28 Ağustos 2023 Pazartesi

MASKELİ DEPRESYON

Bu yazımda sizlerle kılık değiştirmiş depresyondan bahsetmeye karar verdim  çünkü  depresyondaki  kişi yalnızca “her şeyin faydasız olduğunu” düşünerek kendini eve kapatan, çökkün duygu durumu yaşayan kişi değildir. Günümüzde maskeli depresyonun önemli bir bilimsel rolü olmasa bile bilmenin önemli olduğunu düşünüyorum. O nedenle de bu yazımda  maskeli depresyonu ele almaya karar verdim.

Depresyondaki bir kişinin düzenli olarak işini yaptığını ve hatta herkese gülümsediğini kim hayal edebilirdi? Burada  karanlık ve hüzünlü depresyon  var olan tek biçim değil. “Atipik depresyonların” pek çok türü vardır ve “maskeli” olanı da bunların arasında sayılır.

 ararsanız bulamazsınız: ancak  maskelenmiş depresyon  somut bir gerçektir. Tanısal ve klinik açıdan bakıldığında, 1925 ile 1980 yılları arasında oldukça “moda” idi. Bugün, genel olarak somatoform bozukluklarda “Tanısal El Kitabı'ndan (DSM-V)” kaybolmuştur. Yetkili ICD-10’da (Hastalıkların ve İlgili Sağlık Sorunlarının Uluslararası İstatistiksel Sınıflandırması) “bedensel belirtileri olan depresyon” olarak görünür.

Maskeli Depresyon

“Depresyon” terimi çok abartılı gibi algılansa da: kimin çöplükte olduğunu, kimin üzgün veya melankoli olduğunu belirtmek için kullanılıyor. Bu genellemeler nedeniyle  depresyonun kılık değiştirmiş anlamını  anlamak daha da zorlaşıyor.

Bu tür bir depresyon sizde var ama sizde olduğunu bilmiyorsunuz. Bu bir paradoks gibi görünüyor ancak teşhis zorlukları tam da burada yatıyor.

Majör depresyondan  mustarip olanlar, aktivitelerini sürdüremezler, geri çekilirler, sosyal geri çekilmenin uzun aşamalarını yaşarlar ve sadece yıkanmakta bile zorluk çekerler! Maskeli depresyondan  mustarip olanlar  tüm aktivitelerini belki zorlukla, yorgunlukla ve ıstırapla yerine getirebiliyorlar ama psikolojik rahatsızlığın bedene yansıdığı bir “direnç” halinde yaşadıkları için bunları tamamlayabiliyorlar.

Kılık değiştirmiş  depresyon çok yaygın bir olgu gibi görünmektedir. Bazı yazarlara göre  gizli depresyon, daha yaygın olmasa da, açık depresyon kadar sık ​​görülür (özellikleri nedeniyle istatistiksel veriler hafife alınabilir).

 

Kaynak araştırması yaptığımızda bu alana yatırım yapan birçok isimle anılıyor:

Gizli depresyon türü (Lange J., 1928)

Gizli Depresyon ve Maskeli Depresyon (P.  Kielholz, 1983; P. Pichot ve  J. Hasson, 1973)

Depresyonsuz depresyon (K. Schneider 1925)

Somatize edici depresyon (L. Gayral 1972) vs…

 

Somatik belirtilerin baskın olduğu  ve hepimizin bildiği klasik depresyon belirtilerinden yalnızca bazılarını gösteren atipik bir depresyon şeklidir. 

Maskeli depresyon  geçiren kişiler, kendilerini başka türlü ifade edemedikleri ve tanıyamadıkları için bilinçdışındaki tüm rahatsızlıklarını bedenlerine yansıtma eğilimindedirler.

“Maskeli depresyon terimiyle, öncelikle somatik düzeyde kendini gösteren depresif bir süreci ifade ediyoruz. Bu nedenle maskelenmiş depresyonlar, depresif distiminin maskelendiği, yani somatik bir semptomla kaplandığı endojen depresyonlardır” (Kielholz 1973). 

Ne yazık ki tanısal bir test bulunmamaktadır. Bu tür gizli depresyon  hakkında pek bir şey duymuyoruz  çünkü teşhisi çok karmaşık olabilir: Bundan muzdarip olanlar durumlarının hiçbir şekilde farkında değildirler ancak fiziksel rahatsızlıklardan muzdarip olduklarına ikna olmuşlardır.

Buna ek olarak, bilim camiası (özellikle doktorlar, bu kategoriye işaret etmemde bir sakınca görmüyorum!), fiziksel semptomları duygusal-duygusal alandaki rahatsızlıklarla ilişkilendirme konusunda hala isteksizler denilebilir.

Fiziksel bir semptom ortaya çıktığında, “uzmanlar” somatik belirtilere dayanarak farmakolojik tıbbi tedavi ararlar; bu da birçok maskeli depresyon  vakasına yanlış teşhis konulmasına ve görünürde bir nedeni olmayan fiziksel hastalıklar olarak yanlış tanımlanmasına neden olur . Bu “yanlış teşhislere” ilişkin tahminler %5 ile %60 arasında değişmektedir; istatistiksel çalışmaların objektif ölçütlerden yoksun olduğu göz önüne alındığında bu büyük bir boşluktur. 

Son veriler, doktora başvuran kişilerin yaklaşık %10’unun aslında fiziksel belirtiler gibi görünen duygusal bir bozukluktan muzdarip olduğunu ortaya koyuyor. En yaygın örnek psikosmatik mide yanmasıdır, ancak romatoid artrit ve diğer otoimmün hastalıklar gibi ciddi hastalıkları psikosomatik matrisle ilişkilendiren çalışma ve teoriler eksik değildir.

Duygular ve duygular, özellikle bilinçsiz bir düzeyde sessizce çalıştıklarında, kendilerini fiziksel (daha doğrusu  psikosomatik )  bozukluklarla ortaya koyabilirler ve bu sadece bir teori değil, psikosomatik tıp ve psiko-nöroendokrinoimmünoloji gibi yerleşik disiplinlerin de dayandığı temeldir.

Maskeli depresyondan  muzdarip olanlar, sonunda depresyonun  tüm tipik  belirtilerini “bedenselleştirirler” ve  duygusal  düzeyde, klasik depresyonun psikolojik rahatsızlığının yalnızca küçük bir kısmını algılarlar.

Maskelenmiş depresyonda, tipik depresif belirtiler eşiğin  altındadır ve açık depresyon tanısı için dahil edilme kriterlerini karşılamamaktadır.

Maskeli depresyonun  belirtileri  doğası gereği psikosomatiktir ve birden fazla olabilir:

Kas ağrıları

Eklem ağrıları

Bacaklar ağır ve şişmiş

Mide yanması ve şişmesi

Dermatit ve diğer cilt bozuklukları

kaşıntı

Baş ağrısı

Sindirim zorlukları

Göğüste sıkışma ve kalp problemlerinin algılanması

Fiziksel yorgunluk 

Lütfen aklınızda bulundurun. Fiziksel semptomlar  şiddetli stres ve duygusal zorluklar zamanlarında şiddetlenir ve döngüsel bir yapıya sahip olma eğilimindedir: aniden kaybolurlar ve daha sonra belirgin fizyolojik nedenler olmadan daha sonra ortaya  çıkarlar . Ayrıca aşağıdaki gibi psikolojik belirtiler  de vardır  :

Anksiyete ve/veya disosiasyon

Kendine güvensiz

Sürekli sağlığı hakkında düşünmek

Ölme korkusu

Somatik semptomatolojinin bir fonksiyonu olarak depresif tipte duygular

Durumlarla başa çıkmada zorluk ve erteleme eğilimi

Hipokondri

Düşük iç gözlem becerileri

Kişinin içsel durumlarına erişememe

Endişe ve umutsuzluk

Belirtildiği gibi maskeli depresyondan  muzdarip olanlar, psikolojik rahatsızlıklarının  farkında olmayıp, hastalıklarının nedenlerini tıbbi/fiziksel alanda aramaktadırlar. Aslında bu kişi, en farklıları bile olsa, çeşitli teşhis testlerine tabi tutulabilir. 

Tıbbi bir test herhangi bir fizyolojik açıklama sunmadığında, gizli depresyondan mustarip olanlar “boş raporun güvenini tazelediğini” hissetmez, aksine daha da cesaretlerini kırarlar.

Kaynaklar:

 Erol, E., & Zabcı, N., & Şimşek, Faruk, Ö.,“Çocuk Depresif Belirti Değerlendirme Ölçeği geliştirme”, Anadolu Psikiyatri Dergisi 2020; 21(Ek sayı.2):14-20.

Tekintaş, Subaşı, N., & Yanartaş, Ö., & Durmuş, Benk, F., Sayar, K., “Major Depresif Bozukluk ve Fibromiyalji Sendromu Hastalarında İşlevsel Bedensel Belirtiler ve Belirleyicileri”, Arch Neuropsychiatry 2022;59:274−280.

Amerikan Psikiyatri Birliği, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı, 5. Baskı (DSM-5), Tanı Ölcütleri Başvuru Elkitabı’ndan, Çeviri: Köroğlu E, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 2013.


19 Ağustos 2023 Cumartesi

Satürn’ün Gölgesinde

James Hollis’in kaleme aldığı “Satürn’ün Gölgesinde” adlı kitabı mitlerden yola çıktığı için oldukça dikkat çekici ve keyifli bir eser. Her nitelikte okuyucu içinde uygun diyebilirim. Mitler her ne kadar bizim yerel kültürümüzde efsane gibi algılanıp gereken önem verilmese de evrensel anlamda insanlık tarihi kadar eskidir. 

Yunan Mitolojisinde “Kronos” mitinin gücünü, kıskançlığını, güvensizliğini, şiddetini ve zorbalığını çağrıştıran erkek unsurdur. Kronos ile Rhea’nın evliliklerinden Hestia, Demeter, Hera adlarında üç kızla, Hades, Poseidon, Zeus adlı üç erkek çocuk dünyaya gelir. Yunan mitolojisinde çocuklarının katili Uranüs’tür. Buna karşın sadece en küçük oğlu Kronos annesinin yardımıyla babasını hadım edip tahtından indirmeyi başarmıştır.

Kronos kral olduğunda aynı hiddet ve şiddetle kendi çocuklarının da kafasını tek tek koparır. Satrün’ün söylencesi Roma Mitolojisine göre “Altınçağ Tanrısı” olarak da bilinir. Diğer tanrılar (krallar) gibi gökyüzünde yaşamaz. Satürn yeryüzünde yaşar. Tıpkı insanlar gibi…Yunan mitolojisindeki karşılığı ise Kronos’tur. O, zamanı kontrol eder, disiplin ve ahlak kurallarını belirler, tarım ve hasat konusunda ziraattın sembolüdür.

Mitolojiden yola çıkan Hollis, günümüzün modern ve çağdaş erkeğinin nevrotik sıkıntılarının ve iyileşme çabalarının anlattığı eserine “Satürn’ün Gölgesinde” adını vermiştir. Hollis için Kronos kadar Eros’da önemli bir tanrı figürü ve modern erkeğin nevrotik sıkıntılarını açıklamak için başvurduğu tanrıdır. Kronos kadar şiddet, güç ve zorbalık tanrısı değildir Eros.

Peki, Eros neden önemlidir? Mitolojik kaynaklarda, Antik Yunanlılara göre, tüm varlığın kaynaklarında yer alan ve aynı zamanda tanrıların en yaşlısı olabilen ve yine en genci olabilen olarak kabul edilen Eros’un her zaman öngörülemez olduğunu. Mekana aitlikten bağımsız olarak onun her yerde olduğunu kabul etmişlerdir. Eros bastırılıp yer altına sürüldüğünde öfkeli ve zalim olur. Kimseden rahatsız olmayan özgür Eros ibadetler için sunaklar inşa eder ve senfoniler yazar. Eros’un etki alanını aşk ilişkisine indirgenmesi nedeniyle çok daraltıldığını belirtmek gerekir. Eros elbette aşk ve cinsellik mevcut ama insani eylemlerimiz çok daha derin, sevgi gibi daha uzun ömürlü ve âşık olmaktan daha ziyade gizemli güçlerden etkileniyor denilebilir.

“Satürn’ün Gölgesinde” insanın gerçekte ne olduğunu, kişi kendine sevmeyi yasaklayıp (veya başkasının kendisine yasaklamasına izin verdiğinde) ve bu sevgiyi gösterdiğinde, bu gerçek olmayan sevgi, içsel bir korku ve belirsizlik, dışsal bir başkalarını kontrol ve itaat arzusu içinde ortaya çıkar. Sigmund Freud “Bir Yanılsamanın Geleceği-Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları” adlı eserinde: Eros’un insanlığı kaba gücün zorbalığından, barbarlığından kurtardığını belirtir. Eros, insanlığı bilinçsiz değil ama bütünüyle özbilinçli ussal birleşmelere doğru yönlendirir: “İnsanlık insan doğasının ereğidir.” Eros’un bilinçsiz olana en uzak, bilinçli olana en yakın olan duygu olduğunu belirtir ki... Eros, nefret duygusunu bastırmada, sevgi duygusunda ise bilince yakındır.

Herbert Marcuse “Eros ve Uygarlık- Freud Üzerine Felsefi Bir İnceleme” başlıklı eserinde; Eros üzerinde sonu gelmez kısıtlamalar en sonunda yaşam içgüdülerini zayıflatacağını, karşı çıkmaya “çağırılmış” oldukları güçlerin ise kendilerini yok etme kuvvetlerini güçlendirerek serbest bırakacağını ifade eder. Yine Sigmund Freud’un “Metapsikoloji” adlı eserinde Eros’u, Narsissistik libido varsayımı ile ve libido kavramının bireysel olarak genişletilmesi ile eşeysel (üreme işinde görev veren özel yaradılış) içgüdü bizim için yaşayıp-ölen canlıların parçalarını bir arada tutmaya çalışan, bi nevi zamk görevine dönüştüğünü belirtir. Eşeyselliği Eros’un nesnelere yönelik parçası olarak göründüğünü, kurgusal Eros’un yaşamın başından başlayarak etkin olduğunu “ölüm içgüdüsü” ile karşıtlık içinde “yaşam içgüdüsü” olarak kabul edildiğini belirtir Freud. 

Freud’a atıf yapan Marcuse’ye göre, zihinsel ekonomik bakış açısından, Süperego’nun işlev gören ahlak benzeri bir parçalanma ürünü olarak göründüğünü dile getirmektedir. Modern dünyada yabancılaşan Eros’un özgürleşmesi zorunlu olarak yok edici ve öldürücü bir güç olarak işleyecektir. Yine özgürleşen Eros’un yok ediciliğine karşı sağlamlaştırılmış üreme ahlakı devreye alınacaktır. 

Hollis ise, modern insanın uygarlığın yıkıcı güçlerini Eros’un üreme güdüsüne, aşk itkisini ise ekonomik olarak dönüştürmekte olduğunu savunur. Erkekler, pahalı arabasıyla, kocaman eviyle, yüksek makamıyla, statüsüyle övünen bir insandır. Bu insan kendisinde olan aşağılık duygusunu her şekilde ekonomik olarak telafi edecektir. Üst sınıf iş kahvaltıları ve insan gücü bu aşağılık kompleksinin dışa dönük bir ifadesi olarak hizmet edebilir, ancak gerçek dayanıklılığın acınası bir şekilde göstermelik bir yedek parçası veya yedek lastiğidir. 

Kısacası, uygarlığın getirisiyle aşağılık kompleksine nesne ilişkisiyle bastırmaya ya da gösterişin yıkıcılığıyla kullananların, sahip olduklarını düşündükleri benlikleri kendilerinin düşündükleri gibi değildir. Aslında yoklardır. Nesne var olduğu sürece onların Eroslar’ı ölüm-yaşam arasında işlevsellik gösterebilecektir. Yani her güç gösterisinin arkasında bir kompleks, kompleksin arkasında korku vardır. Hiçbir hayvan, insanlar için korkmuş bir hayvan kadar tehlikeli değildir. Sevginin olmadığı yerde sadece korku ve doldurulamayacak bir boşluk vardır. Sizce bir insan kimseyi sevmeyip aynı zamanda sakin ve kendine yetebilir mi?

Kabul ve annelik kompleksini de ritüeller açısından da değerlendirir Hollis...Ona göre, geçiş ritüelleri geleneğinde, annelik kompleksinin enerjisini doğrudan ve derinden etkilediği için, her birimizde mevcut olan son derece güçlü bağımlılık arzusunda büyük bir bilgelik olduğunu düşünmektedir. Bu hareketsiz cazibenin üstesinden gelmek içinde bilinçli duygusal deneyim gerektirmektedir. Aklı başında hiçbir insan gönüllü ayrışmayı istemez ve bu nedenle psikolojik ilgisizlik, korku ve bağımlılık hayatımızda baskın veya tehdit edici doğayı almaya başlamaktadır. Geleneksel kültürlerde erkek çocukların kabul törenleri kızların kabul törenlerinden daha geliştiğini, çünkü kızların annelerinden ayrıldıktan sonra yuvaya dönmeleri beklenilmektedir. 

Ritüellerde, erkek çocukları sadece anne kompleksinin hayatlarındaki özel öneminden dolayı değil, aynı zamanda erkek çocuklarının doğal dünyayı, “içgüdüsel” yaşamı terk edip yapay, insan yapımı uygarlık ve kültür dünyasına girmeleri beklentisinden dolayı etkilendiğini belirtir. Başka bir deyişle, rahat olma bağımlılığından kurtulmak için, genel olarak kaçındığınız koşullarda bulunmanıza izin vermelisiniz. Ama kendini yok etmeyi, kendini geliştirmeyi birbirine karıştırmamak için, bu tür ritüeller şart. Bir genç evden ayrılırsa sonu kötü bitebilir. Kampa ya da değişim programı üzerine ders çalışırsa ev sıcaklığından da mahrum kalıyor ama tehlikeler ve riskler daha az spontanedir.

 Hollis, her okuyucusunun zihninde farklı sorular oluşturacak bir yazar. 

Bir soruyla bitirmek gerekirse bu yazıyı: Eros’un sunduğu konfor alanınızda sonsuza kadar kalma arzusuyla nasıl savaşırsınız? Veya da ritüelinizin? 

Kaynakça:

Freud, S., Bir Yanılsamanın Geleceği-Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları

Freud, S., Metapsikoloji

Marcuse, H., Eros ve Uygarlık- Freud Üzerine Felsefi Bir İnceleme

Hollis, J., Satrün’ün Gölgesinde


16 Ağustos 2023 Çarşamba

NEDEN EDEBİYAT

Hafıza harika bir şeydir. Evet, bisiklet sürmeyi asla öğrenemeyeceğiz- kesinlikle harika. Ama daha az hoş şeyleri de asla unutmayacağız- utanç verici başarısızlığın, ideolojik düşkünlüğün, öğrenilmiş çaresizliğin, bağımlılığın, inanç ve tahminlerinin gözden geçirilmesinin anılarını unutmak ve kurtulmak neredeyse mümkün değildir. Tüm bu zihinsel çöpler zamanla birikir ve bizi daha sert, daha sıkışık, daha az meraklı hale getirir, elimizdeki fırsatları kaçırır, sahip olduğumuz keyifleri kaybederiz. Bu zihinsel çöplere karşı bizi içsel olarak güçlendiren, keyif veren, yaşama karşı esneten, merak duygumuzu harekete geçiren bir eylem vardır: O da edebiyat…edebiyat ve kitaplar olmasa yaşam ne kadarda sıkıcı olurdu. Şimdi sırtınızı oturduğunuz sandalye veya koltuğa yaslayıp elimizde bir fincan kahve eşliğinde fazla zamanınızı almadan okuma eyleminin keyfinden söz etmek istiyorum.

Hazırsanız başlayalım!  

Kimsenin size kitapların sıkıcı olduğunu söylemesine izin vermeyin! Kitap okumanın zor olduğuna inandırması için kimseye izin vermeyin.

Shakespeare, Dante ve Dostoyevski günümüzde konuşabilselerdi, bizlere derlerdi ki: “Oku, kendin oku.” Önyargısız okuyun. Birisi size Rus yazarların tehlikeli olduğunu, Shakespeare çalışmanın faydasız olduğunu, Dante okumanın eski moda olduğunu söylüyorsa, inanmayın. 

Ve bir şey var biliyor musunuz? Edebiyat en demokratik kişisel deneyimdir! Kitap okumak zihinsel özgürlüktür! Ruhun bakirliğidir. Çünkü sistem içinde prens, kral, halk olabilirsiniz, ama bir kitabın denizine daldığınızda artık kim olduğunuz, ne kadar iş yaptığınız önemli değildir. Kendiniz ve elinizdeki sayfaları okumaya başladıkça, anlama ve bilme isteği önemlidir. Kitaplarda kural yoktur, kanun yoktur, sınır yoktur, çünkü herkes “şu doğru, bu yanlış” dediğinde, sizi denizin yüzeyinden ötesine, karaya çıkmaya iten bir yazar vardır. Kendinize: Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” eserini okurken Raskolnikov’a neden öldürme rolü veriyor?  Jane Austen’in “Gurur ve Önyargı” romanını okurken Elisabeth Bennet neden Bay Darcy’nin sevgisini kabul etmiyor? Thomas Mann’ın Buddenbrook Ailesi eserinin sokaklarında gezinirken Thomas Buddenbrook kardeşinden neden nefret ediyor? 



Ve eğer edebiyat ne işe yarar diye merak ediyorsanız bilin ki hiçbir şey için değildir. Hiçbir işe de yaramaz. Pratik bir kullanımı yoktur. Ne kariyer yapmaya ne zengin olmaya ne toplumda başarılı olmaya gerek yoktur. Ancak, en yüksek özverisi toplumsal ya da bireysel “aptallığa zarar vermeye hizmet eder, genellemeler ve önyargılar utanç verici bir şey yapar.” Ama en önemlisi sadece bir tanesidir: Zevkle okumak. İçselleştirmek...


Kendi kitaplarıma her baktığımda kendimi iyi hissediyorum. Neden mi? Çünkü biliyorum ki harika okuma dakikaları beni bekliyor. Edebiyat gibi diğer okuma alanları da kişisel zevk alanıdır ve bu zevki kimse sizden alamaz. Kitap okuduğunuzda dış dünyanın penceresini geçicide olsa bir süreliğine kapatırsınız. Kelimenin tam anlamıyla farklı bir dünyadır orası. Tabii ki de sorunlar, tümsekler, günlük sorunları unutabiliriz. Okuyarak evde hissetmek gibisi yoktur. Bir diğer önemli olan şey ise, sizin ihtiyacınız olan eserleri bulmanız, her birimizin ihtiyaç duyduğu yazarları bulmamız, yani size söyleyecek bir şeyi olan yazarları bulmanızdır.

 



15 Ağustos 2023 Salı

NİETZCHE VE BABA WARGNER

 

Friedrich Nietzsche’nin tanıdığı tüm insanlar arasında besteci Richard Wagner (1813-1883) şüphesiz, onda en derin izlenim bırakan kişidir. Nietzsche, Wargner ile müzik açısından düşünsel anlamda aynı yaştaydı. Bu nedenle 1868’de tanıştıklarında 23 yaşındaki genç bilge, Wargner'i bir tür vekil baba gibi gördü denilebilir. Ama Nietzsche’nin asıl önemsediği şey Wagner’in birinci sınıf yaratıcı bir dahi olmasıydı. Nietzsche’nin düşüncesine göre dünyayı ve tüm acılarını haklı çıkaran türden bir biridir Wargner.

Nietzsche erken yaştan itibaren müzik tutkusu ve öğrenciyken doğaçlama yeteneğiyle sınıf arkadaşlarını etkileyen yetenekli bir piyanisttir. 1860’larda Wagner’ın yıldızı yükselir. 1864’te Bavyera Kralı II. Louis’in desteğini almaya başladı; Tristan ve Isolde 1865’te, The Meistersingers 1868’de, Das Rheingold 1869’da ve Die Walküre 1870’te gösterildi. Opera izleme fırsatları hem konumu hem de finansal açıdan kısıtlı olsa da Nietzsche Tristan’dan bir piyano notası aldı ve “geleceğin müziği” olarak düşündükleri şeyin büyük hayranlarıydılar.

Nietzsche Wagner’i ziyaret etmeye başladıktan sonra da, Wargner’in eşi Cosima ve çocuklarını da ziyaret etmeye başlar. Luzern Gölü kenarında güzel bir evdir. Nietzsche’nin klasik filoloji profesörü olduğu Basel’den trenle yaklaşık iki saat uzaklıktadır. Hayata ve müziğe bakışlarında, her ikisi de Schopenhauer’den çok etkilenmiştir. Schopenhauer’un yaşamını esasen trajik olarak da gördü. Sanatın değerini vurguladı, insanoğlunun varoluşun sefaletleriyle yüzleşmesine yardımcı oldu ve müziğin gururunu dünyanın altında yatan durmaksızın savaşan iradenin en saf ifadesi olarak bahşetti görünüş ve içini oluşturan.

Wagner genel olarak müzik ve kültür hakkında çok şey yazmıştı ve Nietzsche yeni sanat formları aracılığıyla kültürü canlandırmaya çalışma hevesini paylaştı. Nietzsche, ilk yayınladığı çalışmasında, Tregadyanın Doğuşu (1872) Yunan trajedisinin ‘müziğin ruhundan’ ortaya çıktığını savundu. Karanlık ve mantıksız bir “diyonisya” dürtüleri tarafından kullanıldı. Sonunda Aiskhylos ve Sophokles gibi şairlerin büyük trajedilerine yol açtı. Sonrasında ise Euripides tiyatro oyunlarında ve özellikle Sokrates’in felsefi yaklaşımında bariz rasyonalist eğilim de ustalaştı ve böylece Yunan trajedisinin ardındaki yaratıcı dürtüyü öldürmüş oldu. Nietzsche’yi bitirmek için şu anda gerekli olan şey Sokratik rasyonalizmin hakimiyetine karşı yeni bir diyonisya sanatıdır.



Söylemeye gerek yok. Richard ve Cosima kitaba bayıldılar. O sırada Wagner, Bayreuth’ta  operalarının yapılabileceği ve işine adanmış festivallerin yapılabileceği yeni bir opera tiyatrosu inşa etmek için para toplamaya çalışıyordu. Nietzsche’ye olan hevesi ve yazıları kesinlikle samimi olsa da, aynı zamanda onu akademisyenler arasında amaçlarının savunucusu olarak yararlı olabilecek biri olarak da gördü. Nietzsche, 24 yaşında  profesörlüğe olağanüstü bir şekilde atanmıştı. Bu nedenle görünüşe göre yükselen yıldızın desteğine sahip olmak Wagner’in şapkasında da olağanüstü bir kalem olacaktı. Cosima da Nietzsche’yi gördü.

Ama Nietzsche, Wagner’e ve müziğine ne kadar tapsa da ve muhtemelen Cosima’ya aşık olsa da kendi tutkuları vardı. Bir süre Wagnerler için ayak işleri yapmaya istekli olmasına rağmen Wagner’in baskın bencilliği ile giderek daha kritik hale geldi. Kısa süre sonra bu şüpheler ve eleştiriler Wagner’in fikirlerini, müziğini ve amaçlarını asimile etmek için yayıldı.

Wagner bir Yahudi karşıtıydı, Fransız kültürüne düşmanlık besleyen Fransızlara karşı şikayetleri daha da ağırlaştırdı ve Alman milliyetçiliğine sempati duyuyordu. 1873’te Nietzsche, Dr. Paul Rée ile arkadaş oldu.

Nietzsche, bir piyanist olarak arzu ettiği şöhreti yakalayamamış olsa da; felsefesi hayata karşı iyimser bir şarkıdır. Düşünceleri notasıdır onun….ancak paradoksal olarak ve kişisel durumuyla az uyumlu olmasına rağmen Nietzsche’nin eserleri her zaman varoluşa “evet” demek için sınırsız fırsatları da gösteriyor: kendi iç yaşamını onaylayan, ruhunun patolojileriyle savaşan bir Apollon’dur.


Nietzsche okumak kadar, onun yaşamını kaleme almak parçalı bir dünyada düzyazıya yerleştirilmiş kaotik bir düşünceyle yüzleşmektir. Kelimelerinin ruhani yoğunluğuna rağmen, aforizmaları anlamsızlığa batmıyor. Nietzsche’nin kendisine karşı olsa da; insanlığa bıraktığı eserlerin dümeni her zaman bir şeylere doğru gidiyor, yazısı limanı kaybetmiyor, denizde bile.

Nietzsche acılarını takdire şayan bir şekilde atlattı. Fiziksel hastalıkları onu çöküşe, intihara ve yaşama karşı ilgisizliğe bağışık yaptı. Acı çekmesi onu dünyada yaşamanın başka bir yolunu düşünmeye itti. Hiçbir şeyin canını acıtmayacağı bir ışık bulmak için çaresizdi. Felsefesi acıya rağmen günlük olaya kök salmak isteme saplantısının saplantısı, derin bir acı eseridir. Nietzsche felsefesi aşkın, ruhunun müziğinin, ondaki derin yaşama sevgisinin eseridir.

13 Ağustos 2023 Pazar

STAJYER

"The Intern" (Stajyer) 2015 yılı yapımı komedi filmidir. Yönetmen Nancy Meyers tarafından sinemaya aktarılmıştır. 

Filmin kahramanı 'Ben', 70 yaşında (genç ve sağlıklı yaşlıdır) eşini kaybetmiştir. Yas sürecini atlatabilmiş ancak beraberinde getirdiği içindeki boşluğun yalnızlığını atlatamamıştır. Gençlik döneminde bir uğraşı olmamasının sonuçlarını yaşlılıkta yapacak hiçbir şey bulamamasıyla ödemek zorunda kalmıştır.  Kahramanımız, içindeki boşluğu doldurmak için ne denerse denesin(yoga, Çince, tatile gitmek, evden sürekli dışarı çıkıp kendini meşgul etmek) işe yaramamaktadır, devamlı bir boşluk ve anlamsızlık içindedir. Bir oğlu vardır. Ancak uzakta yaşamaları nedeniyle kahramanımız çocuğunun yanında pek fazla vakit geçiremez ancak bunun özlemini de duyar.



Kahramanımız, tesadüfen bir iş ilanı görür, bir start-up şirketine deneyimli stajyer olarak başvurur ve kabul edilir. Şirketin yöneticisinin stajyeri olacaktır.  Şirket yöneticisi 'Jules', yaşlı kahramanımız Ben'e karşı önyargılı davranır ve stajyer olma durumuna çok da sıcak bakmaz. Bu süreçte Ben, pek de anlamadığı teknoloji hakkında şirketteki diğer kişilerin yardımını alır. İyi ilişkiler geliştirerek adeta şirketin amcası haline gelir.

Jules'un şoförlüğünü de yapmasıyla, Jules'in önyargısı pozitif yönelimli olur ve pek çok konuda fikir alışverişi yapmaya başlarlar. Jules'un ise anne babasıyla ilişkisi pek iyi değildir. Ben bir

nevi ebeveyn boşluğunu doldurduğu söylenebilir. Şirkete Jules'un iş yükünü azaltmak için yeni CEO alınmasını desteklemeyen Ben, Jules'e her defasında bir akıl hocası gibi davranır. Filmin sonunda Jules, şirkete CEO getirmekten vazgeçer ve Ben ile mutlu bir gün geçirir.

Filmde, farklı cinsiyet yönelimleri olanlar, etnik gruplar, toplumdan dışlanmış olanlar (psikolojik

rahatsızlıkları olanlar, eski mahkumlar vs.), bu kişilerin hepsi için istihdam oluşturmak bir yenilik, anlayış politikası incelikle detaylandırılmakta...Ancak kimsenin aklına birkaç yıl önce yaşama katkıda bulunmuş ve şimdiyse bir kenara atılmış gibi hisseden yaşlılar için istihdam/sosyal sorumluluk programları oluşturmak gelmez. 'Tecrübe asla eskimez' sloganıyla tanıtılan 'deneyimli stajyer' fikrini verdiği için topluma ve piyasa sistemine olumlu bir gönderidir.  ABD'de iş gücü istatistikleri bürosuna göre 2020 yılında 55 yaş ve üzeri stajyer oranının %25.2'ye çıkması beklenmiştir.

Filmde, birçok yaşlı, özellikle de sosyoekonomik olanakların iyi olmadığı ülkelerdeki yaşlılar, Ben gibi sağlıklı bir şekilde yaşlanmaz. Bu kişiler, hayattan umudu keser, çalışmaya kendini gerçekleştirmek için değil geçinemediği için tekrar döner, toplum tarafından daha fazla ayrımcılığa maruz kalır vs. bu nedenlerle film aslında tek taraflı kalarak yaşlılığı pembe gözlüklerle aktarım yapılmış gibi algılanabilir. Aslında, gerçek yaşlı popülasyonla karşılaşma izleyici açısından filmde tek bir sahnede oluyor ki o da stajyer Ben, şirkette görüşmeleri için beklerken gerçekleşiyor. Ancak, yaşlılığın olumsuz taraflarını, ailelerin neler yaşadığı aktarılmaz. İzleyicinin hayal gücüne ve deneyimlerine bırakılır.

Yaşlılık Psikolojisi açısından Ben sağlıklı ve genç bir yaşlıdır. Yaşına oranla oldukça dinç kalabilmiş bir bireydir. Erikson'un bunalım evrelerinden olan bütünlüğe karşı umutsuzluk evresindedir ancak Erikson'un sekiz aşamalı bu gelişim sürecinin ilk yedisinde başarıya ulaşanlar son dönemde dağılmaya karşı bütünlüklerini koruyabilirler. Ben'de, hayatına geri dönüp baktığında mutlu olduğunu ve yetmiş yaşından sonra "bir bütünlük oluşturamadım, yaşayamadım şimdi de az vaktim kaldı" gibi  umutsuzluk serzenişine kapılmaz. 

Heinz Kohut'un self psikolojisi açısından Ben'in kendini birçok alanda telafi etmeye çalışmaktadır. Kendini sosyal alanda telafi etmek için yeniden romantik ilişkiler yaşayama arzusu vardır. Bir zamanlar kendisi gibi gördüğü insanların yanında vakit geçirmek için sabahları 7 buçukta uyanıp kafelere gider. Günlük koşturmacada işlerine giden insanların arasına girer. Kendisinin bir zamanlar yaşadığı koşturmacalı hayattan emekli biri olarak Ben, çalışanların koşturmacasından memnuniyet duyma denemesi olarak cenazelere katılır.

Ben'in, Maslow'un kendini gerçekleştirme aşamasına geçemediğinin alt metnini vermektedir. Ki, Ben çocuğu ve torunda gerçekleştiremediği dedelik ve babalık rollerini yaşamak için girdiğini düşünüyorsak filmdeki durumu da hesaba katarak (Ben'in oğlu ondan uzaktadır, çok kısa bile olsa onlarla vakit geçirdiği zaman sanki onlara yük oluyormuş gibi hisseder) yaşlıların ailelerinden, çocuklarından ayrı yaşamasını ne kadar doğru buluyorsunuz? Hindistan gibi ülkelerde yaşlı aile üyeleriyle aynı evde yaşanır ve onlara bakmayan aile olduğu zaman ayıplanır.

Ben, patronu Jules'i idolü olarak mı gördü? Onun için mi ona bu kadar babacan bir tavırla yaklaştı? Her zorluğunda yanında olmak istedi? Bu süreçte kendisini hayata bağlayan bir sebep arayışın da olduğu için dayanak olarak Jules'i mi gördü? Bilinmez. Filmi izlemenizi öneririm. Size göre değişebilir her film....iyi seyirler diliyorum. 

 


9 Ağustos 2023 Çarşamba

 

Mission Impossible: Ölümcül Hesaplaşma

Ünlü aksiyon serisi ‘Görevimiz Tehlike’ serisinin yedinci filmi olan “Mission Impossible: Ölümcül Hesaplaşma’nın Birinci Bölüm”ü ABD’den üç gün farkla ülkemizde de vizyona girdi. Başrollerinde Tom Cruise, Rebecca Ferguson, Hayley Atwell, Pom Klementieff, Vanessa Kirby ve Simon Pegg gibi başarılı oyuncular rol aldı. Yönetmen Christopher McQuarrie’in gözünden insanlık için risk oluşturan tehlikeli silahların kötü niyetli kişilerin eline geçmemesi için mücadele eden ajan Ethan Hunt’ın (Tom Cruise) hikayesi anlatılıyor.

 

Görevimiz Tehlikeli’nin sonuncusunda, düşman insan değildir, varlıklar ve kişilerin ‘insan’ olmasını arzulamasına rağmen... Filmde düşman ‘Varlık’, dünyanın tam kontrolünü isteyen çoklu özerk yapay zekadır.

 


Görevimiz Tehlike’de olduğu gibi, aksiyon, macera ve bilim kurgu sineması genellikle çağdaş çatışmalardan çıkarılan unsurları dramatik bir bağlam olarak ele alır.

Açık söylemek gerekirse, filmde yapay zekanın Hollywood’un mega yapımlarında anti-kahraman değil de, bir kurtarıcı kahraman bir karakter olarak çıkmasını umuyordum. Olmadı! Yapay zekayı elbette, “Ölümcül Hesaplaşma” bağlamında geçmişin kalıntısı olarak, yani Rusya’yı özgürlüğün düşmanı olarak koymak için manikür kaynak olarak eklendiği de düşünebilir. 

 

Sosyal medyada tekrarlayan kıyamet hikayelerinde ve son on yılda bazı filmlerde, yapay zekanın dünyaya hâkim olacağı ve insanları yok edeceği bir geleceğin habercisi, Görevimiz Tehlikeli’nin son serisinde, korkuları ve belirsizlikleri çıkaran benzer bir ideolojik imgeleri de sunuyor. Üretim ve iletişim biçimlerinde önemli değişiklikler yapan bir toplumda unutulmamış. Mitoloji olarak sinema, klasik mitler gibi çağdaş beklentiler ve belirsizlikler, aynı zamanda kurulan gücün hikayesini, aynı zamanda kahramanın veya acı çeken ölümcüllerin anlatımını güncelleyerek ortaya çıkarmaktadır.

 Tıpkı, Antik Yunan’da olduğu gibi biz ölümlüler sadece şaşkınlık veya şaşkınlıkla izlenebilecek olan tanrılar ve kahramanların gösterisine boyun eğmişlerdir. Kötü bir yapay zeka dünyamızı tehdit ediyor ve sadece güvenliğimizi koruyan güçler bizi kötü bir sondan kurtarabilir. Filmde adeta bilinçdışımıza yapay zekayı “kabul edin zavallı ölümlüler!” algısı oluşturmak için...

 

Sinema, eski efsanenin yaptığı gibi vatandaşlığın kritik ve aktif rolünün önünü kapatır. Ve tanrısal tasarımlar karşısında, izleyicisini susmak ve saklanmak dışında hiçbir şeyin yapamayacağına ikna etmeye çalışarak inandırır.

 

Çağdaş kahraman, kurulan gücün dinamiklerini gizlemeden temsil ettiği için sahte kurtuluş tablosu olarak hizmet ediyor. Endişelenme, güvende olman için senin için bu işi yapıyoruz. Buna ise sinemanın izleyiciye, tekrarlı deneyimlerle içselleştirdiği tutarlı bir plasebo da denilebilir.

Sinemada nadiren güç hikayelerini kapatacak bir yansıma seçilir, vatandaş-izleyiciye geleceğin etik ve politik sorumluluğunu geri verir, determinist ve baba-list hikayeye karşıdır.

 

Düşüncelerimi okuyanlar bu noktada benim yansımam hakkında düşünebilir ve belli bir sebep olmadan değil: “Bu sadece bir film. Kahramanın görevleri tehlikelidir. Tadını çıkarın.” Mitoloji işe yarıyor. 

 

10 Nisan 2023 Pazartesi

YAŞAM: ACIYA İHTİYAÇ DUYMAKTI


Çağdaş kapitalizmin uzmanı Felix Guattari kapital sisteme karşı kapitalizmin “psideolojik” arzu devriyelerini sorgulamıştır.

Guattari’ye göre hepimiz her gün kriz yaşıyoruz. Bu kriz sadece maddi değil, belirli bir yaşamın ve biçiminin zorlantı halinde yaşamsal biçimlerin arz ekonomisiyle sunulması biçiminde aşınan acının boşluğu olarak tanımlanabilir.


Kapitalizm, bireye yaşamsal biçim olarak hep bir eksiklik yaşatma üzerine kuruludur.

Doğumla birlikte toplumsal yaşamda her şeyde denge sağlamaya çalışmak zorundalığı ile, biçimlen(diril)iyoruz.


Toplumsal yaşamın akışına devam edebilmesi için yeni yaşamsal delikler açmak yerine, yeni düşünceler inşa etmek ve kapitalizmin biçimlendirmesi için çaba harcamak yerine, sistem tarafından biçimlendirilmiş olan acıdan kaçınmanın yol hatlarına doğru yol almayı tercih edebiliyoruz.


‘Acı’ kelimesi hayatta tatmaya ya da elde etmeye çalıştığımız hazzın karşıtı olarak kaçındığımız hoş olmayan özel duyguların veya duyularımızın genel adıdır.


Acıyı algılamak ve yaşamak farklı mutsuz duyguları ifade etmek için kullanılırken, hemen onun karşıtı olarak hazzın kalesi “kapitalizm” terimi algımızda sömürü ve eşitsizliğin sosyal ilişkilerini gizleyen olarak acıyla yani ötekiyle değiştirilir.


Kapitalizmi yaşamı yok eden farksızlık şiddeti olarak düşündüğümüzde acının ihtiyacını ve kalıcılığını olumlamak gerektiğini kabul edebiliriz.


Çünkü şiddet kalabalık tarafından üretilip tüketilmesi gerekmektedir.

Kapitalizm, endişe, üzüntü, hayal kırıklığı, nostalji, korku ile karıştırılır ve kapitalist denmesi gereken toplum, piyasa, sistem, gerçeklik, dünya olarak nitelendirmemize neden olabilmektedir.


Bilincimizde ağırlıklı olarak kapitalist toplumun devamlılığı için seçilen acıyı aşmak için bireyselci ve özgürleştirici potansiyelimizi kaybetmemiz arzulanır.


Çünkü kapitalizm ya da kapitalist toplumun görünürlüğünü örten figürler acı yaşamların hazza koşarken vicdan adaletsizliklerini gizleyerek var olan ama kullanılmayan vicdan örtüleri kapitalist ahlakın çıplak kalmasına da dayanamaz.


Acıya mı, arzuya mı sahip olmak istiyoruz?


Arzu, kapitalist toplumda bireye kendisini veya bireyi acıya karşı arzusunun koruyucu bir ideal, hayali bir yetenek, incelik barındıran bir düello, bireyin kendisine olan kayıp güvenliği geri kazanmak için arzuyu bir sistem aracılığıyla sunmaktadır.


Kapitalizmin arzu şiddetini imkansıza sahip olmasını arzulamasını ister. Arzunun karşısındaki acı ise güvenlik ister: Sonsuza kadar acının ahlaksal varlığı kapitalizmde ulaşmak istediğimiz hazzın, acı veren mesafeyi bastırmasını ahlaksal bir arzuyla kulağımıza söylediğinde, reddedilen sahipliğin öfkesinin böylece kendimiz olduğumuzu unuturuz.


Çünkü kapitalist haz, ulaşılamaz olanın kanıtıyla daha çok yanan içimizdeki arzunun şiddet örtüsü gibidir.


Kapitalizmin arzusu bizlere genellikle bir örümcek ağını salgılayan haz duygusunu algılatmak için aynı zamanda umutsuzca tek başınalığın hiçbir şeyle tamamlamayı beklemeden yaşattığı boşluk duygusunu vermesinde de olabilir.


Acı, bireyden güvenlik istediği kadar arzunun şiddeti kapitalizm için mutluluktur, ancak güvenlikli acı deneyiminden kurtulmuş, hazzın içinde yaşamsal bir varlığın donmuş sembol figürü gibidir elde edilmek istenen acının hazzı…kapitalizmde, sevgi, arkadaşlık, aile olma çılgınlığından kaçınarak antikapitalist suç ortaklıkları oluşturmak melankolik bireysellik gibidir.

Kapitalizmde arzu melankoli gibidir, bir çılgınlık, bir ele geçirmek, acıdan sıyrılışta varoluşun çılgınlığı gibidir.


Kapitalizmin akışkanlığına karşı bireyselci bir melankolik varoluş sistemde hastalığa, yaşlılığa yani kontrolü imkânsız olan kendi benliğimize karşı bir isyanın başlangıcıdır.

Ki, solmaya yüz tutmuş bir gücün kendi kendine dönüşünde yüzleşme felaketi ve kişisel düelloyu getirebilir.


Kapitalizmde sınırsız sahiplik örtülü acı, arzunun gizli tutkusudur.

Kapitalizm, sıkıntılı bedenlere, farkındalığı olmayan bilinçlere (bilmedikleri şey) bir şeyler alarak sakinleşmeyi öğretir: oyuncaklar, insanlar, para, eşyalar, yetenek, kamusal kimlik, prestij vs…korku, acı karşısında mutluluğun başka türlerini hayal ettirmeye zorlayan tek çaredir. Kapitalizm ele geçirilmiş hayatlar yaratır; ele geçirilmişler ise artık bu güçten etkilenmezler.


Çünkü onlar özgürlük sanrısının denekleri haline gelmiştir ve hiç sahip olamadığı bir şeyi sahiplendiğini düşünmektedirler.


Acı insan hayatının sonsuzluğu, sessizlik ve yalnızlıktır.


Yalnızlık boşluğunun icadı olmadan arzu olmaz.


Arzu sahip olmayı değil, oluştaki aramayı arar.


Yani arzu hep başlangıçtadır.


Acı ise ihtiyaç halinde sonsuzluğun kalıcılığındadır.


Acı uyumu ararken uyandırır; arzu uyumsuzluğu ararken uyuşturur.

SİYASETTEKİ SİNEMA BÜYÜSÜ

Sigmund Freud’a göre bilinçaltımızda uyuyan çöplüğümüzde itiraf etmediğimiz yani bilince çıkmayan hiçbir düşüncenin asla ölmeyeceği üzerinedir.

Bu olgu, hem psikolojik hem iletişim anlamında da böyledir.

Bilince çıkarmadığımız her şey orada öylece bekler-nefes alarak durur.

Karar anlarımızda zayıf olduğumuz veya tam tersine güçlü olduğumuz anları bekler, biz farkında olmayız.

Bilinçaltımız içinde yaşadığımız çevrenin ekonomik ve siyasal belirsizlik durumlarında algımızı yapılandıranlar tarafından otomatımıza basılmış tuş gibi sözcükler veya görsellerle devreye alınır.

Algımızı biçimlendiren siyasal manipülasyonlara dijital çağın getirisi olarak hemen hemen her yerde maruz kalmaktayız.

Yüksek enflasyonun yol açtığı ekonomik krizin yaşandığı ortamda siyasetten-piyasalara kadar güncel söylemi kanaat önderleri kulaklarımıza sürekli aktarmakta…siyasi yapılanmalar, ana muhalefet partisinden iktidara kadar seçmenle kurdukları söylem ideolojisi aynı gemide olduklarını sık sık tekrar etmek üzerine.

Altılı Masa’nın koalisyonuna baktığımızda ekonomik krize karşı seçmene hiçbir vaat de bulunmaya çekimserlik içinde.

Türkiye’nin sorunu enflasyon, ekonomik kriz, işsizlik ama Altılı Masa’nın ekseninde gezindiği ülke sorunu Sayın Cumhurbaşkanı oluyor.

Muhalefetin tek derdi var: Cumhurbaşkanını bulunduğu konumdan indirmek.

Altılı Masa ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’nın seçime odaklı hedef söylemlerini sinema üzerinden bir benzetme yapmak gerekir.

Çünkü bilinçaltımız hayatımızın her alanında kendine yarattığı öznel kahraman idoller ya da figür liderler sinema aracılığıyla da algı oluşturma etken olduğunu düşünebiliriz.

Umberto Eco, medyanın algı oluşturmada etkilerini dile getirdiği “Yengeç Adımlarıyla” eserinde ana kahraman olarak algılanmak için siyasetçinin ve medyanın düşman/lar yaratması gerektiğini dile getirmiştir.

Eco’nun düşüncesinden yola çıkarak psikolojik açıdan kendimize baktığımızda tekil olarak ebeveyn otoritesi gölgesinde yetiştirilen bir toplum olduğumuzu da göz ardı etmemek gerekir.

Üzerimizde ya annemiz ya babamız etkilidir genelde…medyada izlediğimiz gündeme dair haberlerden ziyade bilinçaltımızı tatlı tatlı kahramanlıkları rüya gibi algılatan sinemada öyledir.

Örneğin, Hollywood sinemasının etkili biçimde kullandığı kurgusal bir gerçeklik algısı vardır bilinçaltımızda oluşturulan.

Hollywood filmlerinde bir ana kahraman vardır ve bu bir kişi iken anti-kahramanların (kötü) sayısı o kadar çok olur.

Ana kahramanımız, anti kötü kahramanlara karşı sürekli mücadele vererek kâh insanlığın geleceğini kâh bir kent ya da bir aileyi kurtarma görevi üstlenen kişidir.

Ana kahraman tek başına yalnız bırakılır ve tek başına, bütün kötülükleri yapan anti-kahramanlarla filmin sonuna hep mücadele eder.

Hatta öyle mücadele eder ki; ailesinden, sevdiklerinden ve hatta kendi hayatından vazgeçecek kadar cesaret gösterir ana kahraman.

Seçmenin algısı tek ana kahramana mı yoksa Altılı Masa’ya mı daha yakın olarak kendini algılayabilir!

13 Ocak 2021 Çarşamba

Rağmenin Üstünlüğü

 Masumi Toyotome “Dünyada sevilmek istemeyen kişi yok gibidir” diye başlıyor Her Şeye Rağmen Sevgi adlı eserinde.  


-Ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyormuyuz?  diye soruyor...Sonra anlatmaya başlıyor: 


- Sevgi üç türlüdür!..


Birincinin adı “Eğer” türü sevgi!.. Belli beklentileri karşılandığında verilecek sevgiyi şartlar içinde tanımlamıştır. 


Örnekler veriyor: Eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim. Toyotome “En çok rastlanan sevgi türü budur” diyor. Bir şarta bağlı sevgi.. Karşılık bekleyen sevgi.. “ Sevenin, istediği birşeyin sağlanması karşılığı olarak vaad edilen bir sevgi türüdür bu” diyor Toyotome.


- “Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı sevgi, karşılığı bir şey kazanmaktır..” Yazara göre evliliklerin pek çoğu “Eğer” türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil, hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve beklentilere giriyorlar. Beklentiler gerçekleşmediğinde de, düşkırıklıkları başlıyor. Sevgi giderek nefrete dönüşüyor. En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile “Eğer” türüne rastlanıyor.


Yazar bir gencin hayatından kesit örneği veriyor. Bir genç Tokyo Üniversitesi giriş sınavlarını kazanarak babasını mutlu etmek için, çok çalışıyor. Okul dışında hazırlama kurslarına da gidiyor. Ama başarılı olamıyor. Babasının yüzüne bakacak hali yok. Üzüntüsünü hafifletmek için bir haftalığına Hakone kaplıcalarına gidiyor. Eve döndüğünde babası öfkeyle “Sınavları kazanamadın. Bir de utanmadan Hakone’ye gittin" diye bağırıyor. Delikanlı “Ama baba, vaktiyle sen de bir ara kendini iyi hissetmediğinde Hakone kaplıcalarına gittiğini anlatmıştın” diyor. Baba daha çok kızarak, delikanlıyı tokatlıyor. Çocuk da intihar ediyor. “Gazeteler intiharın anlık bir sinir krizi sonucu olduğunu söylediler, yanılıyorlardı” diyor yazar..


- “Delikanlı babasının kendisine olan sevgisinin yüksek düzeydeki beklentilerine bağlı olduğunu anlamıştı!..” İnsanlar “Eğer” türü sevginin üstünde bir sevgi arayışı içindeler aslında.. “Bu sevginin varlığını ve nerede aranması gerektiğini bilmek, bu genç adamın yaptığı gibi, yaşamı sürdürmekle, ondan vazgeçmek arasında bir tercih yapmakla karşı karşıya kaldığımızda önemli rol oynayabilir” diyor,Toyotome.


İkinci tür sevgiyi şöyle tarif ediyor: Çünkü “türü”sevgi... Toyotome bu tür sevgide, “Bu tür sevgide kişi, birşey olduğu, birşeye sahip olduğu ya da birşey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır.”


Örnek olarak, “Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin. (Yakışıklısın!).” “Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki..”

“Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki..”

“Seni seviyorum. Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerlere götürüyorsun ki..”


- Yazar, Çünkü türü sevginin, Eğer türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor. Eğer türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz, hoş birşeydir, egomuzu okşar. Bu tür, olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır. 


Ama derin düşünürseniz, bu türün, “Eğer” türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki, bu tür sevgi de, yükler getirir insana.. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer. 


Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğin doğumunu kutlarlar. Sınıfın en güzel kızı, yeni gelen kıza içerler. Üstü açık BMW’si ile hava atan delikanlı, Ferrari ile gelene içerler. Evli kadın kocasının genç ve güzel sekreterine içerler.


“O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi?” diye soruyor, Toyotome.. “Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz,” diyor.


Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var.. Birincisi.. “Acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz?” korkusu.. Tüm insanların iki yanı vardır. Biri dışa gösterdikleri.. Öteki yalnızca kendilerinin bildiği..”İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terkederlerse” korkusu buradan doğar. İkincisi de.. “Ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa..”endişesidir. 


Japonya’da bir temizleyicide çalışan dünya güzeli kızın yüzü patlayan kazanla parçalanmış. Yüzü fena halde çirkinleşince, nişanlısı nişanı bozup onu terketmiş. Daha acısı.. Aynı kentte oturan anne ve babası, hastaneye ziyarete bile gelmemişler, artık çirkin olan kızlarını.. Sahip olduğu sevgi, sahip olduğu güzellik temeli üstüne bina edilmiş olduğundan bir günde yok olmuş. Güzellik kalmayınca sevgi de kalmamış. Kız birkaç ay sonra kahrından ölmüş.. 


Toyotome, “Toplumlardaki sevgilerin çoğu ‘Çünkü’ türündendir ve bu tür sevgi, kalıcılığı konusunda insanı hep kuşkuya düşürür,” diyor.. 


Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?Ve işte sevgilerin en gerçeği!.


Üçüncü tür sevgiyi “Rağmen” olarak tanımlar. 


Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında birşey beklenmediği için “Eğer” türü sevgiden farklı bu.. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için “Çünkü” türü sevgide değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan “Birşey olduğu için” değil, “Birşey olmasına rağmen” sevilir. Güzelliğe bakar mısınız! Rağmene rağmen. 


Esmeralda, Qusimodo’yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına “rağmen” sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda’ya çingene olmasına “rağmen” tapar!..

“Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insanı olabilir. Bunlara ‘rağmen’ sevilebilir. Tabii bu sevgiyle karşılaşması şartı ile..


-Burada insanın, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine “rağmen” olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor.


Japon yazar “Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur,” diyor. “Farkında olsanızda, olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir.” 

Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor.. “Şu soruma cevap verin,” diyor.


- Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz, yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, başarı ve üne olan ilginizi yitirmezmiydiniz?.. Kendi kendinize “Yaşamamın ne yararı var” diye sormaz mıydınız? diye devam ediyor Toyotome.. 


-Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün.. Dünya birden bire başınızın üstüne çökmezmiydi?. O an yaşam size anlamsız gelmez miydi?.


-Diyelim sıradan bir yaşamınız var.. Günlük yaşıyorsunuz. Günün birinde gerçek, derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa, kalan hayatınızı nasıl yaşardınız? diye soruyor ve yanıtlıyor: 


-Böyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar ediyorlar ya da iyice dağıtıp yaşayan ölü haline geliyorlar. Toyotome, hem de nasıl iddialı savunuyor “Rağmen” sevgiyi.. Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni “Rağmen” türü sevgiyi şu anda yaşamanız ya da birgün bu sevgiyi bulacağınıza inancınızdır.


Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome.. “Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var.. Kimsede başkasına verecek fazlası yok,” diye açıklıyor. 


Peki bu dünyada sevgi ne kadar var?


Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi.

Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye insanların ne kadar muhtaç olduğunu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz. Hepsi bu! Ve asıl çarpıcı cümleyi en sona saklıyor yazar: “Dünyadaki en büyük kıtlık, “rağmen” türü sevginin yeterince olmayışıdır!

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...