hüseyin olacaktır da. Çünkü Furuğ Ferruhzad’ın hayatını bilmek, onu ve şiirini yakından tanımak, sadece İran şiirini derinden etkilediğinden değil, tüm Avrupa'da ve dünyada kadın sanatçıların sembolü haline gelmiştir.

Furuğ doğduğu gün kar yağıyordu. Öldüğü gün de kar yağıyordu. Dört kardeşin yanında belki de en asi en fevri tavırlarıyla ve küçüklüğünde hep cezaları hak ettiği düşünülen ve alan bunda da asla geri adım atmayan küçük kız çocuğudur. Evdekilere bağıran, ısıran bir  küçük kız çocuğu. Annesinden yediği dayaklardan heykel gibi inatla ayak direyen ve karşısında duran bir kız çocuğu Furuğ. Yıllar sonrada aynı zaman diliminde büyüyen hayatına giren insanların karşısında da bağırmak zorunda kalacaktır. Furuğ'un çocukluğu çok enteresandır.  

Diğer küçük kız çocuklarına çok benzemez. Kız çocuğu gibi cicili bicili giyinmeyen annesinin yanında durmayan ve Rıza Şah dönemi gibi bahtsız bir dönemin yaşandığı kısıtlılıkların döneminde Furuğ bir erkek çocuğu gibi yaşar. Çorap ve ayakkabı giymeyi hiç sevmiyor. Sokakta sek sek oynarken yalın ayak dolaşıyor. Bu bazı kültürlerde çok normal karşılansa da İran kültürü için hoş karşılanabilecek bir durum değildir. O dönem dünya perspektifini de düşündüğümüz de hakikaten akıl erdirilebilir şeyler değildir. Bir kız çocuğunun sokakta oynaması yasaktır. 

Bu yalın ayak sokakta oynaması ilk yurtdışına çıkışında bile yansır. Ataların bir sözü vardır:" Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de odur." derler. Hoş Furuğ yetmiş yıl yaşamıyor ama o hazin yaşamında çocukluğundaki gibi, o inadı, ısrarı ilerleyen yıllarda da devam ettiriyor. Çocukluğu böyle geçer. Çocukluk portresinden çok uzaktadır aslında Furuğ. Rugan ayakkabıları bilirsiniz. Bütün insanların yaşamında çok büyük yeri olan ve çok çocuğun sarılıp yattığı ayakkabıları Furuğ, ikiye katlayarak, bükerek bahçeye gömmüştür. 

Bunu kaç çocuk yapar...Ayakkabılarına sarılıp yatan klasik bir çocuk değildir. Bu fevriliği hayatına 17 yaşında bir erkeği alıp evlenerek de gösterir. Aslında Furuğ'nun yapmak istediği evlenmek değil,  kendisine göre "hapisane"mekanını değiştirmektir.  Kız Sanat Lisesi'ndeki bitiremediği eğitimini daha sonraları atölyede resim çalışmalarını , Mehdi ve Bodger ile  yaparak devam ettirir.
Evlenmeden önce kendinden yaşça büyük olan bir eş adayı vardır. Ailesi kesinlikle evlenmesine karşıdır. Furuğ yine de ayak direr. Furuğ'un ayak diremeleriyle o evden, o "bahçeden" çıkmak istemesiyle ailesini karşısına alarak tantanalı bir şekilde evden çıkıyor, kaçıyor ve evlenir.

Eşi Pervez'in işi nedeniyle gittikleri Ahvaz kentinde evlilikleri bir yılını doldurmadan ciddi sorunlar yaşanır. Baba evine Tahran'a tekrar yeniden dönmek zorunda kalır. Aslında babası, Furuğ'nun yaptığı evliliğe çok fazla karşı çıkmıyor. Çünkü babanın o dönemde ikinci bir evlilik planı vardır. Baba bir askerdir. Ve otoriterdir. Ve otoriteye karşı gelen bir kız çocuğudur Furuğ. Babası Furuğ'u elemek ve evi boşaltmak için evliliğine karşı çıkmaz. Annesi, babasına hiçbir şekilde ses çıkartmayan bir görüntü sergileyen kadındır. 

Evlenmeden önce Furuğ evde hiç rahat değildir. Kitap okurken odasının ışığı kapanır. Evde bir şey kaybolsa kardeşleri Furuğ'dan bilirler. Hatta bir gün kardeşleri odasına gelerek dolabını ararlar. Kaybolan bir makastır. Furuğ, kocası yani nişanlısına şöyle  yazar:"Ben makası ne yapayım. Bütün odamı dağıttılar. Odam da, dolabımda makas aradılar. Oysa zaten benim bir makasım var. Ben, onların makasını ne yapayım?" Evdeki bu etkenler ve rahatsızlıklar evden erken kaçıp gitmesine neden olmuştur. 

Evliliğine karşı çıkmayan baba, tekrar eve dönen Furuğ'u evden atıyor. Ekonomik olarak sıkıntısı olmayan bir ailedir. Annesi soylu sayılabilecek bir aileden gelmektedir. Babası askerdir. Yoksul bir aile değildir. Ama Furuğ beş parasız sokağa bırakılıyor. Evden atılıyor. Kocası ve ailesi sahip çıkmıyor. Ne yapacaktır Furuğ? Dünyanın çarkı, sermayenin, güçlüklerin döneminde değirmene su taşıyor. Fakat bunun henüz o farkında değildir. Bunları yaşayarak öğrenecektir. On yedi yaşında adım attığı edebiyat dünyasının da saldırılarına maruz kalacak. Tam da bu esna da, baba evine döndüğünde "Günah" adlı şiirini yazıyor. Ve yayınlanan Günah şiiri edebiyat dünyasında müthiş çalkantılara yol açıyor. Sanat otoriteleri, edebiyat otoriteleri Furuğ'un o döneme kadar gelen İran şiirinin, egemen erk bölgelerine dayalı sansürleri delip geçiyor.

Aynı zamanda da Günah adlı şiirini kocası Pervez'e atfeder. Ama bu şiiri Pervez'e mi yazdığı, daha sonra hayatına girecek olan Golistan'a mı yazıldığı tartışma konusu olacaktır. Erkek egemen otoritelere baş kaldırmıştır. Bir nevi İran toplumsallığı içindeki yalnızlığında karşı çıkışını bulursunuz şiirlerinde. Baba evinden atılan Furuğ, Şah Caddesi'ne giderek kendisine küçük bir oda tutar kiralık. Parası yoktur. Yoksulluk, gazetelerde yazılan küfür-nameler, baba evine dönmesine sebep açacak daha sonra üzerine bir de edebiyat çevresi gelecektir. Bunları taşıyamayacaktır. Odaya kapanacak tekrar baba evine dönecektir. Sonra yeniden koca evine, sonra yeniden baba evine böyle bir gel-gitlerin odağında yaşayacaktır.

Babasına yazdığı mektupların bir cümlesinde şöyle seslenir babasına: "Ancak ben mutluluğu kendim için başka türlü yorumluyorum. mutluluk benim için... güzel elbise iyi yaşam ve iyi yemek değil. ben, ruhum memnun olduğu zaman mutluluk duyuyorum ve şiir benim ruhumu memnun ediyor.."  Ortadoğu coğrafyasında yaşanan en büyük sorunlardan biri olan ayrılırken ekonomik gücünün olmaması Furuğ'a hazin süprizler hazırlayacaktır...

O dönemde kadınların boşanma kararı alması çok nadir bir olayken, birkaç yıl süren evliliklerini bitirme kararını Furuğ verir. Ancak, terk edilmeyi kendisine yedirememiş olan ve karısı hakkında uydurulan dedikodulara, ona atılan iftiralara kanmaya meyilli olan Şapur, karısını ahlaksızlıkla, hayâsızlıkla suçlar. Öyle ki, neredeyse kendisini aldattığını mahkemeye kanıtlar! Deliler ortadadır: Öznesi ve yüklemi olmayan, imgesel aşk şiirleri… O dönemde, İran'da zaten çocuğun ve kadının velayeti erkeğe verildiğinden, Furuğ'da çocuğu gibi kocasının malıdır! Boşanma gerçekleştiğinde, şeriat mahkemesi Şapur'a, çocuğunu annesine hiç göstermeme hakkını tanır! İnsanlık dışı olan bu 'hak'kını sonuna kadar kullanacaktır Şapur: Doğurduğu ve henüz küçücük bir bebek olan oğlunu bir daha hiç görememe uğruna boşanır Furuğ! Çünkü şiir yazamamak, bir cendereye sıkışmak demektir onun için, ölümdür; yaşamdaki her şeyden çok daha önemlidir...

Henüz 19'unda gencecik bir kadınken ve çocuğunu kocasının gaddarlığına teslim ederken, özgürlüğün yıllarca içine kapatılacağı saydam bir labirent olacağını ve tek çocuğundan uzak olmanın, bir annenin içini kavuran en büyük acı olacağını elbette bilemezdi Furuğ. Onun yazdığı şiirde, evladını göremeyen, yalnızlığın, acının içinde kavrulan, etrafındaki sahte ve ikiyüzlü insanların arasında gerçek bir dost eli arayan, yaralı bir kalp vardır. 


Furuğ, evliliği betimlediği "Halka"şiiri evliliğinde yaşadığı acılara bakış açısını yansıtır. 
genç kız gülümseyerek dedi ki; 
nedir bu altın halkanın sırrı 
parmağımı böylesine sıkı sıkıya saran 
bu halkanın sırrı

yüzünde bunca ışık ve pırıltı olan
bu altın halkanın sırrı
adam hayran oldu ve dedi ki
mutluluk halkası, yaşam halkası

"kutlu olsun" dediler hep bir ağızdan 
genç kız , yazık ki yine
bunun anlamından şüphem var dedi
yıllar geçti ve bir gece

solgun kadın o altın halkaya baktı
parlak işlemelerinde gördü ki 
kocasında vefa görmek umuduyla nice günler
heder olup gitmiştir, heder olup gitmiştir

kadın perişan oldu 
ve yüzünde yine de ışık ve parıltı olan bu halka 
kölelik ve kulluk halkasıdır diyerek
için için ağladı

(Yeryüzü Ayetleri)

Furuğ'un hayatı, kendinden yaşça oldukça büyük 3 erkeğin üçgeninde geçer: Babası, kocası ve son aşkı, yazar İbrahim Golestan...Sevgiyi, şefkati, inceliği, hayatın anlamını, değerini bulmak için heyecanla uçmaya çalıştığı ve her defasında kafasını çarptığı çatının duvarlarıdır bunlar. Kendi kimliğini onların yardımıyla bulacağını düşünürken, aslında onlardan uzaklaştığı ölçüde kendisi olur. Şiire, yani yaşamının özüne onu en çok yaklaştıran insan olan Golestan bile, ona yol göstermenin, onu dünyayla tanıştırmanın ve bulunduğu korkunç yalnızlığa bir nebze ferahlık olmanın haricinde, onun için özel bir şey yapmaz; ne evini-düzenini bozar, ne de o öldükten sonra tek satır yazı yazar...

Furuğ, Golestan'a yazdığı mektuplarda şöyle seslenir: "Benim kötülüklerim nelerdir, iyiliklerimi anlatmadaki utangaçlık ve güçsüzlükten başka ve göz gördüğünce duvar, duvar, duvar olan bu dünyadaki iyiliklerimin tutsaklığının ağlamalarından başka. Ve güneşin karneye bağlandığı, fırsat kıtlığının ve korkunun ve boğuntunun ve hakaretin olduğu bu dünyada." Golestan'a  örtülü gönderiler yapar öldükten sonra anmayacağını bilir gibidir...

Başka bir mektubunda ise:"Varmak nedir bilmiyorum, ama kuşkusuz tüm varlığımın ona doğru aktığı bir maksat vardır.
Keşke ölseydim ve yeniden dirilebilseydim ve dünyanın başkalaştığını, dünyanın bu denli acımasız olmadığını, insanların bu her zamanki aşağılık ve kahpeliklerini unuttuklarını(..) ve kimsenin evlerinin etrafını duvar örmediklerini görseydim. Yaşamın gülünç alışkanlıklarına bağımlı olmak ve sınırlara ve duvarlara boyun eğmek doğaya aykırıdır."der sitem edercesine...

Karlı bir gündeki ani ölümüyle, edebiyat dünyasına, ailesine ve herkese adeta insan hangi yaşta ölürse ölsün, tamamlanmamış cümleleri olacaktır diyerek ayrılmıştır elim bir trafik kazası sonucunda bu dünyadan. Hayata tek başına direnen kadın yine tek başınadır...


7 Kasım 2016 Pazartesi

BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU

Edebiyatın mızmızlara, nazeninlere ait bir alan olmadığının en güzel kanıtını  Zweig'in derin duygulu kelimeleridir. Sert bir yumruk, hatta surata atılmış bir tekme gibi iner adeta...

STEFAN ZWEİG Avusturyalı romancı, öykücü, araştırmacı, oyun yazarı ve şair. Tarih, psikoloji üzerine eğitim görür. Tolstoy, Nietzche, Balzac, Dostoyevski, Baudelaire üzerine yaptığı psikolojik içerikli incelemeler onun tanınmasını sağlar. Duygulu bir  kişiliği Zweig savaşa karşıtlığı, barış yanlısıdır. Şu sözü onun ne kadar barışçıl olduğunu ortaya koyar. '' Savaşa karşı savaşmak gerek'' diyerek insanın, insancıl yönüne dikkat çekmek ister. Faşizm'den nefret eder.

Maksim Gorki'nin yakın dostudur. Hitler döneminde kitapları meydanlarda yakılır. Eserleri arasında Duygu Karmaşası, Yıldızın Parladığı Anlar, Bir Satranç Öyküsü, Kalbin Sabırsızlığı, Masalımsı Bir Gece ve Vicdan Zorbalığa Karşı, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu eserleri önemli yer tutar. Zweig'in Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Eserinde oluşturduğu kadın portresi tarihe ışık tutacak niteliktedir.

Orta Avrupa'da 1870' lerde başladığı kabul edilen bu dönem kozmopolit, Yani çok-kaynaklı kültürün Avrupa'daki doruk noktasını oluşturur ama aynı zamanda çarpıcı bir çelişkiyi de sergiler. Sözü edilen bu zaman parçasında belli bir çöküş ve yine belli bir yükseliş eş zamanlı ve birlikte yaşanır. Çöküş aileden devlete ve iktidar mekanizmalarına kadar uzanan çok geniş bir yelpaze boyunca, hemen bütün toplumsal kurumlarda yaşanır. Kültürdeki eskimişlikten ya da Sigmund Freud’un doğru nitelendirmesiyle, bu eskimişlik sonucu “Kültürde Tedirginliğin” başlamasından kaynaklanan bir çöküştür.

Böyle bir çöküşü eşi bulunmaz bir hesaplaşma fırsatı sayan dönemin sanatçıları, düşünürleri ve bilim adamları, alanlarındaki hesaplaşmalarını somutlaştıran eserleriyle ve buluşlarıyla, bu defa aynı çöküşe koşut ilerleyecek bir yükselişin altına imza atacaklardır. Bu arada özellikle psikoloji alanında Freud, Adler ve Jung’un buluşları ile bu buluşlar temelinde geliştirilen kuramlar, insana ve topluma ait o güne kadar bütün bilinenlere artık çok farklı açılardan bakılmasını kaçınılmaz kılacak, insan  karakterinin   belirleyici etmenlerini yeni yorumların süzgecinden geçirtecek ve bu arada insanlar arasındaki türlü iletişim biçimleri ve ilişkiler de bu yorumlardan paylarını alacaklardır. Yaşadığı yıllar bağlamında (1881-1942) bütünüyle orta Avrupa’nın bu kendine özgü kozmopolit yapısıyla biçimlenen bir “çöküş ve yükseliş” döneminin ürünü olan Stefan Zweig, bir yandan Rönesans’ın ve onun has çocuğu Erasmus’un büyük mirası olan Batı Hümanizmi’ni tam olarak özümsemiş, aynı mirasın bir başka temsilcisinin ve yaratıcısı, Montaigne’in düşünsel eğitiminden geçmiş kimliğiyle –bu kimliği yüzünden Zweig, ölümünden sonra çoğu çağdaşlarınca “Son Avrupalı” diye anılacaktır–, öte yandan da bu kimliğin doğal  Rönesans uzantısı olan araştırmacılığıyla, sözünü ettiğimiz dönemin önderlerinden biridir.  

Psikoloji alanında, Freud öncesinden Freud’a ve ondan sonrasına uzanan çok geniş bir birikime sahip olan Zweig, dünya edebiyat tarihinde biyografi türünün en büyük birkaç ustasından olmasını da özellikle bu birikimine borçludur. Çünkü belli dönemlerin, tarihe geçmiş kişilerden yola çıkılarak ve o kişiler açısından anlatılması diye tanımlayabileceğimiz biyografi türünün başarısı, ele alınan kişilere ilişkin psikolojik çözümlemeler aracılığıyla tarihe “onlar açısından bir bakış”ın ne ölçüde gerçekleştirilebildiğinden bağımlıdır.

Zweig, bu bağlamda biyografi türünde yakaladığı ustalığı biyografi dışındaki anlatılarının karakterlerini oluştururken de sergiler.  Örneğin bu açıdan bakıldığında, yazarın en ünlü biyografilerinden Marie Antoinette   ile Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı uzun öyküsünün adsız kahramanı arasında çok ilginç bir koşutluk vardır; gerek Marie Antoinette’in Habsburg’ların Viyana’daki sarayları Schönbrunn’dan Paris’te, Versailles Sarayı’ndaki Fransa Kraliçeliği tahtına uzanan yolu, gerekse öyküdeki bilinmeyen kadının inanılmaz bir aşkın örgüsüne yerleştirilmiş olan kaderi aynı taşlarla, her iki karakteri oluşturan psikolojik özelliklerle ve aşamalarla örülmüştür. Bu örgüler okura Marie Antoinette örneğinde, büyük Fransız Devrimi’nin hemen öncesinde ve gerçekleşme sürecinde dünya tarihinin çok önemli bir dönemini, yazarın nitelendirmesi ile “sıradan bir karakterin portresi” aracılığıyla ve portre de resmedilen kişinin karakter özellikleri temelinde sunulur. 
Burada Zweig’ın sözünü ettiği “sıradan bir karakter”, Fransa Kraliçesi Marie Antoinette’e aittir; gerçekten de Marie Antoinette sonunda merdivenlerini çıkacağı taht bağlamında kendisini aday kılacak hiçbir niteliğe ve özelliğe sahip değildir. XVIII yüzyıl sonlarının çalkantılı Fransa’sında o, ancak hep aklına estiğini yapan, bulunduğu yer bakımından hiçbir sorumluluk duygusu taşımayan, zengin bir sosyete kadını olmaya aday bir kişiliktir ve yoluna “devrim” gibi sıra dışı bir olay çıkmasa, bu sıradanlık onu taşıyanın eceliyle ölümüne kadar varlığını hiç sarsılmadan sürdürebilecektir. 

Ne var ki, adına “devrim” denilen olay, zengin bir sosyete kadını için suçlanan hiçbir yanı bulunmayan bir hayatın milyonların kaderine hükmeden bir mevkide, kraliçelik tahtında oturan bir kadın için ne büyük bir yıkıma sürüklenişin kaynağı olabileceğini çok acı bir biçimde kanıtlar. Ancak iktidarın  zirvelerinde iken bulunduğu yerin sorumluluklarını hiç umursamayan bu kraliçe, iktidardan düşüşünden giyotine kadar uzanan yol boyunca şaşırtıcı karakter özellikleri sergiler; Devrim Mahkemesi’nin suçlamaları karşısındaki kişilik onurundan hiç ödün vermeyen tutumuyla, ölüm karşısındaki yürekliliği ile Marie Antoinette, sıradan bir kimliği geride bırakıp,  çok güçlü bir eş, sorumluluğunun bilincinde bir anne olarak karşımıza çıkar. 
Zweig’ın ifadesiyle, tahtta iken sergileseydi kendisini Avrupa’nın ve Fransız Halkı’nın gözünde gelmiş geçmiş sayılı iktidar sahiplerinden biri kılabilecek bu karakter özellikleri, Marie Antoinette’e ancak ölüme uzanan yolunda yardımcı olabilir.


Tek bir mektuptan ibaretmiş gibi görünen Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, bir kadının yıllarca süren, umutsuz, acı dolu fakat bir yandan da her şeyin farkında olan bir fedakârdır, adeta tek bir hayat amaçsallığı bağlamında okunabilir. Saplandığı aşkı öyle bir derinlikle anlatır ki, Ortak bir acıyı paylaştığınız hissine kapılırsınız. Tüm kitap boyunca umuda dair tek bir cümle arar gözleriniz.... Ve adamın kayıtsızlığı, duygusuzluğu, umursamaz ve önemsemeyen halleri, nazik tavırlarıyla sevilesi görünse de kıymet vermez unutuşları. Hepsi ama hepsi okurken duygularınızı  oradan oraya fırlattırır adeta... 

Kızar, kırılır, yıpranırsınız. Adamın kayıtsızlığına, duygusuzluğuna, kadının hissettikleri uğruna yaşadıklarına, kendine yaşattıklarına... Fakat bir yandan da yazarın bu denli hisleri okuyucuya geçirebilmesi karşısında kalemine bir kez daha şaşkınlık ve takdire şayandır.
R. doğum gününde isimsiz bir mektup alır. Bu mektup yıllar yılı süren uzun, ıstıraplı, Asla tanımamış, Ait olamamışlık... 

Sessizlik içindeki sancılı bir aşkın son seslenişidir. Bir kadının sevdiği, uğruna ömrünü adayıp, yine de hayatında yer bulamadığı adama açık yüreklilikle ilk ve son seslenişidir...




 “Beni hiç tanımamış olan sana,”ifadesiyle başlar mektubuna.

“Senin içinde hiçbir şeyin artık beni tanımadığını, senin hayatındaki küçücük bir anının bile benim hayatımla ilişkili olmadığını gösteren bakışının karşısında uyanarak gerçeği ilk defa gördüm, kaderimi ilk defa fark ettim...”

“Aslında sadece biraz bakıp bırakacaktım elimden. Ne ara o ilk cümleyi okudum, ne zaman ara bile vermeden son sayfayı çevirip kapağını kapattım bilmiyorum. İçimde anlatılmaz bir enkaz hissi, çöküklük ve kederle kalıverdim. Yazar durgun deniz hisleri keskin dalgalarla coşturup; ıstırap ve acıyla karışık kumu, taşı, çakılı kaldırdı diplerden. Kısacası Zweig, yine kaleminin ustalığıyla kadın portresi yaratır.

“Sana her şeyi başından anlatmamı sabırla bekle sevgilim, senden rica ediyorum, on beş dakika beni dinleyiver! Ben bir ömür boyu seni sevmekten usanmadım..."
“Tek arzum sadece seni bir defa görmek, sadece seninle bir defa karşılaşmak, sadece yeniden gözlerimle yüzüne uzaktan sarılabilmekti...”

“Ama sen, beni hiçbir zaman, asla tanımayan sen, su kenarından geçer gibi, yanımdan geçip giden, bana bir taşa basar gibi basan, hep giden ve sürekli giden ve beni hep bekleten sen benim için kimsin?”

“...seni ne kadar sevmiş olduğumu biliyorsun artık; hayır, anlıyorsun ve bu aşk sana hiç yük olmuyor. Beni özlemeyeceksin, bu benim için bir teselli. Güzel, aydınlık hayatında hiçbir şey değişmeyecek...”

“Beni teselli edecekler ve birtakım sözcükler söyleyecekler, sözcükler, sözcükler; fakat ne yardımı dokunabilir ki sözcüklerin bana? Biliyorum, ondan sonra yine yalnız olacağım. Ve insanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur.”

 “O andan başlayarak seni sevdim. Biliyorum, kadınlar bu kelimeyi sana, senin gibi hep şımartılan bir erkeğe çok sık söylemişlerdir. Fakat inan bana, seni kimse o kız kadar, yani benim kadar, olduğum ve senin için hep öyle  kalan  ben kadar köle gibi ve bir köpeğin sadakatiyle kendini adayarak sevmedi, çünkü yeryüzünde hiçbir şey kuytuluklardaki bir çocuğun fark edilmeyen sevgisiyle karşılaştırılamaz;  çünkü bu sevgi, yetişkin bir kadının tutkulu ve bilinçaltında hep talep eden aşkının hiçbir zaman olamayacağı kadar umarsız, kendini karşısındakine hizmet etmeye adayan, boyun eğen, hep pusuda yatan ve tutkuyla yoğrulmuş bir sevgidir. Sadece yalnızlık çeken çocuklar tutkularını bütünüyle, dağılmaksızın koruyabilirler, ötekiler, duygularını başkalarıyla beraberlik atmosferinde gevezeliklerle harcarlar, yakınlıklarla köreltirler, aşk hakkında çok şey okumuşlardır, duymuşlardır ve aşkın ortak bir kader olduğunu bilirler. Onunla bir oyuncakmışçasına oynarlar, tıpkı ilk sigaralarını içen erkek çocukları gibi, onunla böbürlenirler.”

“Senin için bir hiç olduğumu, bana ait herhangi bir hatıranın en hafif biçimde bile seni etkilemediğini bilseydim eğer, herhalde nefes bile alamazdım.”
“Şimdi artık benim için yalnız sen varsın dünyada, yalnızca sen, benimle ilgili hiçbir şey bilmeyen sen, bu arada hiçbir şeyden haberi olmayanı oynayan veya her şeyi ve herkesi alaya alan sen. evet, yalnızca sen, beni asla tanımamış olan ve hep sevdiğim sen.”

“Yalnızca seninle konuşmak istiyorum. sana ilk defa her şeyi söylemek istiyorum; bütün hayatımı bilmelisin, o hayat ki, hep senindi ve sen onu asla bilmedin. Fakat benim sırrımı ancak öldüğümde, artık bana cevap vermek zorunda kalmadığında, uzuvlarımı şimdi bunca buz gibi ve bunca ateşle sarsmakta olan şey gerçekten son bulduğunda öğrenmelisin. Hayata devam etmek zorunda kalırsam eğer, o zaman bu mektubu yırtacağım ve hep sustuğum gibi, bundan sonra da susmayı sürdüreceğim. Fakat mektubum ellerinde ise eğer, o zaman bil ki, burada artık ölmüş olan biri sana hayatını, ilk dakikasından son nefesine kadar hep senin olmuş olan hayatını anlatmaktadır. Kelimelerim seni korkutmasın; ölmüş olan biri artık hiçbir şey istemez, sevilmeyi de, kendisine acınmasını da, teselli edilmeyi de istemez. Senden tek istediğim, şu anda sana kaçmakta olan acımın hakkımda ele verdiği her şeye inanmandır.”

“Matemdeydim ve matem tutmak istiyordum, seni görmekten yoksun oluşuma, kendimi mahkûm ettiğim bütün öteki yoksunlukların esrikliğini ekliyordum. Ve ayrıca, dikkatimin sadece sende yaşamaya ilişkin tutkumdan başkaca bir şeye kaymasını istemiyordum. Yalnız başıma evde oturuyordum, saatlerce, günlerce ve seni düşünmekten başka hiçbir şey yapmıyordum, sana ait yüzlerce küçük anıyı, her karşılaşmayı, her bekleyişi kendim için yeniliyordum, bu küçük olayları birer tiyatro oyunu gibi kendime oynuyordum.”

“Hayatımdakilerin hepsi ancak seninle bağlantılı olduğu ölçüde anlamlıydı.”
“Sen, beni asla, asla tanımayan, bir su birikintisinin yanından geçercesine yanımdan geçip giden, bir taşa basarcasına üstüme basan, hep, ama hep yoluna devam eden ve beni sonsuz bir bekleyiş içerisinde bırakan sen, kimsin ki benim için?”

BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU

Edebiyatın mızmızlara, nazeninlere ait bir alan olmadığının en güzel kanıtını  Zweig'in derin duygulu kelimeleridir. Sert bir yumruk, hatta surata atılmış bir tekme gibi iner adeta...

STEFAN ZWEİG Avusturyalı romancı, öykücü, araştırmacı, oyun yazarı ve şair. Tarih, psikoloji üzerine eğitim görür. Tolstoy, Nietzche, Balzac, Dostoyevski, Baudelaire üzerine yaptığı psikolojik içerikli incelemeler onun tanınmasını sağlar. Duygulu bir  kişiliği Zweig savaşa karşıtlığı, barış yanlısıdır. Şu sözü onun ne kadar barışçıl olduğunu ortaya koyar. '' Savaşa karşı savaşmak gerek'' diyerek insanın, insancıl yönüne dikkat çekmek ister. Faşizm'den nefret eder.

Maksim Gorki'nin yakın dostudur. Hitler döneminde kitapları meydanlarda yakılır. Eserleri arasında Duygu Karmaşası, Yıldızın Parladığı Anlar, Bir Satranç Öyküsü, Kalbin Sabırsızlığı, Masalımsı Bir Gece ve Vicdan Zorbalığa Karşı, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu eserleri önemli yer tutar. Zweig'in Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Eserinde oluşturduğu kadın portresi tarihe ışık tutacak niteliktedir.

Orta Avrupa'da 1870' lerde başladığı kabul edilen bu dönem kozmopolit, Yani çok-kaynaklı kültürün Avrupa'daki doruk noktasını oluşturur ama aynı zamanda çarpıcı bir çelişkiyi de sergiler. Sözü edilen bu zaman parçasında belli bir çöküş ve yine belli bir yükseliş eş zamanlı ve birlikte yaşanır. Çöküş aileden devlete ve iktidar mekanizmalarına kadar uzanan çok geniş bir yelpaze boyunca, hemen bütün toplumsal kurumlarda yaşanır. Kültürdeki eskimişlikten ya da Sigmund Freud’un doğru nitelendirmesiyle, bu eskimişlik sonucu “Kültürde Tedirginliğin” başlamasından kaynaklanan bir çöküştür.

Böyle bir çöküşü eşi bulunmaz bir hesaplaşma fırsatı sayan dönemin sanatçıları, düşünürleri ve bilim adamları, alanlarındaki hesaplaşmalarını somutlaştıran eserleriyle ve buluşlarıyla, bu defa aynı çöküşe koşut ilerleyecek bir yükselişin altına imza atacaklardır. Bu arada özellikle psikoloji alanında Freud, Adler ve Jung’un buluşları ile bu buluşlar temelinde geliştirilen kuramlar, insana ve topluma ait o güne kadar bütün bilinenlere artık çok farklı açılardan bakılmasını kaçınılmaz kılacak, insan  karakterinin   belirleyici etmenlerini yeni yorumların süzgecinden geçirtecek ve bu arada insanlar arasındaki türlü iletişim biçimleri ve ilişkiler de bu yorumlardan paylarını alacaklardır. Yaşadığı yıllar bağlamında (1881-1942) bütünüyle orta Avrupa’nın bu kendine özgü kozmopolit yapısıyla biçimlenen bir “çöküş ve yükseliş” döneminin ürünü olan Stefan Zweig, bir yandan Rönesans’ın ve onun has çocuğu Erasmus’un büyük mirası olan Batı Hümanizmi’ni tam olarak özümsemiş, aynı mirasın bir başka temsilcisinin ve yaratıcısı, Montaigne’in düşünsel eğitiminden geçmiş kimliğiyle –bu kimliği yüzünden Zweig, ölümünden sonra çoğu çağdaşlarınca “Son Avrupalı” diye anılacaktır–, öte yandan da bu kimliğin doğal  Rönesans uzantısı olan araştırmacılığıyla, sözünü ettiğimiz dönemin önderlerinden biridir.  

Psikoloji alanında, Freud öncesinden Freud’a ve ondan sonrasına uzanan çok geniş bir birikime sahip olan Zweig, dünya edebiyat tarihinde biyografi türünün en büyük birkaç ustasından olmasını da özellikle bu birikimine borçludur. Çünkü belli dönemlerin, tarihe geçmiş kişilerden yola çıkılarak ve o kişiler açısından anlatılması diye tanımlayabileceğimiz biyografi türünün başarısı, ele alınan kişilere ilişkin psikolojik çözümlemeler aracılığıyla tarihe “onlar açısından bir bakış”ın ne ölçüde gerçekleştirilebildiğinden bağımlıdır.

Zweig, bu bağlamda biyografi türünde yakaladığı ustalığı biyografi dışındaki anlatılarının karakterlerini oluştururken de sergiler.  Örneğin bu açıdan bakıldığında, yazarın en ünlü biyografilerinden Marie Antoinette   ile Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı uzun öyküsünün adsız kahramanı arasında çok ilginç bir koşutluk vardır; gerek Marie Antoinette’in Habsburg’ların Viyana’daki sarayları Schönbrunn’dan Paris’te, Versailles Sarayı’ndaki Fransa Kraliçeliği tahtına uzanan yolu, gerekse öyküdeki bilinmeyen kadının inanılmaz bir aşkın örgüsüne yerleştirilmiş olan kaderi aynı taşlarla, her iki karakteri oluşturan psikolojik özelliklerle ve aşamalarla örülmüştür. Bu örgüler okura Marie Antoinette örneğinde, büyük Fransız Devrimi’nin hemen öncesinde ve gerçekleşme sürecinde dünya tarihinin çok önemli bir dönemini, yazarın nitelendirmesi ile “sıradan bir karakterin portresi” aracılığıyla ve portre de resmedilen kişinin karakter özellikleri temelinde sunulur. Burada Zweig’ın sözünü ettiği “sıradan bir karakter”, Fransa Kraliçesi Marie Antoinette’e aittir; gerçekten de Marie Antoinette sonunda merdivenlerini çıkacağı taht bağlamında kendisini aday kılacak hiçbir niteliğe ve özelliğe sahip değildir. XVIII yüzyıl sonlarının çalkantılı Fransa’sında o, ancak hep aklına estiğini yapan, bulunduğu yer bakımından hiçbir sorumluluk duygusu taşımayan, zengin bir sosyete kadını olmaya aday bir kişiliktir ve yoluna “devrim” gibi sıra dışı bir olay çıkmasa, bu sıradanlık onu taşıyanın eceliyle ölümüne kadar varlığını hiç sarsılmadan sürdürebilecektir. 

Ne var ki, adına “devrim” denilen olay, zengin bir sosyete kadını için suçlanan hiçbir yanı bulunmayan bir hayatın milyonların kaderine hükmeden bir mevkide, kraliçelik tahtında oturan bir kadın için ne büyük bir yıkıma sürüklenişin kaynağı olabileceğini çok acı bir biçimde kanıtlar. Ancak iktidarın  zirvelerinde iken bulunduğu yerin sorumluluklarını hiç umursamayan bu kraliçe, iktidardan düşüşünden giyotine kadar uzanan yol boyunca şaşırtıcı karakter özellikleri sergiler; Devrim Mahkemesi’nin suçlamaları karşısındaki kişilik onurundan hiç ödün vermeyen tutumuyla, ölüm karşısındaki yürekliliği ile Marie Antoinette, sıradan bir kimliği geride bırakıp,  çok güçlü bir eş, sorumluluğunun bilincinde bir anne olarak karşımıza çıkar. Zweig’ın ifadesiyle, tahtta iken sergileseydi kendisini Avrupa’nın ve Fransız Halkı’nın gözünde gelmiş geçmiş sayılı iktidar sahiplerinden biri kılabilecek bu karakter özellikleri, Marie Antoinette’e ancak ölüme uzanan yolunda yardımcı olabilir.


Tek bir mektuptan ibaretmiş gibi görünen Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, bir kadının yıllarca süren, umutsuz, Acı dolu fakat bir yandan da her şeyin farkında olan bir fedakârdır, Adeta tek bir hayat amaçsallığı bağlamında okunabilir. Saplandığı aşkı öyle bir derinlikle anlatır ki, Ortak bir acıyı paylaştığınız hissine kapılırsınız. Tüm kitap boyunca umuda dair tek bir cümle arar gözleriniz.... Ve adamın kayıtsızlığı, duygusuzluğu, umursamaz ve önemsemeyen halleri, nazik tavırlarıyla sevilesi görünse de kıymet vermez unutuşları. Hepsi ama hepsi okurken duygularınızı  oradan oraya fırlattırır adeta... 

Kızar, kırılır, yıpranırsınız. Adamın kayıtsızlığına, duygusuzluğuna, kadının hissettikleri uğruna yaşadıklarına, kendine yaşattıklarına... Fakat bir yandan da yazarın bu denli hisleri okuyucuya geçirebilmesi karşısında kalemine bir kez daha şaşkınlık ve takdire şayandır.
R. doğum gününde isimsiz bir mektup alır. Bu mektup yıllar yılı süren uzun, ıstıraplı, Asla tanımamış, Ait olamamışlık... 

Sessizlik içindeki sancılı bir aşkın son seslenişidir. Bir kadının sevdiği, uğruna ömrünü adayıp, yine de hayatında yer bulamadığı adama açık yüreklilikle ilk ve son seslenişidir...




 “Beni hiç tanımamış olan sana,”ifadesiyle başlar mektubuna.

“Senin içinde hiçbir şeyin artık beni tanımadığını, senin hayatındaki küçücük bir anının bile benim hayatımla ilişkili olmadığını gösteren bakışının karşısında uyanarak gerçeği ilk defa gördüm, kaderimi ilk defa fark ettim...”

“Aslında sadece biraz bakıp bırakacaktım elimden. Ne ara o ilk cümleyi okudum, ne zaman ara bile vermeden son sayfayı çevirip kapağını kapattım bilmiyorum. İçimde anlatılmaz bir enkaz hissi, çöküklük ve kederle kalıverdim. Yazar durgun deniz hisleri keskin dalgalarla coşturup; ıstırap ve acıyla karışık kumu, taşı, çakılı kaldırdı diplerden. Kısacası Zweig, yine kaleminin ustalığıyla kadın portresi yaratır.

“Sana her şeyi başından anlatmamı sabırla bekle sevgilim, senden rica ediyorum, on beş dakika beni dinleyiver! Ben bir ömür boyu seni sevmekten usanmadım..."
“Tek arzum sadece seni bir defa görmek, sadece seninle bir defa karşılaşmak, sadece yeniden gözlerimle yüzüne uzaktan sarılabilmekti...”

“Ama sen, beni hiçbir zaman, asla tanımayan sen, su kenarından geçer gibi, yanımdan geçip giden, bana bir taşa basar gibi basan, hep giden ve sürekli giden ve beni hep bekleten sen benim için kimsin?”

“...seni ne kadar sevmiş olduğumu biliyorsun artık; hayır, anlıyorsun ve bu aşk sana hiç yük olmuyor. Beni özlemeyeceksin, bu benim için bir teselli. Güzel, aydınlık hayatında hiçbir şey değişmeyecek...”

“Beni teselli edecekler ve birtakım sözcükler söyleyecekler, sözcükler, sözcükler; fakat ne yardımı dokunabilir ki sözcüklerin bana? Biliyorum, ondan sonra yine yalnız olacağım. Ve insanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur.”

 “O andan başlayarak seni sevdim. Biliyorum, kadınlar bu kelimeyi sana, senin gibi hep şımartılan bir erkeğe çok sık söylemişlerdir. Fakat inan bana, seni kimse o kız kadar, yani benim kadar, olduğum ve senin için hep öyle  kalan  ben kadar köle gibi ve bir köpeğin sadakatiyle kendini adayarak sevmedi, çünkü yeryüzünde hiçbir şey kuytuluklardaki bir çocuğun fark edilmeyen sevgisiyle karşılaştırılamaz;  çünkü bu sevgi, yetişkin bir kadının tutkulu ve bilinçaltında hep talep eden aşkının hiçbir zaman olamayacağı kadar umarsız, kendini karşısındakine hizmet etmeye adayan, boyun eğen, hep pusuda yatan ve tutkuyla yoğrulmuş bir sevgidir. Sadece yalnızlık çeken çocuklar tutkularını bütünüyle, dağılmaksızın koruyabilirler, ötekiler, duygularını başkalarıyla beraberlik atmosferinde gevezeliklerle harcarlar, yakınlıklarla köreltirler, aşk hakkında çok şey okumuşlardır, duymuşlardır ve aşkın ortak bir kader olduğunu bilirler. Onunla bir oyuncakmışçasına oynarlar, tıpkı ilk sigaralarını içen erkek çocukları gibi, onunla böbürlenirler.”

“Senin için bir hiç olduğumu, bana ait herhangi bir hatıranın en hafif biçimde bile seni etkilemediğini bilseydim eğer, herhalde nefes bile alamazdım.”
“Şimdi artık benim için yalnız sen varsın dünyada, yalnızca sen, benimle ilgili hiçbir şey bilmeyen sen, bu arada hiçbir şeyden haberi olmayanı oynayan veya her şeyi ve herkesi alaya alan sen. evet, yalnızca sen, beni asla tanımamış olan ve hep sevdiğim sen.”

“Yalnızca seninle konuşmak istiyorum. sana ilk defa her şeyi söylemek istiyorum; bütün hayatımı bilmelisin, o hayat ki, hep senindi ve sen onu asla bilmedin. Fakat benim sırrımı ancak öldüğümde, artık bana cevap vermek zorunda kalmadığında, uzuvlarımı şimdi bunca buz gibi ve bunca ateşle sarsmakta olan şey gerçekten son bulduğunda öğrenmelisin. Hayata devam etmek zorunda kalırsam eğer, o zaman bu mektubu yırtacağım ve hep sustuğum gibi, bundan sonra da susmayı sürdüreceğim. Fakat mektubum ellerinde ise eğer, o zaman bil ki, burada artık ölmüş olan biri sana hayatını, ilk dakikasından son nefesine kadar hep senin olmuş olan hayatını anlatmaktadır. Kelimelerim seni korkutmasın; ölmüş olan biri artık hiçbir şey istemez, sevilmeyi de, kendisine acınmasını da, teselli edilmeyi de istemez. Senden tek istediğim, şu anda sana kaçmakta olan acımın hakkımda ele verdiği her şeye inanmandır.”

“Matemdeydim ve matem tutmak istiyordum, seni görmekten yoksun oluşuma, kendimi mahkûm ettiğim bütün öteki yoksunlukların esrikliğini ekliyordum. Ve ayrıca, dikkatimin sadece sende yaşamaya ilişkin tutkumdan başkaca bir şeye kaymasını istemiyordum. Yalnız başıma evde oturuyordum, saatlerce, günlerce ve seni düşünmekten başka hiçbir şey yapmıyordum, sana ait yüzlerce küçük anıyı, her karşılaşmayı, her bekleyişi kendim için yeniliyordum, bu küçük olayları birer tiyatro oyunu gibi kendime oynuyordum.”

“Hayatımdakilerin hepsi ancak seninle bağlantılı olduğu ölçüde anlamlıydı.”
“Sen, beni asla, asla tanımayan, bir su birikintisinin yanından geçercesine yanımdan geçip giden, bir taşa basarcasına üstüme basan, hep, ama hep yoluna devam eden ve beni sonsuz bir bekleyiş içerisinde bırakan sen, kimsin ki benim için?”

21 Ağustos 2016 Pazar

Sanat Her Daim Tutamaktır

Jacques Vache, yazı yazmış, ancak edebi olarak roman, hikaye gibi yazın kaleme almamıştır. Hiç yapıt vermemiştir. Sanat dünyasında intiharı Bartleby’lerin ret biçimlerinden ayrı bir yerde değerlendirmek gerekse de Vaché’ye bir parantez açmak gerekiyor. Jacques Vaché, Breton’un "En çok ona borçluyum." dediği kişiydi. "Sanat aptallıktır" dedi ve intihar etti. 

Vaché’yi bir Bartleby yapan, intiharı değil, sanatı aptallık olarak gören derin ret duygusudur.
Kral Übü’nün haşmetli göbeğiyle Fransız kamuoyu önünde ilk kez arz-ı endam edişinden bir yıl önce 1895 yılında doğar Jacques Vaché. Vaché hakkında epeyce yazılıp çizilmesine rağmen, hayatı hakkındaki bilgiler kısa yaşamı nedeniyle fazla da değildir. 

Lorient’te (Fransa'nın kuzey-batı bölgesinde yerleşim yeri)doğar, dört çocuklu ailenin en küçüğüdür, babası deniz topçu albayıdır; çocukluğunun ilk yıllarını Hindiçin’de (Vietnam) geçirir. Babası 1912’de ordudan ayrılınca aile Nantes’a taşınır ve Jacques orada lisede okurken yakın arkadaş olduğu Jean Bellemère (daha sonra Jean Sarment takma adıyla yazılar yazacaktır), Pierre Bissérié ve Eugène Hublet’le edebiyat eleştirisi dergileri çıkarır. 1913’te École des Beaux-Arts’a girerek ressam Luc-Olivier’nin öğrencisi olur, 1914'de orduya çağrılınca okulu bırakmak zorunda kalır. Aldığı yara yüzünden bir dönem askerî hastanede kaldıktan sonra cepheye döndüğünde İngiliz birlikleri için tercümanlık yapar.

Sanat öğrencisi olduğu yıllarda Vaché, Jarry’nin hicvî ve mistik yazılarının çoğunu okumuş, ve zaman zaman Jarry’nin sakar ve burnu büyük anti-kahramanı Übü’ye de öykünmüştür. Genç André Breton 1916’da Nantes’ta bir hastanede Vaché’yle tanıştığında (Vaché aldığı bir yara nedeniyle tedavi görmektedir), Jarry’ye duydukları ortak hayranlığı keşfederler. Breton, Vache'nin kıvrak zekasına ve isyankar karakterine hayran olur. Bu tanışma her iki tarafıda derinden etkileyen bir dostluğa dönüşür. 

Vache iyileşip cepheye döndüğünde bile Breton ile bağlantısını kesmez. Ona mektuplar yazar.  Breton ile yoğun görüştüğü o ilk günler Breton aracılığıyla tanıştığı Lois Aragon'a, Tehodore Fraenkel'e savaşın insanın duygularını nasıl yerle bir ettiğini ve niçin, kimin uğruna savaştığını hiç anlamadığına dair mektuplar kaleme alır. Dört mektup Fraenkel'e, bir mektup Aragon'a, on tane mektup da Breton'a olmak üzere on beş mektup kaleme alır. 

Savaş sırasında hekim olarak görev yapan Breton, Vaché’nin Übü’yü hatırlatan tuhaf davranışları ve değişik kıyafetlere bürünme merakını ise şöyle kaleme alır: “Bazen değişik üniformalar giyerek Nantes sokaklarında dolaşırdı: kâh süvari, kâh pilot, kâh hekim olurdu. Yanınızdan geçecek olsa, sizi tamamen görmezden gelir ve arkasına bile bakmadan yoluna devam ederdi.” 

20. yüzyılın sanat adamı olarak, Vaché  dünyanın gerçekliğini bir oyun gibi algılar; onun için her şey tarz meselesinden ibarettir. Durmadan büyük dümenler çevirme hayalleri kurar; kendini sahte isimlerle tanıtmak, kılıktan kılığa girmek, kendi uydurduğu hayat hikâyeleri gibi muziplikler de yapar. Vaché aynı zamanda bir Anglofil’dir, savaş, köhne bir dünya düzenine bağlı kalmak için umutsuzca çırpınan eski dünyanın riyakarlığını gözler önüne sermiştir. 

Dünyanın riyakarlığını oyundan ibaret olarak izlek düşen Vache, düşüncelerini şu satırlara sığdırır:"Rüyamda devamlı kırmızı bir gömlek, kırmızı bir fular ve botlarla görüyorum kendimi. Çinli bir topluluğun üyesi ama aynı zamanda Avustralyalı bir ajanım."

Breton, yeni tanıştığı bu nevi şahsına münhasır dostunu, Dadacı etkinliklere katılan bir ordu hekimi olan arkadaşı Théodore Fraenkel’le ve çocukluk arkadaşı Louis Aragon’la tanıştırır heyecanla. Vaché’ye yeni yazar ve sanatçı kuşağının ve Fransız avangardının eserlerini de tanıtır, daha sonradan da  itiraf edeceği gibi Vaché bunlardan pek de etkilenmiş görünmez. Fakat Breton’un üstelemesiyle, ikisi birçok eser üzerinde birlikte çalışır: bir oyun, bir film, tahta oymalar ve Breton’un şiirlerine eşlik edecek çizimlerdir.

Vaché’nin savaş mektuplarında, son kararı da göz-önüne alınınca, savaşta bile oyun oynayan, ama savaşın ötesini berisini de pek bilmeyen bu kayıtsız askerin kendini ne kadar "lüzumsuz" hissettiğini anlarız. Hayatın kendisi, kaosla, kargaşayla, kanla biçimlendiren ve sonunda sorulmamış ve cevapsız kalmaya mahkûmiyet içinde “Neden?” sorusuna götüren bir oyundur onun için  adeta...

Vaché’nin bu soruya verdiği karşılık ‘umour’dur: hayata karşı kendi kayıtsızlığını ve geleceğe dair, intiharı da içeren bir cevabı tarif etmek için uydurduğu bir kelimedir de bu. Onun tavrı, Batı Cephesinde Yeni Bir şey Yok romanının yazarı Erich Maria Remarque’in, savaş sırasında cepheden haber veren gazetelerde bahsedilen “neşeli halet-i ruhiye” konusundaki yorumlarından da farklıdır. "Gazetelerde anlattıklarının hepsi zırva," diye yazar Remarque, "birliklerin ne kadar neşeli bir halet-i ruhiye içinde olduğu, cepheye gitmeden hemen önce danslar düzenledikleri… Biz neşemiz yerinde olduğu için yapmıyoruz bunları, aksi halde paramparça olacağımız için neşeli bir ruh halinde içindeyiz."

Vaché ise vatanseverliğin her türlüsünden tiksinir. Breton onun mektuplarına Savaş Mektupları adını vermiş, Vaché de sürekli bu “savaştaki oyun” hakkında yazmıştır; ordu içindeki farklı rütbeleri temsil eden üniformalar giyer bu oyun sayesinde: asker, havacı, tercüman olur, bazen de sırf eğlenmek için İngiliz ya da ABD birliklerinin arasına karışır.

Mektuplarındaki önemli sembollerden biri 'beyinsizleştirme makinesi'dir, sürrealistlere esin kaynağı olmuş oyun yazarı Alfred Jarry’nin eserlerinden devşirdiği bir ifadedir bu. Chicago Sürrealist Grup mensubu, şair Franklin Rosemont bunu şöyle açıklar: "insanları kendi adlarına düşünme ve hayal kurma yetisinden mahrum bırakan bu meşum aygıtta, Jarry –ve ondan sonra Vaché– modern teknolojinin en yıkıcı yönünün korkunç bir simgesini görürler." Chicago Sürrealist Grup’la yakın ilişki içinde olan Herbert Marcuse, bunu 'tekboyutlu insan' diye adlandırır; Rosemont’la Paris’te tanışmış ve Vaché hayranı olan Guy Debord ise 'gösteri toplumu' olarak niteler. Jacques Vaché içinse, ‘umour ile beyinsizleştirme makinesi sürekli çarpışır." ifadesini kullanır, Richard Burke.

"Beyisizleştirme makinası olarak gördüğü dünyaya ayrılık cümlesini şu ifadesiyle belirginleştirir:"Şüphesiz ki bir yanıt beklemeye başladım bile, sevgili arkadaşım, hiçbir önemi olmayan bu tutarsızlık içinde benim hatırama inanmanızı istiyorum."

İntiharından iki yıl önce 1917'de, "Bu kadar genç ölmek utanç verici,"diye yazar  Jacques Vaché.
'Henüz çok gencim Fernando, yaşamak isyemiyorum!'
Vaché Nantes'da bir otel odasında yapayalnızken aklının bir yıldız gibi parıldadığı bir an en sevdiği üç arkadaşını aramak ister. Onları arayacaktır ve birlikte olmak, içindeki savaşın açtığı derin yara izlerini unutmak icin onlarla bir kahve içmek, söyleşmek arzusundadır. Vaché'nin derin kederini bilen dostları onu böyle bir günde yalnız bırakmayacaktır elbette... Hemen Vaché'nin yalnız yaşadığı otel odasına gelirler. Vaché'nin yüzü gülmektedir; hatta neredeyse yüzü, gözleri ışıl ışıl parlamaktadır. Şaşkınlıklarını belli etmek istemez dostları; ne de olsa karamsarlığın prensi Vaché'nin o hüzünlü yüzü gülmektedir... Nedeni ne olursa olsun...

Beklenmeyen bir soruyla Vaché: "Nasıl, kahveleri beğendiniz mi dostlarım?"der. Önce anlamazlar bu soruyu, saçma hatta tuhaf bulurlar. Kahve işte, ne olacaktı ki? Vaché, tekrar aynı soruyu sorar: "Beğendiniz mi?" Kırık dökük cevaplar. "İyi" derler. Vaché: "Beğendiğinize çok sevindim. Çünkü hiç olmazsa giderken mutlu olmanızı istedim dostlarım. Madem bu dünya pis bir savaşın elinde, erdemlerinin kanını içerek yaşıyor ve madem siz de benim gibi düşünüyorsunuz, sevgili dostlarım sizi bu pis yerde bırakmak istemedim. Kahvelerinize zehir kattım. Hep birlikte kurtuluyoruz bu dünyadan. Uzun ve aynı tınıda öten bir siren sesi duyar gibi oldunuz mu?"son sözleri ile ayrılır dünyadan.

Vaché 1919 günü, zavallı bir otel odasında ve henüz 24 yaşındayken üç çok sevdiği dostunu da yanında götürmek kaydıyla bu dünyayı terk eder.
Vaché'nin intiharından hemen sonra, Breton onun yazdığı on beş mektubu 'savaş mektuplar' adıyla yayınlar. Yaşamının tümünü bir sanat yapıtına dönüştürerek ve ölümüyle efsane olmuştur Vaché.


 Kaynakça: Jacques Rigaut, Arthur Cravan, sanat ve intihar, Dört Dada İntiharı, Apollinaire, Jacques Vaché, Sürrealizm 1924-2014, Breton

Savaş Mektpları, Jacques Vache, Kült Yayınları


11 Ağustos 2016 Perşembe

Hiçbir şey Kalpleri Birbirine Bağlamaz/ Herzen

Rus İvan Yakolev Almanya'ya geziye gider; orada 16 yaşındaki Henrietta ile tanışır, hoşuna  giden bu kızı kaçırıp Rusya'ya getirir ve onu metresi yapar. 1812'de bir çocukları olur, adını Alexsandr Herzen koyarlar. Özgürlüğü özleyerek büyüyen Herzen özgürlük kavgasına atılır. Demokratik düşüncelerinden dolayı siyasete karışır. 1834'de tutuklanır, dokuz ay hapis yatar sonra sürgüne gönderilir. İvan Yakolev zevk düşkünü varlıklı bir kardeşi vardır; serf kadınlarından oluşan harem kurmuştur.  Haremdeki köle kadınlardan biri 1817'de Natelie'yi dünyaya getirir. Herzen'den beş yaş küçük olan Natelie onu ağabeyi gibi görerek büyür. Onları birbirlerine yaklaştıran öncelikli etken kardeş babalarının gayrimeşru çocukları olmalarıdır.

1836 yılında Herzen sürgündeyken başlayan yazışmalardan bir ''mektup aşkı"doğar. Herzen siyasi hedefleri olan bir adamdır; aşk onun kuvvetlendiricisidir. Oysa Natelie için aşk her şeydir; ona göre hayatın amacı aşık olarak ölünceye kadar yaşamaktır. Natelie yalnızca yüreğiyle yaşayan, en büyük tutkusu ''sevmek" olan bir kızdır. Herzen ise hem beyni, hem yüreği için yaşayan bir gençtir; sadece aşk ona yetmez. Aşk sadece cinsiyetler arasında ortaya çıkmaz. İnsan özgürlüğe de aşık olabilir. Herzen gibi...

1838 yılında birbirine romantik biçimde aşık olan Herzen ile Natelie evlenirler. Mutlu günler yaşarlar. 1840 yılında mutlulukları bölünür; Herzen Rus otokrasisi tarafından bir yıl sürgüne gönderilir. Herzen sürgünden, toplumu yöneten baskıcı iradeye karşı içinde nefret taşıyarak döner. 1846'da Herzen'in babası ardında büyük bir servet bırakarak ölür. Böylece Herzen Rusya'dan kaçıp yurtdışına gitme olanağına sahip olur.

Bu arada Natelie-Herzen aşkından üç çocuk doğurmuştur. Aşkın üzerindeki ateş yavaş yavaş soğuma başlamıştır. Ayrıca Herzen, Natelie'nin hamilelik dönemlerinin birinde, güzel bir hizmetçi kızla yakalanmıştır; aşkın üzerine "aldatma ihanetinin" gölgesi düşmüştür. Ama alışkanlığın yarattığı sevgi, çocuklar, onları bir arada tutar. 1846 yılının ortasında Natelie, Herzen'e şöyle yazar:

"Şimdi sakin limana ulaştık. Evet Alexander, romans bizi terk etti. Artık çocuk değiliz. Yetişkin insanlar olduk. Daha derin, daha berrak görüyoruz, duygularımız daha basit...
Yaşamaktan ve idollerimize tapmaktan sarhoş olduğumuz gençliğimiz, geçmişin bizi alıp götüren, kendimizden geçiren heyecanları artık yok. Hepsi uzaklarda, geride kaldı. Seni hep üzerinde görmeye alıştığım kaideyi ve başının etrafındaki kutsal haleyi artık göremiyorum. Kayan bir yıldıza bakıp seni düşündüğüm anda senin de beni düşündüğüne artık inanmıyorum."


Bu sözlerden anlaşılır ki, Herzen- Natelie aşkı evlilik kurumunun zincirleri altında heyecanını yitirmiş, olağan bir mutsuzluğa dönüşmüş, duygusal boşluk ortaya çıkmıştır. Aşk duygusal boşluk tanımaz, balon gibi söner.

Ocak 1847'de Herzen-Natelie ve çocukları yurtdışına çıkarlar. İki aylık bir yolculuk sonrası Mart 1847'de Paris'e varırlar. Altı ay gibi kısa bir süre kalıp İtalya'ya yerleşirler. İtalya'da Rus aristokratlarından olan Aleksis Tuchkov'un ailesiyle tanışırlar.  Tuchkov ailesinin 18 yaşındaki kızları Natelie ile Herzen'in karısı Natelie arasında aşk başlar. Herzen, Tuchkov ailesiyle birlikte Paris'e dönerler. İki Natelie arasındaki aşk burada da devam eder. Küçük Natelie ailesiyle birlikte Ağustos 1847'de Rusya'ya döner; ama aralarındaki aşk mektupları varlığını sürdürmeye devam eder. Natelie Herzen'in, küçük Natelie mektubunda aşkını sunar:

"Sen gideli ruhum, dalı kesilmiş bir ağaç ne hisserderse onu hissediyor; baygın, hissiz, aptalca bir ağrı. (...) Evet! Sana müthiş aşığım. Mektupların aşkımı aydınlatıyor. Beni mutlu ediyor ve artık beni sevmesen bile mutlu edecek. İtalya'da yeniden doğdum. Ne kadar güzel günlerdi." 

Alman şair George Herweng yazdığı politik şiirler sayesinde 1841-1842 yıllarında şöhrete kavuşur. 1843 yılında Berlinli zengin tüccarın kızı Emma ile evlenir. Bir süre İsviçre'de yaşadıktan sonra Paris'e taşınırlar. Bakunin, Herwengh ile Herzen tanışırlar. İlerleyen zamanda iki aile arasında 1849-49 yıllarında sıkı dostluk gelişir. Herweng kadınların ilgisini çeken yakışıklı  bir adamdır, ayrıca duygusal bir yapıya sahiptir. Bu arada Herwengh-Emma çifti üçüncü çocuklarının dünyaya gelmesini beklemektedir. Evlilikleri içsel sorunlar barındırır. Herzen onlara hem maddi hem manevi dostluk gösterir; yardım eder. Herzen'in karısı Natelie ile Emma arasında da arkadaşlık kurulur. Natelie, Emma'nın sorunlarını bilmektedir; ancak Emma'yı değil Herwengh'i desteklemektedir. Bir kadının kadını destekler gibi görünmesi ya da arkadaşlık kurması zayıf yönlerini bilme duygusundan geçer; nitekim Natelie de böyle yapar.

Fransız polisiyle başı derde giren Herzen apar toar Cenevre'ye kaçmak zorunda kalacaktır. Herwen kısa bir zaman sonra dostluk gösterisinde bulunmak amacıyla Natelie'yi de yanına alarak Cenevre'ye doğru yola çıkarlar. Emma'yı Paris'te çocuklarla yalnız bırakarak...Bu arada Herzen Cenevre'de ev tutmuş, hep birlikte yaşamaya başlamışlardır. Herzen politik işlerle, kitap yazmakla uğraşır. Natelie, karısından ayrı kalan Herwengh'i teselli etmeye başlar, yalnızlıklarını paylaşmaya başlamıştır. Ağustos 1849'da artık gizli bir aşk doğmuştur. Herwengh-Natelie aşkı büyürken, Herzen yanı başındaki aşktan habersizdir. 
1849 Aralık ayında Herzen Paris'e gider, Emma'yı ziyaret eder. Emma'dan kocası hakkında duyduğu sitemlere şaşırır kalır. Bu arada Natelie'den Paris'e gelen mektuplarda Herwengh övülmektedir Emma'ya...Herzen'in aklına kuşku düşer; olumsuz kuşku canavarı bir kapıdan girdi mi tüm benliği paramparça eder. Herzen huzursuzluğun kasırgasına kapılır. Natelie'ye soğukkanlı; kuşkularını açıkca ortaya koyacak mektubu yazar, Ocak 1850. Natelie ya yalan söyleyecek ya gerçeği söyleyecektir:

"Düşündüm, düşündüm: Neden? Ve ağladım, ağladım. Belki bütün suç bende, belki yaşamaya layık değilim.Fakat, eskiden akşamları seninle başbaşa kaldığımız zaman hissettiklerim hiç değişmedi. Kendime karşı ve tüm dünya huzurunda masumum, kalbimde hiçbir utancın lekesini taşımıyorum."

Herzen'in kuşkuları bu mektuptan sonra daha da artacaktır. Ortacılığın, gerçeklerin şu ya da bu yanını örtmek ihtiyacından doğduğu bilmektedir. Natelie'ye mektubunda şöyle yazar:

"Mektubunda bana yabancı gelen değişik bir ses var; kederin değil, başka bir şeyin sesi...Gelecek henüz bizim ellerimizde ve sonuna kadar gidecek cesarete sahibiz. Eskiden kalbimize acı veren sırları birbirimize açtığımızı hatırla; ya Herweng'in aramızdaki uyumu bozan yanlış ses olduğu ortaya çıkacak, ya da benim..."

Natalie çıkmaz sokağa girmiştir. Ne Herwengh'i gözden çıkarmak ister, ne de Herzen'i. Mektuplarla Herzen'in kuşkularını dağıtmasının olanaksız olduğunu anlayan Natelie Paris'e gitmeye karar verir. Herzen'i ikna etmenin yolu onun yanında olmaktır. Paris'e hareket eder, Herwengh'e, Herzen'in hasta olduğu söyler. Natelie'yi karşısında gören Herzen yumuşar. Aralarında eskisi gibi ilişki başlar; Natelie bir ay sonra hamile kalır Herzen kendince huzura kavuşmuştur. Üstelik Natelie, Herzen'in, Emma'yı savunan tutumlarını destekler. Herweng'e mektup bile yazar:

"Emma'nın kederli halinden o kadar etkilendim ki, ne büyüleyici mektubun için sana mektubun için sana teşekkür edebiliyor, ne de dilediğim gibi cevap yazabiliyorum. Mektuplarını bize getiren o'dur bizzat o. Ellerinde su dolu bardaklarla karşınsında duranları seyrederken susuzluktan ölen birini düşün- bu hayal sende nasıl etki yaratıyor? Şimdi de elinde bardak olan kişinin duygularını anlamaya çalış- bu benim dayanamayacağım işkencedir."

Bu mektup üzerine Herweng karısı Emma'yı Şubat 1850'de Paris'ten Zürih'e çağırır. Sekiz aylık ayrılık sonrası karı koca ilk kez yüz yüze karşılaşırlar. Emma, Herwengh'i içine kapanık dünyasında küskün halde bulur. Kocasının iç dünyasında ruhsal fırtına yaşadığını anlar; onu itirafa zorlar. Herwengh üç hafta dayanır; sonunda Natelie ile yaşadığı aşkı itiraf eder. Herwengh'in acıklı "beni bırakma" yalvarışlarının etkisi altında kalan Emma, Herwenh'i affeder. Emma, Natelie- Herwengh aşkının geçici olduğu düşünür.

Devam edecek...

Kaynakça: Carr, Edward Hallet, Romantik Sürgünler 





Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...