6 Ocak 2017 Cuma

AVATAR'IN METAFORLARINI KEŞFETMEK


Sinema da Alt-Metin Okuması: AVATAR
İnsanların drama eserlerinde, başka sanat formlarında olduğundan daha fazla şekilde kastettiklerinin fiilen telaffuz etmedikleri belirtilir. Fakat bunun her zaman bu yolla "alt-metin" yoluyla yalan söylendiği anlamına da gelmeyeceği savunulur. Bir gerçeğin  ya da uydurma yadsıma da söz konusu değildir. Büyük drama eserlerinde bir sözler vardır, bir de sözlerin altında yatan gerçekler. Metin ve alt-metin. Bunların ikisinin aynı şey olmadığı da vurgulanır. 

 

AVATAR'IN METAFORLARINI 
KEŞFETMEK

2009-2010 sezonun en çok gişe hasılatı yapan filmlerinden Avatar, alt-metin duygusal (görme, işitme, koku alma ve dokunma duyularıyla ilgili) metaforlarla gösteren bir yapımdır. Filmin başında Jake Sully'nin arkaplan hikayesini izler, bir savaşta yaralandığını, deniz piyadesi olduğunu ve Pandora görevinde kardeşinin yer aldığını öğreniriz. Alt-metin, bu hikayenin aslında, atları, bazı kuşları ve ejderhalarıyla Kutsal Ağacın Ruhu'yla tinsel uyum içinde yaşayan gezegenin yerlilerine meydan okuyarak makineleri, teknolojileri, donanımları, haritaları, planları ve şemalarıyla kudretli dünyalılar hakkında olduğunu gördükçe belirginleşmeye başlar.

Alt-metin, güçlü uygar insanların görünüşte uygar olmayan, pek insan da olmayan bir ırka karşı koymayı temsil eder. Buradaki hırs bizde bir sürü çağrışım uyandırır; 1800'lerin başlarında Amerikalı yerleşimcilerin Doğu, Ortabatı ve daha sonra Batı'daki toprak arayışları, yolu onları öldürmekten geçse bile bu toprakları yerlilerin elinden zorla almaları, üstelik yerlileri daha az elverişli yerlere sürmeleri bu çağrışımlardan biridir.

Tema da çağrışımlar fikrine bağlanır: Na'vi'ler Büyük Ruh'la, hayvanlarla bağlı, bir topluluk olarak da birbirlerine bağlıdırlar. Dünyalılar ise birbirlerine bağlı değillerdir, savaş olsun isterler ve uyum-barış içinde yaşayamazlar. 
Bu çağrışımlar ırkçılık ("bu insanlar benden geri, o yüzden onları sömürebilirim"), sınıf ayrımcılığı(" bizim kadar ileri değiller", "altını olan kazanır- bu sefil insanların ise kesinlikle altınları yok"), yaşlıların aşağılanması ("her  tarafı buruşmuş, ne kadar iyi olabilir ki") ya da cinsiyetçilik ("bebek, senin yerin mutfak") gibi bazı evrensel temaları barındırır. 
Fatihler başkalarının kaynaklarında hakları olduğuna inanırken, açgözlülük ve sömürü temaları çoğalır. Avatar'da sömürgecilerin 'yerlileştiği'ni, diğer kolonistlerin gibi Na'vi'lerin giysileriyle ritüellerini benimsediklerini görürüz.



Duyguya karşı mantık, kalbe karşı akıl gibi temalar da vardır. Dünyalılar her şeye saniyesine kadar ayarlamaya, planlamaya, bir stratejiye bağlamaya ve kitaplardan öğrendikleri her şey ile engin deneyimlerine sorunsal bir gözle baktıkları şeye uygulamaya çalışırlar. Ana fonksiyonu yerine getirirler. 

Oysa gezegenliler sezgileriyle, hayvanların ruhuyla temas kurarak, dinleyerek, kalpten ağlar oluşturarak kalpten kararlar alarak yaşarlar. Daha duygusaldırlar. Ağlarlar. Dilek tutarlar. Şarkı söyleler.
Seyrettiğimiz ritüellerde amaç, yerli insanlarda gördüğümüz birçok ritüelin aklımıza getirdiği (bazısı ürkütücü, bazısı aptalca ya da bazısı batıl gelecek ritüel) çağrışımları uyandırır. Buradaki ritüeller Afrikalı, Yerli Amerikalı, Asyalı, Pagan ve Pasifik ritüellerine benzerdir ve gerek toprağa, gerekse ruha yakın olmayı amaçlamaktadır. Bir parça King Kong'daki (1933, 1976) şarkıları ve ritüelleri de andırmasına rağmen, bu filmdeki ritüeller tehditkar içerik taşıdığı halde, Avatar'dakiler bize daha tinsel (ruhani) hayatlar süren, Na'vi'lerle saf tutmamıza yönlendirmektedir.

Irkçılıkla ilgili, kalbe karşı akılla ilgili, ritüellerin anlamıyla ilgili hiçbir  tartışma yapılmaz. Yine bu fikirlere kesinlikle doğrudan değinilmez, sadece alt-metin düzeyinde kalır. Avatar'ın alt-metni, diyaloglarından ziyade görüntülerindedir.



Avatar'da verilenler gerçekten ne anlama geliyor? 
Görüntüler bize ne anlatmak istiyor?
Gezegenin değerli madeninin peşindeki dünyalıların hikayesinin ötesinde: Na'vi halkının özel ağacının altında yatan daha büyük, daha derin anlamlar var mıdır?
Bazı eleştirmenlere göre," Bu, kapitalizmin eleştirisidir"; bazılarına göre, "Amerika'dan nefret etmek". Filmin başlangıç sahnelerinde, düünyalıların Pandora gezegenine gidişlerini ortaya koyar. Fark edebileceğimiz ilk imge koyu renklerdir. Uzay karanlıktır. Uzay gemisi karanlıktır. Yönetmenin dünyalılar için belirlediği palet, gri koyu mavi ve siyah bezelidir. 
Dünyalıların dünyası bize kapalı, monokromatik, boyutlu olmayan, mantıksal dünya olarak takdim edilir. Bu, aklın dünyasıdır- planlar, takip edilecek tarifeler, saniyeleri geri sayan zaman aletleri, küçük mekanlar ve muhayyile konan sınırlar vardır. İşçilerden kurallara uymaları, talimatları yerine getirmeleri, doğrudan hedefe odaklanmaları beklenir. Her şey düzenli, mantıklı ve doğrusaldır.

Jake, Avatar'ın bedenine girdiğinde renker hemen değişir. Jake denetimcisinden kurtulup sevinçle koşar. Yine bacaklarına güvenmiştir. Renk, hız ve sınırları olmayan bir dünyadır. Jake'in parmaklarını içine sokacağı kadar koyu kumlar, parlak renkli çiçekler, gür bitkiler görüntüsü ne anlatır? Kurallar ile muhayyile, sınırlar ile özgürlük arasında karşıtlıklardan biridir. Dağlar bile özgürdür ve sereserpe uzanmaktadırlar. 

Gezegenin asıl dünyasına girdiğimizde, güzel harkulade bir alemle karşılaşırız (cennet). O dünyanın içine daha da girersek şelaleler, yüksek dağlar, renkli kuşlar, iri yaratıklar görürüz. Yemyeşil, zengin ve sulaktır. Burada her şey büyür, boy atar, hayvanlar, bitkiler ve ağaçlar. Hayatın kurallarından, gezegenin fiziksel alanından daha büyük olduğu boyutlu bir alemdir. Na'vi'lerin dünya görüşü ölümden sonraki hayata inanmayı kapsar; derinlikli tinsel hayatları vardır, Doğa'nın kutsallığını duyumsarlar ve hayvanlara ve birbirleriyle bağ kurmaya önem verirler.

Na'vi'lerle belli ki yerlilerin, özellikle Yerli Amerikalıların tasavvur edilmesi istenmiştir. Bazısı zehir uçlu ok atarlar. Savaşmadan önce vücutlarını boyarlar. Şarkılar söylerler. Atlar ve kuşlarıyla savaşa gitmeden önce kan dondurucu sesler çıkarırlar. Uzun rahat elbiseler giyer, süslü başlıklar takar ve kendi usullerini Jake'e öğretirler. Jake, Yerli Amerikalıların kabilelerine yetişkin olarak alınmalarında yaşlıların usullerini öğrenmesi gibi, bir törenine katılır. Jake, üst ile Na'vi'ler arasında gidip gelirken, üssün bir rüyaya benzediğini, yemyeşil gezgenin ise gerçekliğin ta kendisi olduğunu hissedene kadar iki dünya karşıtlık iyice belirginleşir. Avatar ayrıca güvenmekle ilgili görüntüler seyrettirir. 
Derin farklılıklar çıkması tehlikesine rağmen Jake, burada ağaçlara güvenmeyi, yapraklara güvenmeyi, hocasına güvenmeyi, hatta kendileriyle bağ kurdukça hayvanlara güvenmeyi öğrenir.

Yine, tinsel görüntüler seyrederiz- bunların ilki, özgürce boy atan fidelerdir. Tohum görüntüsü çeşitli dinlerde kullanılan öğelerdir. İsa manevi hayatını, küçük olan ama tıpkı inanç gibi, maneviyatın büyüyüp gelişmesi gibi en büyük ağaçlara kadar uzanan hardal tanesine benzetir. Jake'in hayatını kurtardığında, Jake hemen kendisinin seçilmiş olduğunu anlar. Neytiri onu kabullenmek ve yaşamasına izin vermek zorundadır.

Daha sonra üç ağaç görürüz. Ağaçlar da tinsel birer metafordur. Yaradılış kitabı, hayat ağacından ve iyiyle kötüye bilme ağacından bahseder. Tanrı, Adem ve Havva'ya hayat ağacı dahil bahçedeki her ağaçtan yiyebileceklerini, ama iyiyle kötüyü bilme ağacına dokunmamaları gerektiğini söyler.

Norse mitolojisindeki dünya ağacı, Druid'lerin kutsal meşeleri, Kabala'daki mistik Musevilik ağacı ve Buda'nın incir ağacı misali, ağaçlar başka kültürlerin mitolojilerine geçmiştir.  Bu hikayede üç ağaç vardır- bir tanesi, DNA sarmalını hatırlatırcasına topluluğu sarmal oluşturan bir merkez etrafında biraraya getiren bir ağaç; diğer ikisiyse, topluluğu atalarına bağlayan kutsal ağaçlar. Ağaçların hepsinin kökleri birbirine bağlıdır ve tek hayat ağacının parçası olduklarını göstererek, birbirleriyle temas halindedirler.

Ağaçların üçü de can veren ve hayatı besleyen ağaçlardır. Kendi başına İyi ve Kötü ağacı olmamasına rağmen, (Albay gibi) fetihçi dünyalılar uyumsuz olup, yaptıkları kötülüğün bilincinde olmayan güçleri temsil ederler.
Koşan hayvanların vurulması (güçlü bir fiziksel güç) topluluğun şarkı söylemesi (tinsel bir komünal güç), savaş gürültüleri ve saldırı altındaki ağaçların çatırdaması (insanlık bağ köklerinin koptuğu) gibi sesler metaforlardır.

1 Aralık 2016 Perşembe

CESUR YENİ MEDYA

Henry Jenkins, 4 Haziran 1958 yılında ABD'de dünyaya gelmiştir.

Siyaset Bilimi ve Gazetecilik alanında eğitimler almıştır.

Georgia State University , University of Iowa , Wisconsin-Madison University eğitimlerini sürdürmüştür.

Güney Kaliforniya Üniversitesi'nde akademik hayatına devam etmektedir.

Yayımlanan ve en fazla bilinen eserleri: "Teorileri Transmedia Hikaye ", " Yakınsama Kültürü " ve "Yeni Cesur Medya"dır.

Cesur Yeni Medya'nın tarihsel benzerliklerine değinmek gerekir. Jenkins'in neden 2016 yılında yayımladığı eserine "Yeni Cesur Medya" adını vermiştir? Shakespeare'in "Fırtına" adlı eserinde V. Perde 1.Sahne sayfa 183'te "Miranda " isimli karakterin "Hey cesur yeni dünya" şeklindeki repliğine göndermeli Aldous Huxley'in  kitabının adıdır. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya romanının konusu: 26. Yüzyılın Londra’sında geçmektedir ve distopik bir atmosfer mevcuttur. Toplum üreme teknolojisi, öjenik ve uykuda öğretim yani hipnopedi sayesinde toplum değiştirilmiştir. Jenkins'inin, "Cesur Yeni Medya" eseri, uluslararası politik sistem, uluslararası ekonomik yapı bağlantılarını, uluslararası medya sektörünün küreselleşme bağlamında kurumsal yapıların "alt yapı ile üst yapı"nın  yakınlaşmasını kaleme almıştır.  Kültürel bağlamda, sosyal medyanın, kitle ve/veya popüler kültürün halk kültürüne dönüşebilme süreçlerini tarihsel örneklerden yola çıkmıştır. 



Kitabın Ana Fikirleri:

Yakınlaşmanın Sunağında İbadet

Öncelikle medyadaki Değişimi Anlamak İçin Yeni Bir Paradigma sunuyor.
Cesur Yeni Medya, sosyal medya üzerine geliştirilen üç kavram arasındaki ilişki hakkında açımlamalar yapar: Medya yakınlaşması, Katılımcı kültür ve Kolektif zeka.
Yakınlaşma ile içeriğin çeşitli medya platformları üzerinden akışını, çeşitli medya endüstrilerinin işbirliğini ve istedikleri türlü eğlence deneyimi arayışıyla neredeyse her yere gidebilecek medya izleyicilerinin göçebe davranışından söz ediliyor.
Yakınlaşma, kimlerin konuştuğuna ve ne hakkında konuştuklarını sandıklarına bağlı olarak teknolojik, endüstriyel, kültürel ve sosyal değişiklikleri tanımlayabilen bir sözcüktür.
Medya yakınlaşması dünyasında önemli hikaye anlatılır, her marka satılır ve her tüketiciye çeşitli medya platformları üzerinden kur yapılır.
Medya içeriğinin- farklı medya sistemleri, rekabet halindeki medya ekonomileri ve ulusal sınırlar üzerinden- dolaşım ağırlıklı olarak tüketicilerin aktif katılımına dayanır. Yazar, yakınlaşmanın esasında aynı aygıtlarda muhtelif medya işlevlerini  bir araya getiren teknolojik süreç olarak anlaşılmasına da karşı çıkar.
Yakınlaşmayı bunun yerine, tüketicilerin yeni bilgiler aramaya ve dağınık medya içerikleri arasında bağlantılar kurmaya teşvik eden/edilmesiyle kültürel değişimi temsil eder. İzleyicilerin yeni medya sisteminde rol almalarını anlatır.

Katılımcı kültür tabiri eski pasif anlamda medya izleyiciliği kavramlarına tezattır. Medya yapımcıları ve tüketicilerden farklı rollerle meşgul oluyorlarmış gibi bahsetmektense, onları yeni kurallar dizinine göre birbirleriyle etkileşime giren katılımcılar olarak görülür. Tüm katılımcılar eşit olarak yaratılmadığı tezi savunulur. Şirketler hatta kurumsal medya içerisindeki bireyler- hala bireysel tüketicilerden ve hatta tüketicilerin toplamından daha fazla güç ortaya koyarlar. Bazı tüketicilerin gelişmekte olan bu kültüre katılım için daha fazla beceriye sahip olduğu yönünde düşünce vardır. Yakınlaşma, ne kadar sofistike hale gelirlerse gelsinler, medya aygıtlarıyla gerçekleşmediği yönünde belirtilir.


Yakınlaşma, bireysel tüketicilerin beyinlerinde ve onların diğerleriyle sosyal etkileşimiyle meydana gelecektir. Hiçbirimiz her şeyi bilemeyiz; her birimiz bir şeyler biliriz ve kaynaklarımızı toplayıp becerilerimizi birleştirirsek, parçaları bir araya getirebiliriz. Kolektif zekâ medya gücünün alternatif kaynağı olarak görülebilir. Yakınlaşma kültürü içerisinde günlük etkileşimlerimiz sayesinde bu gücü kullanmayı kullanıcıların öğrendiğini belirtir. An itibarıyla bu kolektif gücü çoğunlukla eğlence hayatımızda kullandığımız ve yine ancak yakın zamanda bu becerileri daha “ciddi” amaçlar için kullanılacağını ön görüyor yazar. Kitap aynı zamanda din, reklam, eğitim, siyaset, eğitim ve hatta ordunun işleyişini nasıl değiştireceğini de incelemektedir. 

Kitabın İncelenen Ana Bölümleri:
Cesur Yeni Medya yedi bölümden oluşmaktadır. Bölümlere dair geniş temalı fikir sunacak içerik bilgileri bölümler halinde verilmiştir.


1           1. Bölüm:

“Survivor”a odaklanır ve “ American Idol” etrafında döner. Birinci bölüm, okuyucuları “Survivor”ı spoil edenlerin- yayınlanmadan önce programın birçok sırrını gün ışığına çıkartmaya çalışmak için bilgilerini birleştiren bir grup aktif tüketici- az bilinen dünyasına yönlendiriyor. “Survivor”u spoil etmek, burada bihassa işbaşındaki kolektif zekaya canlı bir örnek olarak verilir. Bilgi toplulukları ortak entelektüel ilgileri etrafında oluşur; üyeleri genellikle geleneksel bir uzmanlığın bulunmadığı alanlarda yeni bilgiler oluşturulmak üzere birlikte çalıştıklarına dikkat çekilir. Bilginin arayışı ve değerlendirilmesi bir anda müşterek ve muhalif haline geldiği belirtilir. Bu bilgi topluluklarının nasıl çalıştıklarını tespit etmek, günümüzdeki medya tüketiminin sosyal doğasını daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacak bilgileri içerir. Ayrıca medyanın yakınlaşması çağında bilginin güce nasıl dönüştüğünün iç yüzünü göstermek amaçlı bilgiler içeriyor.


2         2.Bölüm:

Reality TV olgusu gözden geçirir.  “American Idol”ı, “Duygusal Ekonomi” tarafından reality TV’nin nasıl şekillendirildiğini anlamaya çalışarak medya sektörünün bakış açısını incelenir. TiVo- ve VCR’ların çağında otuz saniyelik reklamların düşen değeri, Madison Avenue’yu tüketici halkla bağlantısını tekrar düşünmeye zorlar. Bu yeni “duygusal ekonomi” , şirketleri, markalarını sektörün içinden tabiriyle “aşk markalarına” (lovemark) dönüştürmeye ve eğlence içeriği ile marka mesajları arasındaki çizgiyi silikleştirmeye nasıl teşvik ettiği açımlanır. Duygusal ekonomi mantığına göre ideal tüketici aktiftir, duygusal olarak bağlıdır ve sosyal ağdadır. Reklamı izlemek veya ürünü tüketmek artık yeterli değildir; şirket, izleyicileri marka topluluğunun içine davet eder.  Ancak bu tür bağlantılar daha aktif tüketimi teşvik ederken, bu topluluklar aynı zamanda marka bütünlüğünün koruyucuları ve böylece bağlılıklarını sunmak istedikleri şirketlerin eleştirmenleri haline de gelebileceklerini açımlar. Her iki durumda da üreticilerle tüketicilerin franchiseların yaşamlarına katılım davetine uymak istemesinden ötürü kopmakta olduğunu belirtir. “American Idol”ın de, hayranların katılımlarının marjinal olmasından ve yapımcıların rekabetin sonucu şekillendirmekte fazlasıyla aktif bir rol oynamasında korktuklarına vurgu yapar. Katılım ne zaman müdahale etme haline gelir? Ve diğer üreticiler eğlence deneyimi üzerinde ne zaman aşırı güç uygularlar?

3           3.Bölüm:

“Matrix”in transmedya anlatılıcılığı üzerinde durulur. Transmedya  hikaye anlatıcılığı, tüketiciler üzerinden yeni talepler yaratan ve bilgi topluluklarının aktif katılımına bağlı medya yakınlaşmasına bir karşılık olarak doğmuş yeni bir estetiğe dikkat çekilir. Transmedya hikaye anlatıcılığı dünya yaratma sanatıdır. Kurgusal bir dünyaya bütünüyle deneyimlemek için tüketicilerin avcı ve toplayıcı rolüne bürünmesi, medya kanalları arasında hikaye parçalarının izini sürüp bulması ve çevrimiçi tartışma grupları aracılığıyla birbirleriyle notların karşılaştırılması, zaman ve çabalarını ortaya koyan herkesin daha zengin bir eğlence deneyimi elde etmesini sağlamak üzere işbirliği yapması gerektiği belirtilir. Üç “Matrix” filmini yazan ve yöneten Wachowski Kardeşler’in transmedya hikaye anlatıcılığını çoğu izleyici üyenin hazır olduğundan daha öteye götürdüğü savunulur.

           4.Bölüm:

Dördüncü bölümde, George Lucas’ın mitolojisini kendi fantezileri ve arzularını tatmin etmek üzere aktif bir biçimde yeniden şekillendirilen “Yıldız Savaşları” hayranı film yapımcıları ve oyuncularıyla ilgilenir. Hayran kültürleri burada kitle kültürünün içeriğine karşılık olarak eski halk kültürü sürecinin yeniden canlandırılması  olarak anlatılır.

         5. Bölüm:

Harry Potter üzerindeki belirli mücadele üzerinde düşünmek için odak noktasını katılım politikasına doğru genişletir. Harry Potter hayranları ile J. K. Rowling’in kitaplarının film haklarını satın alan Warner Bros. Arasındaki çekişme ve kitapların muhafazakar Hıristiyan eleştirmenleri ile o kitapları, genç okuyucuları cesaretlendiren araçlar olarak gören öğretmenler arasındaki çekişmeleri anlatır. Geleneksel bekçilerin yok olmasına ve fantezinin günlük hayatlarımızın pek çok farklı kısmına yayılmasına karşı birtakım tepkileri detaylandırıyor.  Bir taraftan muhafazakar Hıristiyanlar temel sosyal ve kültürel değişimlerin karşısında daha geleneksel otoriteyi yeniden ileri sürerek medya yakınlaşması ve küreselleşmeye karşı nasıl hamle yaptıklarına değiniyor. Diğer bir yandan da, bazı Hıristiyanlar medya okuryazarlığı eğitimine özgün yaklaşım geliştirerek ve Hıristiyanlığa çekilmiş hayran kültürlerinin ortaya çıkmasını teşvik ederek yakınlaşmayı kendi medya destek biçimi olarak benimsendiğini belirtiyor.
Bu beş bölüm boyunca, köklü kurumların modellerini nasıl tabandan gelen hayran topluluklarından aldıklarını ve medya yakınlaşmasını ile kolektif zeka çağı için kendilerini nasıl yeniledikleri- reklamcılık sektörünün tüketicilerin markayla ilişkisini nasıl tekrar gözden geçirmeye zorlandığını, askeriyenin sivillerle ordu mensupları arasındaki iletişimi yeniden yapılandırmak üzere çokoyunculu oyunları nasıl kullandıklarını, pek çok kişinin yazar olmaya başladığı çağda hukukçuların “adil kullanım”ın ne anlama geldiğini nasıl anlamaya çalıştıklarını, eğitimcilerin yaygın eğitimin değerini nasıl tekrar değerlendirilmekte olduğunu, bazı muhafazakar Hıristiyanların popüler kültürün yeni biçimleriyle nasıl uzlaştıkları gösterilmeye çalışılmıştır.


6          6.Bölüm:

Demokrasiyi daha katılımcı duruma getirmenin ne getirebeceğini inceler yazar. 2004 başkanlık seçimlerine bir bakış açısı önermek üzere yakınlaşma hakkındaki fikirlerini uygulayarak popüler kültürden kamusal kültüre dönecek olduğunu vurgular. Sürekli olarak, vatandaşların haberler ve siyasi açıklamalardan çok, popüler kültürden daha iyi hizmet görmüşlerdir; popüler kültürün bu seçimin getirileri hakkında halkı eğitmek ve sürece daha fazla katılmaya teşvik etmek üzere yeni sorumlulukların üstlendiğini belirtir. Bölünmeye yol açan kampanyanın ardından popüler medya farklılıklarına rağmen bir araya gelmenin yollarının şekillendirebildiğini belirtir. 2004 seçimleri, vatandaşlar kampanyanın kirli işlerinin çoğunu yapmaya teşvik edilirken ve adaylarla partiler politik süreçte kontrolün bir kısmını kaybetmişken, medya ve politika arasındaki ilişkide önemli bir geçiş anının temsilini vurgular. Bu bölümde tüm taraflar vatandaşların ve tüketiciler tarafından daha büyük katılımı var saydıklarını ve bu katılımın şartları konusunda bir uzlaşmalarının olmadığı tezini savunur. Trump’ın başkanlık sürecinde popüler kültürü kullanımı örnek verilebilir.
                                  
7      7.Bölüm:

Sonuç bölümünde anahtar ifadesi yakınlaşma, kolektif zeka ve katılıma tekrar vurgu yapar yazar. Eğitim, medya reformu ve demokratik vatandaşlık için ele aldığını belirten Jenkins, Yakınlaşma kültürünün medyayla olan ilişkilerimizi düşünme şekillerimizdeki bir değişikliği temsil ettiğini, bu değişikliğin ilk önce popüler kültürle olan ilişkilerimizle yaptığımız, ancak oyun deneyimiyle elde ettiğimiz becerilerimizin öğrenme, çalışma, siyasi sürece katılma ve dünya üzerindeki diğer insanlarla bağlantı kurma yolları üzerinde etkilerinin olabileceğine dair bir idea sunar.


Kitaptan Alıntılar:
New Orleans’ta düzenlenen panellere değinen Jenkins verdiği örnekleri,” Oyun konsollarıyla ilgili bir panelde, Sony (bir donanım firması) ile Microsoft (bir yazılım firması) arasında gerilim yaşandı; her ikisinin de büyük planları vardı fakat temelde farklı iş modellerine ve vizyonlarına sahiptiler. Hepsi esas zorluğun bu ucuz ve kolay erişilebilen teknolojinin potansiyel kullanım alanlarını genişletmek ve böylece yakınlaşma kültürünün insanların oturma odalarına sızdıracak bir “kara kutu”, bir “Truva atı” haline gelmesini sağlamak olduğu konusunda hemfikirdiler. Bir anne çocukları okuldayken oyun konsolunu ne yapacaktı? Bir aile Noel’de büyükbabaya bir oyun konsolu hediye edip ne yapacaktı? Yakınlaşmayı beraberinde getirecek teknolojiye sahiptiler, fakat kimsenin bunu niye isteyeceğini çözememişlerdi.” Jenkins, 2016: 26)

“1980’lerin ortasında başlayan çapraz medya mülkiyetinin yeni kalıpları şirketler için içeriğin tek bir medya platformu yerine çeşitli kanallardan dağıtımını daha cazip hale getiriyordu. Dijitalleşme yakınlaşma için şartlar belirledi; kurallarını ise holding şirketler yarattı.” (Jenkins, 2016: 29) 

10 Kasım 2016 Perşembe

"Çünkü topraksın ve yine toprağa döneceksin."


Karanlık dünyanın yaralı bir kadını Furuğ. 

Furuğ Ferruhzad, şair, yazar, oyuncu ve yönetmen kimliğiyle, İran'ın XX. YY'da yetiştirdiği en önemli kadınlardan birisidir. Acılı hayat hikâyesi, bir kadın olarak İran gibi bir doğu toplumunda şiir adına düzene ve baskıya karşı çıkması ile şiir yazım tekniğindeki eşsizlik, belki de onu tüm dünyada biricik kılar.  

Furuğ Ferruhzad 5 Ocak 1935'te Tahran'da doğmuş ve 13 Şubat 1967'deelim bir trafik kazasında, henüz 32 yaşındayken ölmüştür. Bu kısacık yaşamına Tutsak (Esîr, 1952), Duvar (Dîvâr 1957), İsyan (İsyân, 1959), Yeniden Doğuş (Tevelludî Diger, 1964), İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına (1974, ö.s.) isimli şiir kitaplarını, ödüllü belgeselleri ve filmleri sığdırmış; hayatı film yapılmıştır. Ev Karadır filminde İran'da 1979 yılına kadar sürecek olan Cüzaam Koloni Köyü'nü belgesel olarak çeker. Ev Karadır filminde rol alan babası cüzam hastası olan Hüseyin'i evlat edinir. Furuğ'nun şiirlerini ileriki yıllarda Almancaya çeviren oğlu Hüseyin olacaktır da. Çünkü Furuğ Ferruhzad’ın hayatını bilmek, onu ve şiirini yakından tanımak, sadece İran şiirini derinden etkilediğinden değil, tüm Avrupa'da ve dünyada kadın sanatçıların sembolü haline gelmiştir.

Furuğ doğduğu gün kar yağıyordu. Öldüğü gün de kar yağıyordu. Dört kardeşin yanında belki de en asi en fevri tavırlarıyla ve küçüklüğünde hep cezaları hak ettiği düşünülen ve alan bunda da asla geri adım atmayan küçük kız çocuğudur. Evdekilere bağıran, ısıran bir  küçük kız çocuğu. Annesinden yediği dayaklardan heykel gibi inatla ayak direyen ve karşısında duran bir kız çocuğu Furuğ. Yıllar sonrada aynı zaman diliminde büyüyen hayatına giren insanların karşısında da bağırmak zorunda kalacaktır. Furuğ'un çocukluğu çok enteresandır.  

Diğer küçük kız çocuklarına çok benzemez. Kız çocuğu gibi cicili bicili giyinmeyen annesinin yanında durmayan ve Rıza Şah dönemi gibi bahtsız bir dönemin yaşandığı kısıtlılıkların döneminde Furuğ bir erkek çocuğu gibi yaşar. Çorap ve ayakkabı giymeyi hiç sevmiyor. Sokakta sek sek oynarken yalın ayak dolaşıyor. Bu bazı kültürlerde çok normal karşılansa da İran kültürü için hoş karşılanabilecek bir durum değildir. O dönem dünya perspektifini de düşündüğümüz de hakikaten akıl erdirilebilir şeyler değildir. Bir kız çocuğunun sokakta oynaması yasaktır. 

Bu yalın ayak sokakta oynaması ilk yurtdışına çıkışında bile yansır. Ataların bir sözü vardır:" Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de odur." derler. Hoş Furuğ yetmiş yıl yaşamıyor ama o hazin yaşamında çocukluğundaki gibi, o inadı, ısrarı ilerleyen yıllarda da devam ettiriyor. Çocukluğu böyle geçer. Çocukluk portresinden çok uzaktadır aslında Furuğ. Rugan ayakkabıları bilirsiniz. Bütün insanların yaşamında çok büyük yeri olan ve çok çocuğun sarılıp yattığı ayakkabıları Furuğ, ikiye katlayarak, bükerek bahçeye gömmüştür. 

Bunu kaç çocuk yapar...Ayakkabılarına sarılıp yatan klasik bir çocuk değildir. Bu fevriliği hayatına 17 yaşında bir erkeği alıp evlenerek de gösterir. Aslında Furuğ'nun yapmak istediği evlenmek değil,  kendisine göre "hapisane"mekanını değiştirmektir.  Kız Sanat Lisesi'ndeki bitiremediği eğitimini daha sonraları atölyede resim çalışmalarını , Mehdi ve Bodger ile  yaparak devam ettirir.
Evlenmeden önce kendinden yaşça büyük olan bir eş adayı vardır. Ailesi kesinlikle evlenmesine karşıdır. Furuğ yine de ayak direr. Furuğ'un ayak diremeleriyle o evden, o "bahçeden" çıkmak istemesiyle ailesini karşısına alarak tantanalı bir şekilde evden çıkıyor, kaçıyor ve evlenir.

Eşi Pervez'in işi nedeniyle gittikleri Ahvaz kentinde evlilikleri bir yılını doldurmadan ciddi sorunlar yaşanır. Baba evine Tahran'a tekrar yeniden dönmek zorunda kalır. Aslında babası, Furuğ'nun yaptığı evliliğe çok fazla karşı çıkmıyor. Çünkü babanın o dönemde ikinci bir evlilik planı vardır. Baba bir askerdir. Ve otoriterdir. Ve otoriteye karşı gelen bir kız çocuğudur Furuğ. Babası Furuğ'u elemek ve evi boşaltmak için evliliğine karşı çıkmaz. Annesi, babasına hiçbir şekilde ses çıkartmayan bir görüntü sergileyen kadındır. 

Evlenmeden önce Furuğ evde hiç rahat değildir. Kitap okurken odasının ışığı kapanır. Evde bir şey kaybolsa kardeşleri Furuğ'dan bilirler. Hatta bir gün kardeşleri odasına gelerek dolabını ararlar. Kaybolan bir makastır. Furuğ, kocası yani nişanlısına şöyle  yazar:"Ben makası ne yapayım. Bütün odamı dağıttılar. Odam da, dolabımda makas aradılar. Oysa zaten benim bir makasım var. Ben, onların makasını ne yapayım?" Evdeki bu etkenler ve rahatsızlıklar evden erken kaçıp gitmesine neden olmuştur. 

Evliliğine karşı çıkmayan baba, tekrar eve dönen Furuğ'u evden atıyor. Ekonomik olarak sıkıntısı olmayan bir ailedir. Annesi soylu sayılabilecek bir aileden gelmektedir. Babası askerdir. Yoksul bir aile değildir. Ama Furuğ beş parasız sokağa bırakılıyor. Evden atılıyor. Kocası ve ailesi sahip çıkmıyor. Ne yapacaktır Furuğ? Dünyanın çarkı, sermayenin, güçlüklerin döneminde değirmene su taşıyor. Fakat bunun henüz o farkında değildir. Bunları yaşayarak öğrenecektir. On yedi yaşında adım attığı edebiyat dünyasının da saldırılarına maruz kalacak. Tam da bu esna da, baba evine döndüğünde "Günah" adlı şiirini yazıyor. Ve yayınlanan Günah şiiri edebiyat dünyasında müthiş çalkantılara yol açıyor. Sanat otoriteleri, edebiyat otoriteleri Furuğ'un o döneme kadar gelen İran şiirinin, egemen erk bölgelerine dayalı sansürleri delip geçiyor.

Aynı zamanda da Günah adlı şiirini kocası Pervez'e atfeder. Ama bu şiiri Pervez'e mi yazdığı, daha sonra hayatına girecek olan Golistan'a mı yazıldığı tartışma konusu olacaktır. Erkek egemen otoritelere baş kaldırmıştır. Bir nevi İran toplumsallığı içindeki yalnızlığında karşı çıkışını bulursunuz şiirlerinde. Baba evinden atılan Furuğ, Şah Caddesi'ne giderek kendisine küçük bir oda tutar kiralık. Parası yoktur. Yoksulluk, gazetelerde yazılan küfür-nameler, baba evine dönmesine sebep açacak daha sonra üzerine bir de edebiyat çevresi gelecektir. Bunları taşıyamayacaktır. Odaya kapanacak tekrar baba evine dönecektir. Sonra yeniden koca evine, sonra yeniden baba evine böyle bir gel-gitlerin odağında yaşayacaktır.

Babasına yazdığı mektupların bir cümlesinde şöyle seslenir babasına: "Ancak ben mutluluğu kendim için başka türlü yorumluyorum. mutluluk benim için... güzel elbise iyi yaşam ve iyi yemek değil. ben, ruhum memnun olduğu zaman mutluluk duyuyorum ve şiir benim ruhumu memnun ediyor.."  Ortadoğu coğrafyasında yaşanan en büyük sorunlardan biri olan ayrılırken ekonomik gücünün olmaması Furuğ'a hazin süprizler hazırlayacaktır...

O dönemde kadınların boşanma kararı alması çok nadir bir olayken, birkaç yıl süren evliliklerini bitirme kararını Furuğ verir. Ancak, terk edilmeyi kendisine yedirememiş olan ve karısı hakkında uydurulan dedikodulara, ona atılan iftiralara kanmaya meyilli olan Şapur, karısını ahlaksızlıkla, hayâsızlıkla suçlar. Öyle ki, neredeyse kendisini aldattığını mahkemeye kanıtlar! Deliler ortadadır: Öznesi ve yüklemi olmayan, imgesel aşk şiirleri… O dönemde, İran'da zaten çocuğun ve kadının velayeti erkeğe verildiğinden, Furuğ'da çocuğu gibi kocasının malıdır! Boşanma gerçekleştiğinde, şeriat mahkemesi Şapur'a, çocuğunu annesine hiç göstermeme hakkını tanır! İnsanlık dışı olan bu 'hak'kını sonuna kadar kullanacaktır Şapur: Doğurduğu ve henüz küçücük bir bebek olan oğlunu bir daha hiç görememe uğruna boşanır Furuğ! Çünkü şiir yazamamak, bir cendereye sıkışmak demektir onun için, ölümdür; yaşamdaki her şeyden çok daha önemlidir...

Henüz 19'unda gencecik bir kadınken ve çocuğunu kocasının gaddarlığına teslim ederken, özgürlüğün yıllarca içine kapatılacağı saydam bir labirent olacağını ve tek çocuğundan uzak olmanın, bir annenin içini kavuran en büyük acı olacağını elbette bilemezdi Furuğ. Onun yazdığı şiirde, evladını göremeyen, yalnızlığın, acının içinde kavrulan, etrafındaki sahte ve ikiyüzlü insanların arasında gerçek bir dost eli arayan, yaralı bir kalp vardır. 


Furuğ, evliliği betimlediği "Halka"şiiri evliliğinde yaşadığı acılara bakış açısını yansıtır. 
genç kız gülümseyerek dedi ki; 
nedir bu altın halkanın sırrı 
parmağımı böylesine sıkı sıkıya saran 
bu halkanın sırrı

yüzünde bunca ışık ve pırıltı olan
bu altın halkanın sırrı
adam hayran oldu ve dedi ki
mutluluk halkası, yaşam halkası

"kutlu olsun" dediler hep bir ağızdan 
genç kız , yazık ki yine
bunun anlamından şüphem var dedi
yıllar geçti ve bir gece

solgun kadın o altın halkaya baktı
parlak işlemelerinde gördü ki 
kocasında vefa görmek umuduyla nice günler
heder olup gitmiştir, heder olup gitmiştir

kadın perişan oldu 
ve yüzünde yine de ışık ve parıltı olan bu halka 
kölelik ve kulluk halkasıdır diyerek
için için ağladı

(Yeryüzü Ayetleri)

Furuğ'un hayatı, kendinden yaşça oldukça büyük 3 erkeğin üçgeninde geçer: Babası, kocası ve son aşkı, yazar İbrahim Golestan...Sevgiyi, şefkati, inceliği, hayatın anlamını, değerini bulmak için heyecanla uçmaya çalıştığı ve her defasında kafasını çarptığı çatının duvarlarıdır bunlar. Kendi kimliğini onların yardımıyla bulacağını düşünürken, aslında onlardan uzaklaştığı ölçüde kendisi olur. Şiire, yani yaşamının özüne onu en çok yaklaştıran insan olan Golestan bile, ona yol göstermenin, onu dünyayla tanıştırmanın ve bulunduğu korkunç yalnızlığa bir nebze ferahlık olmanın haricinde, onun için özel bir şey yapmaz; ne evini-düzenini bozar, ne de o öldükten sonra tek satır yazı yazar...

Furuğ, Golestan'a yazdığı mektuplarda şöyle seslenir: "Benim kötülüklerim nelerdir, iyiliklerimi anlatmadaki utangaçlık ve güçsüzlükten başka ve göz gördüğünce duvar, duvar, duvar olan bu dünyadaki iyiliklerimin tutsaklığının ağlamalarından başka. Ve güneşin karneye bağlandığı, fırsat kıtlığının ve korkunun ve boğuntunun ve hakaretin olduğu bu dünyada." Golestan'a  örtülü gönderiler yapar öldükten sonra anmayacağını bilir gibidir...

Başka bir mektubunda ise:"Varmak nedir bilmiyorum, ama kuşkusuz tüm varlığımın ona doğru aktığı bir maksat vardır.
Keşke ölseydim ve yeniden dirilebilseydim ve dünyanın başkalaştığını, dünyanın bu denli acımasız olmadığını, insanların bu her zamanki aşağılık ve kahpeliklerini unuttuklarını(..) ve kimsenin evlerinin etrafını duvar örmediklerini görseydim. Yaşamın gülünç alışkanlıklarına bağımlı olmak ve sınırlara ve duvarlara boyun eğmek doğaya aykırıdır."der sitem edercesine...

Karlı bir gündeki ani ölümüyle, edebiyat dünyasına, ailesine ve herkese adeta insan hangi yaşta ölürse ölsün, tamamlanmamış cümleleri olacaktır diyerek ayrılmıştır elim bir trafik kazası sonucunda bu dünyadan. Hayata tek başına direnen kadın yine tek başınadır...


7 Kasım 2016 Pazartesi

BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU

Edebiyatın mızmızlara, nazeninlere ait bir alan olmadığının en güzel kanıtını  Zweig'in derin duygulu kelimeleridir. Sert bir yumruk, hatta surata atılmış bir tekme gibi iner adeta...

STEFAN ZWEİG Avusturyalı romancı, öykücü, araştırmacı, oyun yazarı ve şair. Tarih, psikoloji üzerine eğitim görür. Tolstoy, Nietzche, Balzac, Dostoyevski, Baudelaire üzerine yaptığı psikolojik içerikli incelemeler onun tanınmasını sağlar. Duygulu bir  kişiliği Zweig savaşa karşıtlığı, barış yanlısıdır. Şu sözü onun ne kadar barışçıl olduğunu ortaya koyar. '' Savaşa karşı savaşmak gerek'' diyerek insanın, insancıl yönüne dikkat çekmek ister. Faşizm'den nefret eder.

Maksim Gorki'nin yakın dostudur. Hitler döneminde kitapları meydanlarda yakılır. Eserleri arasında Duygu Karmaşası, Yıldızın Parladığı Anlar, Bir Satranç Öyküsü, Kalbin Sabırsızlığı, Masalımsı Bir Gece ve Vicdan Zorbalığa Karşı, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu eserleri önemli yer tutar. Zweig'in Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Eserinde oluşturduğu kadın portresi tarihe ışık tutacak niteliktedir.

Orta Avrupa'da 1870' lerde başladığı kabul edilen bu dönem kozmopolit, Yani çok-kaynaklı kültürün Avrupa'daki doruk noktasını oluşturur ama aynı zamanda çarpıcı bir çelişkiyi de sergiler. Sözü edilen bu zaman parçasında belli bir çöküş ve yine belli bir yükseliş eş zamanlı ve birlikte yaşanır. Çöküş aileden devlete ve iktidar mekanizmalarına kadar uzanan çok geniş bir yelpaze boyunca, hemen bütün toplumsal kurumlarda yaşanır. Kültürdeki eskimişlikten ya da Sigmund Freud’un doğru nitelendirmesiyle, bu eskimişlik sonucu “Kültürde Tedirginliğin” başlamasından kaynaklanan bir çöküştür.

Böyle bir çöküşü eşi bulunmaz bir hesaplaşma fırsatı sayan dönemin sanatçıları, düşünürleri ve bilim adamları, alanlarındaki hesaplaşmalarını somutlaştıran eserleriyle ve buluşlarıyla, bu defa aynı çöküşe koşut ilerleyecek bir yükselişin altına imza atacaklardır. Bu arada özellikle psikoloji alanında Freud, Adler ve Jung’un buluşları ile bu buluşlar temelinde geliştirilen kuramlar, insana ve topluma ait o güne kadar bütün bilinenlere artık çok farklı açılardan bakılmasını kaçınılmaz kılacak, insan  karakterinin   belirleyici etmenlerini yeni yorumların süzgecinden geçirtecek ve bu arada insanlar arasındaki türlü iletişim biçimleri ve ilişkiler de bu yorumlardan paylarını alacaklardır. Yaşadığı yıllar bağlamında (1881-1942) bütünüyle orta Avrupa’nın bu kendine özgü kozmopolit yapısıyla biçimlenen bir “çöküş ve yükseliş” döneminin ürünü olan Stefan Zweig, bir yandan Rönesans’ın ve onun has çocuğu Erasmus’un büyük mirası olan Batı Hümanizmi’ni tam olarak özümsemiş, aynı mirasın bir başka temsilcisinin ve yaratıcısı, Montaigne’in düşünsel eğitiminden geçmiş kimliğiyle –bu kimliği yüzünden Zweig, ölümünden sonra çoğu çağdaşlarınca “Son Avrupalı” diye anılacaktır–, öte yandan da bu kimliğin doğal  Rönesans uzantısı olan araştırmacılığıyla, sözünü ettiğimiz dönemin önderlerinden biridir.  

Psikoloji alanında, Freud öncesinden Freud’a ve ondan sonrasına uzanan çok geniş bir birikime sahip olan Zweig, dünya edebiyat tarihinde biyografi türünün en büyük birkaç ustasından olmasını da özellikle bu birikimine borçludur. Çünkü belli dönemlerin, tarihe geçmiş kişilerden yola çıkılarak ve o kişiler açısından anlatılması diye tanımlayabileceğimiz biyografi türünün başarısı, ele alınan kişilere ilişkin psikolojik çözümlemeler aracılığıyla tarihe “onlar açısından bir bakış”ın ne ölçüde gerçekleştirilebildiğinden bağımlıdır.

Zweig, bu bağlamda biyografi türünde yakaladığı ustalığı biyografi dışındaki anlatılarının karakterlerini oluştururken de sergiler.  Örneğin bu açıdan bakıldığında, yazarın en ünlü biyografilerinden Marie Antoinette   ile Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı uzun öyküsünün adsız kahramanı arasında çok ilginç bir koşutluk vardır; gerek Marie Antoinette’in Habsburg’ların Viyana’daki sarayları Schönbrunn’dan Paris’te, Versailles Sarayı’ndaki Fransa Kraliçeliği tahtına uzanan yolu, gerekse öyküdeki bilinmeyen kadının inanılmaz bir aşkın örgüsüne yerleştirilmiş olan kaderi aynı taşlarla, her iki karakteri oluşturan psikolojik özelliklerle ve aşamalarla örülmüştür. Bu örgüler okura Marie Antoinette örneğinde, büyük Fransız Devrimi’nin hemen öncesinde ve gerçekleşme sürecinde dünya tarihinin çok önemli bir dönemini, yazarın nitelendirmesi ile “sıradan bir karakterin portresi” aracılığıyla ve portre de resmedilen kişinin karakter özellikleri temelinde sunulur. 
Burada Zweig’ın sözünü ettiği “sıradan bir karakter”, Fransa Kraliçesi Marie Antoinette’e aittir; gerçekten de Marie Antoinette sonunda merdivenlerini çıkacağı taht bağlamında kendisini aday kılacak hiçbir niteliğe ve özelliğe sahip değildir. XVIII yüzyıl sonlarının çalkantılı Fransa’sında o, ancak hep aklına estiğini yapan, bulunduğu yer bakımından hiçbir sorumluluk duygusu taşımayan, zengin bir sosyete kadını olmaya aday bir kişiliktir ve yoluna “devrim” gibi sıra dışı bir olay çıkmasa, bu sıradanlık onu taşıyanın eceliyle ölümüne kadar varlığını hiç sarsılmadan sürdürebilecektir. 

Ne var ki, adına “devrim” denilen olay, zengin bir sosyete kadını için suçlanan hiçbir yanı bulunmayan bir hayatın milyonların kaderine hükmeden bir mevkide, kraliçelik tahtında oturan bir kadın için ne büyük bir yıkıma sürüklenişin kaynağı olabileceğini çok acı bir biçimde kanıtlar. Ancak iktidarın  zirvelerinde iken bulunduğu yerin sorumluluklarını hiç umursamayan bu kraliçe, iktidardan düşüşünden giyotine kadar uzanan yol boyunca şaşırtıcı karakter özellikleri sergiler; Devrim Mahkemesi’nin suçlamaları karşısındaki kişilik onurundan hiç ödün vermeyen tutumuyla, ölüm karşısındaki yürekliliği ile Marie Antoinette, sıradan bir kimliği geride bırakıp,  çok güçlü bir eş, sorumluluğunun bilincinde bir anne olarak karşımıza çıkar. 
Zweig’ın ifadesiyle, tahtta iken sergileseydi kendisini Avrupa’nın ve Fransız Halkı’nın gözünde gelmiş geçmiş sayılı iktidar sahiplerinden biri kılabilecek bu karakter özellikleri, Marie Antoinette’e ancak ölüme uzanan yolunda yardımcı olabilir.


Tek bir mektuptan ibaretmiş gibi görünen Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, bir kadının yıllarca süren, umutsuz, acı dolu fakat bir yandan da her şeyin farkında olan bir fedakârdır, adeta tek bir hayat amaçsallığı bağlamında okunabilir. Saplandığı aşkı öyle bir derinlikle anlatır ki, Ortak bir acıyı paylaştığınız hissine kapılırsınız. Tüm kitap boyunca umuda dair tek bir cümle arar gözleriniz.... Ve adamın kayıtsızlığı, duygusuzluğu, umursamaz ve önemsemeyen halleri, nazik tavırlarıyla sevilesi görünse de kıymet vermez unutuşları. Hepsi ama hepsi okurken duygularınızı  oradan oraya fırlattırır adeta... 

Kızar, kırılır, yıpranırsınız. Adamın kayıtsızlığına, duygusuzluğuna, kadının hissettikleri uğruna yaşadıklarına, kendine yaşattıklarına... Fakat bir yandan da yazarın bu denli hisleri okuyucuya geçirebilmesi karşısında kalemine bir kez daha şaşkınlık ve takdire şayandır.
R. doğum gününde isimsiz bir mektup alır. Bu mektup yıllar yılı süren uzun, ıstıraplı, Asla tanımamış, Ait olamamışlık... 

Sessizlik içindeki sancılı bir aşkın son seslenişidir. Bir kadının sevdiği, uğruna ömrünü adayıp, yine de hayatında yer bulamadığı adama açık yüreklilikle ilk ve son seslenişidir...




 “Beni hiç tanımamış olan sana,”ifadesiyle başlar mektubuna.

“Senin içinde hiçbir şeyin artık beni tanımadığını, senin hayatındaki küçücük bir anının bile benim hayatımla ilişkili olmadığını gösteren bakışının karşısında uyanarak gerçeği ilk defa gördüm, kaderimi ilk defa fark ettim...”

“Aslında sadece biraz bakıp bırakacaktım elimden. Ne ara o ilk cümleyi okudum, ne zaman ara bile vermeden son sayfayı çevirip kapağını kapattım bilmiyorum. İçimde anlatılmaz bir enkaz hissi, çöküklük ve kederle kalıverdim. Yazar durgun deniz hisleri keskin dalgalarla coşturup; ıstırap ve acıyla karışık kumu, taşı, çakılı kaldırdı diplerden. Kısacası Zweig, yine kaleminin ustalığıyla kadın portresi yaratır.

“Sana her şeyi başından anlatmamı sabırla bekle sevgilim, senden rica ediyorum, on beş dakika beni dinleyiver! Ben bir ömür boyu seni sevmekten usanmadım..."
“Tek arzum sadece seni bir defa görmek, sadece seninle bir defa karşılaşmak, sadece yeniden gözlerimle yüzüne uzaktan sarılabilmekti...”

“Ama sen, beni hiçbir zaman, asla tanımayan sen, su kenarından geçer gibi, yanımdan geçip giden, bana bir taşa basar gibi basan, hep giden ve sürekli giden ve beni hep bekleten sen benim için kimsin?”

“...seni ne kadar sevmiş olduğumu biliyorsun artık; hayır, anlıyorsun ve bu aşk sana hiç yük olmuyor. Beni özlemeyeceksin, bu benim için bir teselli. Güzel, aydınlık hayatında hiçbir şey değişmeyecek...”

“Beni teselli edecekler ve birtakım sözcükler söyleyecekler, sözcükler, sözcükler; fakat ne yardımı dokunabilir ki sözcüklerin bana? Biliyorum, ondan sonra yine yalnız olacağım. Ve insanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur.”

 “O andan başlayarak seni sevdim. Biliyorum, kadınlar bu kelimeyi sana, senin gibi hep şımartılan bir erkeğe çok sık söylemişlerdir. Fakat inan bana, seni kimse o kız kadar, yani benim kadar, olduğum ve senin için hep öyle  kalan  ben kadar köle gibi ve bir köpeğin sadakatiyle kendini adayarak sevmedi, çünkü yeryüzünde hiçbir şey kuytuluklardaki bir çocuğun fark edilmeyen sevgisiyle karşılaştırılamaz;  çünkü bu sevgi, yetişkin bir kadının tutkulu ve bilinçaltında hep talep eden aşkının hiçbir zaman olamayacağı kadar umarsız, kendini karşısındakine hizmet etmeye adayan, boyun eğen, hep pusuda yatan ve tutkuyla yoğrulmuş bir sevgidir. Sadece yalnızlık çeken çocuklar tutkularını bütünüyle, dağılmaksızın koruyabilirler, ötekiler, duygularını başkalarıyla beraberlik atmosferinde gevezeliklerle harcarlar, yakınlıklarla köreltirler, aşk hakkında çok şey okumuşlardır, duymuşlardır ve aşkın ortak bir kader olduğunu bilirler. Onunla bir oyuncakmışçasına oynarlar, tıpkı ilk sigaralarını içen erkek çocukları gibi, onunla böbürlenirler.”

“Senin için bir hiç olduğumu, bana ait herhangi bir hatıranın en hafif biçimde bile seni etkilemediğini bilseydim eğer, herhalde nefes bile alamazdım.”
“Şimdi artık benim için yalnız sen varsın dünyada, yalnızca sen, benimle ilgili hiçbir şey bilmeyen sen, bu arada hiçbir şeyden haberi olmayanı oynayan veya her şeyi ve herkesi alaya alan sen. evet, yalnızca sen, beni asla tanımamış olan ve hep sevdiğim sen.”

“Yalnızca seninle konuşmak istiyorum. sana ilk defa her şeyi söylemek istiyorum; bütün hayatımı bilmelisin, o hayat ki, hep senindi ve sen onu asla bilmedin. Fakat benim sırrımı ancak öldüğümde, artık bana cevap vermek zorunda kalmadığında, uzuvlarımı şimdi bunca buz gibi ve bunca ateşle sarsmakta olan şey gerçekten son bulduğunda öğrenmelisin. Hayata devam etmek zorunda kalırsam eğer, o zaman bu mektubu yırtacağım ve hep sustuğum gibi, bundan sonra da susmayı sürdüreceğim. Fakat mektubum ellerinde ise eğer, o zaman bil ki, burada artık ölmüş olan biri sana hayatını, ilk dakikasından son nefesine kadar hep senin olmuş olan hayatını anlatmaktadır. Kelimelerim seni korkutmasın; ölmüş olan biri artık hiçbir şey istemez, sevilmeyi de, kendisine acınmasını da, teselli edilmeyi de istemez. Senden tek istediğim, şu anda sana kaçmakta olan acımın hakkımda ele verdiği her şeye inanmandır.”

“Matemdeydim ve matem tutmak istiyordum, seni görmekten yoksun oluşuma, kendimi mahkûm ettiğim bütün öteki yoksunlukların esrikliğini ekliyordum. Ve ayrıca, dikkatimin sadece sende yaşamaya ilişkin tutkumdan başkaca bir şeye kaymasını istemiyordum. Yalnız başıma evde oturuyordum, saatlerce, günlerce ve seni düşünmekten başka hiçbir şey yapmıyordum, sana ait yüzlerce küçük anıyı, her karşılaşmayı, her bekleyişi kendim için yeniliyordum, bu küçük olayları birer tiyatro oyunu gibi kendime oynuyordum.”

“Hayatımdakilerin hepsi ancak seninle bağlantılı olduğu ölçüde anlamlıydı.”
“Sen, beni asla, asla tanımayan, bir su birikintisinin yanından geçercesine yanımdan geçip giden, bir taşa basarcasına üstüme basan, hep, ama hep yoluna devam eden ve beni sonsuz bir bekleyiş içerisinde bırakan sen, kimsin ki benim için?”

BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU

Edebiyatın mızmızlara, nazeninlere ait bir alan olmadığının en güzel kanıtını  Zweig'in derin duygulu kelimeleridir. Sert bir yumruk, hatta surata atılmış bir tekme gibi iner adeta...

STEFAN ZWEİG Avusturyalı romancı, öykücü, araştırmacı, oyun yazarı ve şair. Tarih, psikoloji üzerine eğitim görür. Tolstoy, Nietzche, Balzac, Dostoyevski, Baudelaire üzerine yaptığı psikolojik içerikli incelemeler onun tanınmasını sağlar. Duygulu bir  kişiliği Zweig savaşa karşıtlığı, barış yanlısıdır. Şu sözü onun ne kadar barışçıl olduğunu ortaya koyar. '' Savaşa karşı savaşmak gerek'' diyerek insanın, insancıl yönüne dikkat çekmek ister. Faşizm'den nefret eder.

Maksim Gorki'nin yakın dostudur. Hitler döneminde kitapları meydanlarda yakılır. Eserleri arasında Duygu Karmaşası, Yıldızın Parladığı Anlar, Bir Satranç Öyküsü, Kalbin Sabırsızlığı, Masalımsı Bir Gece ve Vicdan Zorbalığa Karşı, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu eserleri önemli yer tutar. Zweig'in Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Eserinde oluşturduğu kadın portresi tarihe ışık tutacak niteliktedir.

Orta Avrupa'da 1870' lerde başladığı kabul edilen bu dönem kozmopolit, Yani çok-kaynaklı kültürün Avrupa'daki doruk noktasını oluşturur ama aynı zamanda çarpıcı bir çelişkiyi de sergiler. Sözü edilen bu zaman parçasında belli bir çöküş ve yine belli bir yükseliş eş zamanlı ve birlikte yaşanır. Çöküş aileden devlete ve iktidar mekanizmalarına kadar uzanan çok geniş bir yelpaze boyunca, hemen bütün toplumsal kurumlarda yaşanır. Kültürdeki eskimişlikten ya da Sigmund Freud’un doğru nitelendirmesiyle, bu eskimişlik sonucu “Kültürde Tedirginliğin” başlamasından kaynaklanan bir çöküştür.

Böyle bir çöküşü eşi bulunmaz bir hesaplaşma fırsatı sayan dönemin sanatçıları, düşünürleri ve bilim adamları, alanlarındaki hesaplaşmalarını somutlaştıran eserleriyle ve buluşlarıyla, bu defa aynı çöküşe koşut ilerleyecek bir yükselişin altına imza atacaklardır. Bu arada özellikle psikoloji alanında Freud, Adler ve Jung’un buluşları ile bu buluşlar temelinde geliştirilen kuramlar, insana ve topluma ait o güne kadar bütün bilinenlere artık çok farklı açılardan bakılmasını kaçınılmaz kılacak, insan  karakterinin   belirleyici etmenlerini yeni yorumların süzgecinden geçirtecek ve bu arada insanlar arasındaki türlü iletişim biçimleri ve ilişkiler de bu yorumlardan paylarını alacaklardır. Yaşadığı yıllar bağlamında (1881-1942) bütünüyle orta Avrupa’nın bu kendine özgü kozmopolit yapısıyla biçimlenen bir “çöküş ve yükseliş” döneminin ürünü olan Stefan Zweig, bir yandan Rönesans’ın ve onun has çocuğu Erasmus’un büyük mirası olan Batı Hümanizmi’ni tam olarak özümsemiş, aynı mirasın bir başka temsilcisinin ve yaratıcısı, Montaigne’in düşünsel eğitiminden geçmiş kimliğiyle –bu kimliği yüzünden Zweig, ölümünden sonra çoğu çağdaşlarınca “Son Avrupalı” diye anılacaktır–, öte yandan da bu kimliğin doğal  Rönesans uzantısı olan araştırmacılığıyla, sözünü ettiğimiz dönemin önderlerinden biridir.  

Psikoloji alanında, Freud öncesinden Freud’a ve ondan sonrasına uzanan çok geniş bir birikime sahip olan Zweig, dünya edebiyat tarihinde biyografi türünün en büyük birkaç ustasından olmasını da özellikle bu birikimine borçludur. Çünkü belli dönemlerin, tarihe geçmiş kişilerden yola çıkılarak ve o kişiler açısından anlatılması diye tanımlayabileceğimiz biyografi türünün başarısı, ele alınan kişilere ilişkin psikolojik çözümlemeler aracılığıyla tarihe “onlar açısından bir bakış”ın ne ölçüde gerçekleştirilebildiğinden bağımlıdır.

Zweig, bu bağlamda biyografi türünde yakaladığı ustalığı biyografi dışındaki anlatılarının karakterlerini oluştururken de sergiler.  Örneğin bu açıdan bakıldığında, yazarın en ünlü biyografilerinden Marie Antoinette   ile Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı uzun öyküsünün adsız kahramanı arasında çok ilginç bir koşutluk vardır; gerek Marie Antoinette’in Habsburg’ların Viyana’daki sarayları Schönbrunn’dan Paris’te, Versailles Sarayı’ndaki Fransa Kraliçeliği tahtına uzanan yolu, gerekse öyküdeki bilinmeyen kadının inanılmaz bir aşkın örgüsüne yerleştirilmiş olan kaderi aynı taşlarla, her iki karakteri oluşturan psikolojik özelliklerle ve aşamalarla örülmüştür. Bu örgüler okura Marie Antoinette örneğinde, büyük Fransız Devrimi’nin hemen öncesinde ve gerçekleşme sürecinde dünya tarihinin çok önemli bir dönemini, yazarın nitelendirmesi ile “sıradan bir karakterin portresi” aracılığıyla ve portre de resmedilen kişinin karakter özellikleri temelinde sunulur. Burada Zweig’ın sözünü ettiği “sıradan bir karakter”, Fransa Kraliçesi Marie Antoinette’e aittir; gerçekten de Marie Antoinette sonunda merdivenlerini çıkacağı taht bağlamında kendisini aday kılacak hiçbir niteliğe ve özelliğe sahip değildir. XVIII yüzyıl sonlarının çalkantılı Fransa’sında o, ancak hep aklına estiğini yapan, bulunduğu yer bakımından hiçbir sorumluluk duygusu taşımayan, zengin bir sosyete kadını olmaya aday bir kişiliktir ve yoluna “devrim” gibi sıra dışı bir olay çıkmasa, bu sıradanlık onu taşıyanın eceliyle ölümüne kadar varlığını hiç sarsılmadan sürdürebilecektir. 

Ne var ki, adına “devrim” denilen olay, zengin bir sosyete kadını için suçlanan hiçbir yanı bulunmayan bir hayatın milyonların kaderine hükmeden bir mevkide, kraliçelik tahtında oturan bir kadın için ne büyük bir yıkıma sürüklenişin kaynağı olabileceğini çok acı bir biçimde kanıtlar. Ancak iktidarın  zirvelerinde iken bulunduğu yerin sorumluluklarını hiç umursamayan bu kraliçe, iktidardan düşüşünden giyotine kadar uzanan yol boyunca şaşırtıcı karakter özellikleri sergiler; Devrim Mahkemesi’nin suçlamaları karşısındaki kişilik onurundan hiç ödün vermeyen tutumuyla, ölüm karşısındaki yürekliliği ile Marie Antoinette, sıradan bir kimliği geride bırakıp,  çok güçlü bir eş, sorumluluğunun bilincinde bir anne olarak karşımıza çıkar. Zweig’ın ifadesiyle, tahtta iken sergileseydi kendisini Avrupa’nın ve Fransız Halkı’nın gözünde gelmiş geçmiş sayılı iktidar sahiplerinden biri kılabilecek bu karakter özellikleri, Marie Antoinette’e ancak ölüme uzanan yolunda yardımcı olabilir.


Tek bir mektuptan ibaretmiş gibi görünen Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, bir kadının yıllarca süren, umutsuz, Acı dolu fakat bir yandan da her şeyin farkında olan bir fedakârdır, Adeta tek bir hayat amaçsallığı bağlamında okunabilir. Saplandığı aşkı öyle bir derinlikle anlatır ki, Ortak bir acıyı paylaştığınız hissine kapılırsınız. Tüm kitap boyunca umuda dair tek bir cümle arar gözleriniz.... Ve adamın kayıtsızlığı, duygusuzluğu, umursamaz ve önemsemeyen halleri, nazik tavırlarıyla sevilesi görünse de kıymet vermez unutuşları. Hepsi ama hepsi okurken duygularınızı  oradan oraya fırlattırır adeta... 

Kızar, kırılır, yıpranırsınız. Adamın kayıtsızlığına, duygusuzluğuna, kadının hissettikleri uğruna yaşadıklarına, kendine yaşattıklarına... Fakat bir yandan da yazarın bu denli hisleri okuyucuya geçirebilmesi karşısında kalemine bir kez daha şaşkınlık ve takdire şayandır.
R. doğum gününde isimsiz bir mektup alır. Bu mektup yıllar yılı süren uzun, ıstıraplı, Asla tanımamış, Ait olamamışlık... 

Sessizlik içindeki sancılı bir aşkın son seslenişidir. Bir kadının sevdiği, uğruna ömrünü adayıp, yine de hayatında yer bulamadığı adama açık yüreklilikle ilk ve son seslenişidir...




 “Beni hiç tanımamış olan sana,”ifadesiyle başlar mektubuna.

“Senin içinde hiçbir şeyin artık beni tanımadığını, senin hayatındaki küçücük bir anının bile benim hayatımla ilişkili olmadığını gösteren bakışının karşısında uyanarak gerçeği ilk defa gördüm, kaderimi ilk defa fark ettim...”

“Aslında sadece biraz bakıp bırakacaktım elimden. Ne ara o ilk cümleyi okudum, ne zaman ara bile vermeden son sayfayı çevirip kapağını kapattım bilmiyorum. İçimde anlatılmaz bir enkaz hissi, çöküklük ve kederle kalıverdim. Yazar durgun deniz hisleri keskin dalgalarla coşturup; ıstırap ve acıyla karışık kumu, taşı, çakılı kaldırdı diplerden. Kısacası Zweig, yine kaleminin ustalığıyla kadın portresi yaratır.

“Sana her şeyi başından anlatmamı sabırla bekle sevgilim, senden rica ediyorum, on beş dakika beni dinleyiver! Ben bir ömür boyu seni sevmekten usanmadım..."
“Tek arzum sadece seni bir defa görmek, sadece seninle bir defa karşılaşmak, sadece yeniden gözlerimle yüzüne uzaktan sarılabilmekti...”

“Ama sen, beni hiçbir zaman, asla tanımayan sen, su kenarından geçer gibi, yanımdan geçip giden, bana bir taşa basar gibi basan, hep giden ve sürekli giden ve beni hep bekleten sen benim için kimsin?”

“...seni ne kadar sevmiş olduğumu biliyorsun artık; hayır, anlıyorsun ve bu aşk sana hiç yük olmuyor. Beni özlemeyeceksin, bu benim için bir teselli. Güzel, aydınlık hayatında hiçbir şey değişmeyecek...”

“Beni teselli edecekler ve birtakım sözcükler söyleyecekler, sözcükler, sözcükler; fakat ne yardımı dokunabilir ki sözcüklerin bana? Biliyorum, ondan sonra yine yalnız olacağım. Ve insanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur.”

 “O andan başlayarak seni sevdim. Biliyorum, kadınlar bu kelimeyi sana, senin gibi hep şımartılan bir erkeğe çok sık söylemişlerdir. Fakat inan bana, seni kimse o kız kadar, yani benim kadar, olduğum ve senin için hep öyle  kalan  ben kadar köle gibi ve bir köpeğin sadakatiyle kendini adayarak sevmedi, çünkü yeryüzünde hiçbir şey kuytuluklardaki bir çocuğun fark edilmeyen sevgisiyle karşılaştırılamaz;  çünkü bu sevgi, yetişkin bir kadının tutkulu ve bilinçaltında hep talep eden aşkının hiçbir zaman olamayacağı kadar umarsız, kendini karşısındakine hizmet etmeye adayan, boyun eğen, hep pusuda yatan ve tutkuyla yoğrulmuş bir sevgidir. Sadece yalnızlık çeken çocuklar tutkularını bütünüyle, dağılmaksızın koruyabilirler, ötekiler, duygularını başkalarıyla beraberlik atmosferinde gevezeliklerle harcarlar, yakınlıklarla köreltirler, aşk hakkında çok şey okumuşlardır, duymuşlardır ve aşkın ortak bir kader olduğunu bilirler. Onunla bir oyuncakmışçasına oynarlar, tıpkı ilk sigaralarını içen erkek çocukları gibi, onunla böbürlenirler.”

“Senin için bir hiç olduğumu, bana ait herhangi bir hatıranın en hafif biçimde bile seni etkilemediğini bilseydim eğer, herhalde nefes bile alamazdım.”
“Şimdi artık benim için yalnız sen varsın dünyada, yalnızca sen, benimle ilgili hiçbir şey bilmeyen sen, bu arada hiçbir şeyden haberi olmayanı oynayan veya her şeyi ve herkesi alaya alan sen. evet, yalnızca sen, beni asla tanımamış olan ve hep sevdiğim sen.”

“Yalnızca seninle konuşmak istiyorum. sana ilk defa her şeyi söylemek istiyorum; bütün hayatımı bilmelisin, o hayat ki, hep senindi ve sen onu asla bilmedin. Fakat benim sırrımı ancak öldüğümde, artık bana cevap vermek zorunda kalmadığında, uzuvlarımı şimdi bunca buz gibi ve bunca ateşle sarsmakta olan şey gerçekten son bulduğunda öğrenmelisin. Hayata devam etmek zorunda kalırsam eğer, o zaman bu mektubu yırtacağım ve hep sustuğum gibi, bundan sonra da susmayı sürdüreceğim. Fakat mektubum ellerinde ise eğer, o zaman bil ki, burada artık ölmüş olan biri sana hayatını, ilk dakikasından son nefesine kadar hep senin olmuş olan hayatını anlatmaktadır. Kelimelerim seni korkutmasın; ölmüş olan biri artık hiçbir şey istemez, sevilmeyi de, kendisine acınmasını da, teselli edilmeyi de istemez. Senden tek istediğim, şu anda sana kaçmakta olan acımın hakkımda ele verdiği her şeye inanmandır.”

“Matemdeydim ve matem tutmak istiyordum, seni görmekten yoksun oluşuma, kendimi mahkûm ettiğim bütün öteki yoksunlukların esrikliğini ekliyordum. Ve ayrıca, dikkatimin sadece sende yaşamaya ilişkin tutkumdan başkaca bir şeye kaymasını istemiyordum. Yalnız başıma evde oturuyordum, saatlerce, günlerce ve seni düşünmekten başka hiçbir şey yapmıyordum, sana ait yüzlerce küçük anıyı, her karşılaşmayı, her bekleyişi kendim için yeniliyordum, bu küçük olayları birer tiyatro oyunu gibi kendime oynuyordum.”

“Hayatımdakilerin hepsi ancak seninle bağlantılı olduğu ölçüde anlamlıydı.”
“Sen, beni asla, asla tanımayan, bir su birikintisinin yanından geçercesine yanımdan geçip giden, bir taşa basarcasına üstüme basan, hep, ama hep yoluna devam eden ve beni sonsuz bir bekleyiş içerisinde bırakan sen, kimsin ki benim için?”

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...