31 Aralık 2020 Perşembe

Korkulardır Sanata Sığdıran Ruhu

Edvard Munch’un 1863 yılının Aralık ayında dünyaya geldi. Munch, Adalsburk Loten’de  bir çiftlik evinde doğdu. Norveçli Laura Catherine Bjølstad ve Hıristiyan Munch, bir papazın oğludur. Christian, 1861’de yarı yaşında olan bir kadın Laura ile evlenen bir doktor ve tıp görevlisiydi. Edvard’ın Johanne Sophie adında bir ablası ve üç küçük kardeşi vardı. Sırasıyla kardeşlerinin adları şöyledir: Peter Andreas, Laura Catherine ve Inger Marie. Laura sanatsal olarak yetenekliydi ve Edvard ve Sophie’yi cesaretlendirmişte olabilir. Edvard, ressam Jacob Munch ve tarihçi Peter Andreas Munch ile ilişkilidir. 

Aile , Christian Munch’un Akershus Kalesine tıbbi görevli olarak atandığı 1864 yılında Christiania’ya 1877 yılında Kristiania ve günümüzde adı (Oslo olarak değiştirilmiştir) taşındı1877 tarihinde Munch’un en sevdiği kız kardeşi Johanne Sophie gibi, Edvard’ın da annesi 1868 yılında tüberkiloz (verem) ölmüştür. Annelerinin ölümünden sonra, Munch kardeşler babaları ve teyzeleri Karen tarafından büyütüldü. Çoğu kış boyunca hasta olan ve okuldan uzak tutulan Edvard, kendini meşgul etmek için çizerdi. Okul arkadaşları ve teyzesi ona ders verdi. Christian Munch ayrıca oğluna tarih ve edebiyat eğitimi verdi ve çocukları canlı hayalet hikayeleri ve Amerikalı yazar Edgar Allan Poe’nun öyküleriyle büyütür. 

Munch günlüğüne babasıyla ilgili düşüncelerinin:“Babam, psikonevroz noktasına kadar, mizaç olarak gergindi ve saplantılı bir şekilde dindardı. Ondan delilik tohumlarını miras aldım. Korku, keder ve ölüm melekleri, doğduğum günden beri yanımda duruyordu,” notlarını düşmüştür. Christian, çocuklarına, annelerinin gökten aşağıya baktığını ve kötü davranışlarından dolayı acı çektiğini söyleyerek kınamıştır. Baskıcı dini ortam, Edvard’ın kötü sağlığı ve canlı hayalet hikayeleri, onun korkunç vizyonlarına ve kabuslarına ilham vermesine yardımcı olmuştur. Çocukluğu ölümün sürekli ona doğru ilerlediğini hissettirmiştir. Munch’un küçük kız kardeşlerinden Laura’yı erken yaşta akıl hastalığı teşhisi kondu. Beş kardeşten yalnızca Andreas evlenmiştir, fakat O’da düğünününden birkaç ay sonra ölmüştür. Munch daha sonra şöyle yazacaktır: “insanlığın en korkunç iki düşmanını miras aldım - tüketim ve delilik mirası.”

1889’da Munch’un babası öldü ve ailesini yoksul bırakmıştır. Evine dönen Munch’un zengin akrabaları da O’na yardım edemeyince zengin bir Norveçli koleksiyoncudan büyük bir borç aldı ve bundan sonra ailesinin mali sorumluluğunu üstlendi Christian’in ölümü onu çok üzdü ve intihar düşüncelerinden rahatsız oldu: “Ben ölülerle yaşıyorum - annem, kız kardeşim, büyükbabam, babam ... Kendini öldür ve sonra bitti. Neden yaşayasın?”ifadelerini not düşer günlüğüne. Munch’un ertesi yılki resimleri, kabataslak taverna sahnelerini ve Georges Seurat’ın noktacı stilini denediği bir dizi parlak şehir manzarasını içeriyordu. 

Munch’un en ünlü eseri “Çığlık” (The Scream), dünya sanatının ikonik görüntülerinden biri haline gelmiştir.



1879’da Munch, fizik, kimya ve matematikte mükemmel olduğu için mühendislik eğitimi almak üzere bir teknik koleje kaydoldu. Ölçekli ve perspektif çizimi öğrendi, ancak sık görülen hastalıkları nedeniyle çalışmaları kesintiye uğradı. 1880 yılında babasını hayal kırıklığına uğratan Munch, ressam olmaya karar verdi ve üniversiteden ayrıldı. Babası sanatı “kutsal olmayan bir ticaret” olarak gördü ve komşuları sert tepki göstererek ona isimsiz mektuplar gönderdiler. Munch, babasının dindarlığının aksine, sanata karşı mantıksız bir duruş benimsedi. Amacını günlüğüne şu ifadelerle düşmüştür: “Sanatımda hayatı ve anlamını kendime açıklamaya çalışıyorum.”


1881’de Munch, kurucularından biri uzak akrabası olan Jacob Munch olan Kristiania Kraliyet Sanat ve Tasarım Okulu’na kaydoldu. Öğretmenleri heykeltıraş Julius Middelthun ve natüralist ressam Christian Krohg idi. O yıl Munch, Akademi’deki figür eğitimini çabucak özümsediğini, babasından biri ve ilk otoportresi de dahil olmak üzere ilk portrelerinde gösterdi. 1883‘te Munch, ilk halka açık sergisine katıldı ve başka öğrencilerle de stüdyo paylaştı. Kasaba hakkında kötü şöhretli bir bohem olan Karl Jensen-Hjell’in tam boy portresi, bir eleştirmenin küçümseyici yanıtını kazandı: “Bu, aşırıya taşınan bir izlenimcilik. Munch’un bu dönemdeki nü resimleri, Standing Nude (1887) hariç, yalnızca eskizlerde kalmıştır. Babası tarafından el konulmuş olabilir.


Bu ilk yıllarda Munch, Natüralizm ve Empresyonizm dahil birçok stil denedi. Alman Dışavurumculuğunda etkili olmuştur. Bazı erken dönem eserler Manet’i anımsatmaktadır. Bu girişimlerin çoğu ona basından da olumsuz eleştiriler getirmiştir ve babası tarafından sürekli azarlandı. Lakin yine de ona geçim masrafları için küçük meblağlar sağladı. Ancak bir noktada, Munch’un babası, belki de Munch’un kuzeni Edvard Diriks’in (yerleşik, geleneksel bir ressam) olumsuz görüşünden etkilenmiş, en az bir resmi yok etmiş (muhtemelen nü) ve sanata daha fazla para vermeyi reddetmiştir.


Munch ayrıca, “yok etme tutkusu aynı zamanda yaratıcı bir tutku” koduyla yaşayan ve intiharı özgürlüğün nihai yolu olarak savunan yerel nihilist Hans Jæger ile olan ilişkisinden dolayı babasının öfkesinden yine payını almıştır.  Munch, kötü niyetli, sistem karşıtı büyüsüne kapıldı. “Fikirlerim bohemlerin etkisi altında veya daha doğrusu Hans Jæger altında gelişti. Birçok insan yanlışlıkla fikirlerimin Strindberg ve Almanların etkisi altında oluştuğunu iddia etti ... ama bu yanlış. O zamana kadar çoktan oluşturulmuşlardı,” ifadesiyle kendi özgür benliğini ortaya koymuştur. Diğer bohemlerin çoğunun aksine, Munch hala kadınlara saygılıydı, çekingen ve iyi huyluydu, ancak çevresinin aşırı içki ve kavgasına teslim olmaya başladı. O sırada yaşanan cinsel devrimden ve çevresindeki bağımsız kadınlardan rahatsız olmuştu. Daha sonra cinsel konularda alaycı oldu, sadece davranışında ve sanatında değil, yazılarında da ifade etti, bu da Özgür Aşk Şehri adlı uzun bir şiir örneğiydi. 


Yemeklerinin çoğunda hâlâ ailesine bağımlı olan Munch’un babasıyla ilişkisi, bohem hayatıyla ilgili endişeler nedeniyle gerginliğini sürdürdü.


Çok sayıda deneyden sonra Munch, Empresyonist deyimin yeterli ifadeye izin vermediği sonucuna vardı. Deneyimlerini yüzeysel buldu ve bilimsel deneylere daha çok benziyordu. Daha derinlere inme ve duygusal içerik ve ifade enerjisi ile dolu durumları keşfetme ihtiyacı hissetti. Jæger'in Munch’un “hayatını yazması” emri altında, yani Munch’un kendi duygusal ve psikolojik durumunu keşfetmesi gerektiği anlamına gelen genç sanatçı, düşüncelerini “ruhun günlüğüne” kaydederek bir düşünme ve kendini inceleme dönemi başlattı. Bu daha derin bakış açısı, onun sanatına yeni bir bakış açısı getirmesine de yardımcı olmuştur. “The Sick Child” (Hasta Çocuk) adlı tablosu (1886), kız kardeşinin ölümüne dayanan ve İzlenimcilikten ilk kopuşu olan ilk “ruh resmi”ni imgelemektedir. Resim, eleştirmenlerden ve ailesinden olumsuz bir tepki aldı ve toplumdan başka bir “ahlaki öfke patlaması” na neden oldu. 


Sadece arkadaşı Christian Krohg onu savunmuştur. 
Olayları diğer sanatçılardan farklı bir şekilde boyar, daha doğrusu olaylara saygı duyar. Yalnızca esas olanı görür ve doğal olarak tek yaptığı budur. Bu nedenle, insanlar kendileri keşfetmekten çok mutlu olduklarından, Munch’un resimleri kural olarak “tamamlanmamıştır.” 
Sanatçı aklındaki her şeyi gerçekten söylediğinde sanat tamamlanmış olur ve bu tam olarak Munch’un diğer neslin ressamlarına göre sağladığı avantajdır, bize ne hissettiğini ve onu neyin yakaladığını gerçekten nasıl göstereceğini bilir. Eserlerindeki her şeyi hissettiği duygulara tabi kılar.
Munch, stilini tanımlamaya çalışırken, 1880’lerde ve 1890’larda çeşitli fırça darbesi teknikleri ve renk paletleri kullanmaya devam etti. 


Onun Sahilde Inger karışıklık ve tartışmalara başka fırtına nedeniyle (1889), basitleştirilmiş formlar, ağır hatları, keskin kontrastlar ve onun olgun stilinin duygusal içeriği ipuçlarıdır. Gerilim ve duygu yaratmak için kompozisyonlarını dikkatlice hesaplamaya başladı. Post-Empresyonistler tarafından biçimsel olarak etkilenirken, gelişen şey, içerik olarak sembolist olan, bir dış gerçeklikten ziyade bir zihin durumunu tasvir eden bir konuydu. 1889’da Munch, bugüne kadarki neredeyse tüm eserlerinin ilk tek kişilik gösterisini sundu. Aldığı takdir, Paris’te Fransız ressam Léon Bonnat’ın yanında okumak için iki yıllık bir devlet bursu almasına neden olmuştur. 


Munch, bir sanat formu olarak fotoğrafçılığın ilk eleştirmenlerinden biri gibi görünür ve “Cennet veya Cehennem’de fotoğraf çekilinceye kadar asla fırça ve paletle rekabet etmeyecek.”


Munch’un küçük kız kardeşi Laura, 1899’daki iç Melankoli: Laura’nın konusuydu . Amanda O’Neill, çalışma hakkında şunları dile getiriyordu: Bu hararetli klostrofobik sahnede Munch, sadece Laura’num trajedisini değil, miras almış olabileceği çılgınlıktan duyduğu dehşeti tasvir ediyor.”
Munch, Exposition Universelle (1889) şenlikleri sırasında Paris’e geldi ve iki Norveçli sanatçı arkadaşıyla birlikte kaldı. Sabah (1884) adlı resmi Norveç pavyonunda sergilendi. Sabahlarını Bonnat’ın stüdyosunda (canlı kadın modellerin de yer aldığı) ve öğleden sonralarını sergide, galerilerde ve müzelerde (öğrencilerin bir öğrenme tekniği ve gözlem yolu olarak kopyalar çıkarmasıyla) geçirdi. Munch, Bonnat’ın çizim dersleri için çok az heyecan duydu - “Beni yoruyor ve sıkıyor - uyuşturuyor” ama müze gezileri sırasında ustanın yorumlarından keyif almıştır.


Munch, etkileyici olduğunu kanıtlayacak üç sanatçının eserleri de dahil olmak üzere, modern Avrupa sanatının geniş sergisiyle büyülendi: Paul Gauguin , Vincent van Gogh ve Henri de Toulouse-Lautrec - hepsi de duyguları iletmek için renkleri nasıl kullandıklarıyla dikkat çekiyor. Munch, özellikle Gauguin’in “gerçekçiliğe karşı tepkisinden” ve Whistler’ın daha önce ifade ettiği bir inanç olan “sanat insan işiydi ve Doğa’nın bir taklidi olmadığı” inancından da esinlenmiştir.  Berlinli bir arkadaşının Munch’tan sonra söylediği gibi, “insan doğasındaki ilkelliği görmek ve deneyimlemek için Tahiti’ye gitmesine gerek yok. İçinde kendi Tahiti’sini taşıyor,”du. 


Gauguin’den ve Alman sanatçı Max Klinger’in gravürlerinden etkilenen Munch, çalışmalarının grafik versiyonlarını oluşturmak için bir araç olarak baskıları denedi. 1896’da ilk gravürlerini yarattı - Munch’un sembolik imgesi için ideal olan bir araçtır. Çağdaş Nikolai Astrup ile birlikte Munch, Norveç’teki gravür medyanın bir mucidi olarakta kabul edilir.

Devamı ikinci bölümde olacak.

29 Ocak 2019 Salı

Bülbül ile Karga


Bülbülün ve karganın ses organları benzer yapıdadır, ama birincisinin çeşit çeşit şakımak için kullandığı bu organları, ikincisi yalnız gagalamak için kullanmaktadır. İnsanların yaşamları da içgüdüsel süreçler ve toplumsal-iktisadi süreçler tarafından belirlenir. Dünyaya gelen birey kuralları bilir; fakat kurallar bireyi bilmez ve tanımazlar. Sosyal etkileşim süreçleri de birey için dönüşümlerin yaşandığı edilgen pozisyonlardır. 

Toplumsal yaşamı gözlemleyen sanatçılar ve toplumsal yaşam içinde sanat eserinin ortaya çıkış sürecinde sanatçıya, sanat eserini 'yaratma' da yaşam biçimleriyle anlamlar veren toplumsalın etkileşimlerdir: tıpkı bülbül ve karganın ses organları gibi...

Oscar Wilde denince Dorian Cray akla gelecektir; oyunları, masalsı öyküleri akla gelecektir; De Profundis'i okuyanlar olacaktır. Ama sosyalizm üstüne ne düşündüğünü —bunları anlatan yazıları büyük bir ihtimalle çevrilmemiştir.
Ama Wilde'ın "memleketlisi" olan ("Büyük Britanya" bağlamında) ve dolayısıyla onu bütün yönleriyle onu tanıyan Eric Hobsbawm gibi bir tarihçi inceler.

Oscar Wilde için son derece önemli olan da; bireyselliği baskı altına alacak, toplumsalın adına bireyselliğe karşı manevî şantaj uygulayacak "ahlâk-çılık" biçimlerinden hoşlanmıyor. Wilde, burjuva ahlâk-çılığından nefret etmiştir. İngiltere'nin ve Avrupa'nın uzun sürmüş Victoria Çağı'na (Kraliçe olan kadıncağız 1837'den 1901'e kadar hüküm sürerek bu çağla yaşıt oldu diye suçu onun üzerine atıyoruz, ama bu aslında Burjuva Çağı'dır), bu düzenin ikiyüzlü (ve dik yakalı) görenekçiliğine maddi ve manevî varlığının bütün kromozomiarıyla isyan eden bir dandi'ydi,"der. Kraliçe Victoria'yı, Felemenkçe bir kelimeyle  "parodoksal" biçimde eleştirir.

Bir ya da İki

Yoksul bir kitapçının oğluydu ve bilgiye olan açlığını, babasından aldığı etkiye borçluydu.

O alışılmış ironisi ve simgeci tarzıyla, yarı şaka yarı ciddi derdi ki, felsefeye olan ilgim, yedi yaşındayken babamın dükkanında merdivenden düşmeme bağlıdır. Ancak ne kadar alışılmışın dışında biri olsa da, ölümünün üzerinde uzun yıllar geçtikten sonra şöhrete kavuşabildi. Fazla cüretkardı ve hayal gücü fazla gelişmişti.

Son derece modern denebilecek düşünce yapısı, kendi çağında genel olarak eleştiriden ve kuşkuculuktan uzak duran Napoli yaşamında olsa olsa egzantrik bulunmuştur her halde. İngilizce’de Giambattista Vico hakkında bugün bile çok yayın olmamasına rağmen, başyapıtı olan Scienza Nuova (Yeni Bilim) 1948’de İngilizce’ye çevrilmiş ve sık başvurulan bir kaynak olmuştur.

Vico’nun eseri fazlasıyla kişisel bir nitelik taşıyordu ve bu da 17. yüzyıl başlarında kabul görmesini zorlaştıran bir etkendi. Çok okuyan biri olmasına rağmen, onun birincil kaynağı okudukları değil yaşadığı deneyimlerdi. Bütün mesele o dönemlerde kişisel deneyimlerin pek ilgi uyandırmaması idi.

Yaklaşık 1790-1810 yılları arasında Vico, Alman romantikleri tarafından keşfedildi. Daha sonra Fransız tarihçi Jules Michelet 1824’ te “Yeni Bilim’in” kısaltılmış bir çevirisini yayımladı. Vico’nun etkisi bundan sonra giderek arttı. Bugün öyle veya böyle batının düşünce tarihini yazacak olup da onu dışarıda tutacak çok az kişi vardır.

Her ne kadar kendi temel tezlerini örneklerle desteklemek için antik Roma’dan yararlanmış olsa da, antik çağın abartılı bir görkem içinde gösterilmesine karşı uyarılarda bulunan ilk düşünürler arasındadır. Tarihi döngüsel bir süreç olarak görüyordu. Hukukçu, tarihçi, şair ve ilk sosyal bilimciydi.

Bu nedenle tarihe yepyeni bir açıdan bakmıştı. James Joyce “Finnegans Wake” adlı romanının sarmal yapısını ondan esinlenerek kurmuştu. Vico’dan modern anlamda bir tarih teorisi geliştiren ilk adam diye söz edildiği olmuştur.

Giambattista Vico nispeten başarısızlıklarla dolu bir hayat geçirdi ve manik-depresif yanı çok belli mizacıyla, kendi bahtsızlığına sık sık sövüp saymak durumunda kaldı. Otobiyografi’sinde hemen hemen hiç kişisel bilgi vermemesi (ailesinden bile söz etmemesi) büyük talihsizliktir. Bunun yerine kendi düşünsel gelişimini anlatır.

Napoli’de doğan Vicko, ömrü boyunca bu kentin çevresinde, yarıçapı doksan kilometre olan bir alanın dışına çıkmadı. Başarılı bir hukuk öğrencisiydi, hatta daha baroya girmeden bir davada babasını savunmuştu. Sonraları bu başarılarının ödüllendirildiğini görürüz. Daha otuz bir yaşındayken Napoli Üniversitesi’nde retorik profesörlüğüne getirildi. Kırk iki yıl sürdürdüğü bu görevinden sonunda istifa etti. Zaten bu görev ne prestij getiriyordu ne de yeterli bir ücret.

1723’te, aynı üniversitede herkesin göz dikmiş olduğu medeni hukuk profesörlüğüne aday olunca kaba bir şekilde geri çevrildi. Yoksul ve okuma yazması olmayan bir kadınla 1699’da kurduğu mutlu evlilikten dört çocuğu oldu. Gerçi aklıyla Napoli’de saygı görüyordu ve dışarıdan bakıldığında sakin bir hayat sürüyordu ama, daima yoksulluk sınırında yaşadı. Hatta özel dersler vermek zorunda kaldı.

Tek tesellisi, bütün bu hüsran duygularının kamçılamasıyla ortaya koymayı başardığı büyük eseriydi. Engizisyon’dan yakasını kurtarabildiyse de, kolay yola getirilebilecek cinsten bir adam değildi. Kendini her türlü yerleşik Ortodoksluktan bağımsız gördüğü ortadaydı. Machiavelli ,Bacon, ve Hobbes’dan etkilenen, ama tutarsız bulduğu Descartes’a karşı çıkan Vico, öncelikle toplumun kökenine ve dile ilgi duyuyordu. Belki de her şeyden önemli yanı, kendini inceleyerek insanlığa ilişkin incelemelerin öncüsü olmasıydı.

Alman filozof Wilhelm Dilthey (1833-1911) ile sosyolog Max Weber’in (1864-1920) çabalarıyla yaygın bir geçerlilik kazanmasından çok önce, Vico verstehen (anlama) kavramını icat etmişti. Aslında gerçekten de o kadar modern olmayan geleneğe göre her şeyden önce bizden beklenen, insan davranışını içeriden anlamaktır. Bir başka deyişle, değerlendirmekte olduğumuz her ne ise bunu empati yoluyla yaparız. Yani kendimizi başkasının yerine koyarak.

Descartes’ın akılcılığını sorgulayan Vico, bilgi için kendi dışında bir yere değil, kendi içine baktı. “sahici olan ile yapma olan birdir” diye yazıyordu. Evet, matematik “sahici”idi. Fakat bunun tek nedeni, insanlar tarafından yaratılmış olmasıydı. İnsanın dışında, boşlukta, kendi başına bir varlığı yoktu. Bu nedenle de Descartes’tan farklı olarak Vico, genel anlamda saf bilimden çok insan etkinliğine ağırlık vermekteydi.

Öte yandan Vico, insan diline kurumlarına yaklaşımıyla o dönemde olabileceği ölçüde bilimseldi de. Dikkatli saha çalışmalarına dayanan modern antropolojinin tohumlarından birçoğunu “Yeni Bilim” adlı eserinde bulmak mümkündür.

Vico’nun bir başka önemli yanı da tarihin kötüden daha iyiye, oradan en iyiye doğrusal bir akış göstermediği döngüsel biçimde hareket ettiği anlayışıydı. Kendisi buna “corsi e ricorsi” (büyümeden çürümeye) adını vermişti.

Vico’ya göre bir toplum kendi edebiyatının, mitlerinin, dilinin, hukukunun, sanatının, yönetim biçimlerinin, dininin ve felsefesinin ürünüdür. Vico’nun evrimci olduğu söylenegelmiştir ve bir bakıma doğrudur da bu. Ama hep ileriye, yukarıya ve daha iyiye doğru bir yönelimi belirttiğini söylemek yanıltıcıdır. Vico böyle bir şeye inanmıyordu. Toplumların nasıl evrim geçirdiklerinin izini sürmüştür, evet, ama nasıl çöküşe geçtiklerinin de izini sürmüştür.

Kaosun, hatta unutulmuşluğa gömülmenin savunusunu üstlenir Vico. Çağının en nesnel düşünürüdür. Çok sık ortaya atılan yanıltıcı bir iddia da, insanlığın hayatında Takdir-i ilahi’nin etkili olduğuna inandığı için, Vico’nun Katolik bir filozof olduğudur. Vico o sefil işinden olmamak için her şeyi, duyarsız ve cahil papazlara dinden sapma olarak gözükmeyecek terimlerle ifade etmek zorunda kalmıştı. Siyaseten doğruyu savunanlar bugün nasılsa o zaman da öyleydi.

Kendi yetersizlik duygularıyla hareket eden sadist ve ucuz adamlar, kendilerinden üstün gördükleri kimselerin hayatını mahvetmeye uğraşırdı. Vico gençken bazı arkadaşları, “Epikurosçuluk” suçlamasıyla Engizisyon tarafından cezalandırılmıştı.

Vico’ya göre insanların en samimi ve eksiksiz bilebileceği şey kendi varlıkları değil, kendilerinin ne yaratmış olduğuydu. Bilimde deney asla kesin olmaz, çünkü doğaya atfettiğimiz yasaları deneyle sınarken, doğayı taklit etmenin ötesine geçemeyiz. İnsanın kendi yarattıkları üzerinde deney ise daha kesinliklidir

3 Ocak 2019 Perşembe

Der Study von Prag'ın çıkış hikayesi

"İçimde sen vardın - ve ölümümde, kendin için ne kadar öldürdün, kendin gibi olan bu imgeyle gör." Edgar Ellan Poe

Adsız bir anlatıcı, asıl adının gizemli kalacağını açıklar, çünkü sayfanın kendisinden önceki saflığını korumak ister. Bunun yerine, anlatıcı, anlatmak üzere olduğu sefalet ve suç hikayesi boyunca onu “William Wilson” olarak tanıdığımızı sorar. Bu masalın ani ve eksiksiz kötülük sırasını açıklayacağını açıklıyor.
Anlatıcı, aksi halde donuk düşünen ebeveynlerinden heyecan verici bir mizaç aldığına inanıyor. Genç bir öğrenci olarak, bu ortamdan kaçar ve ilk anıları İngiltere'de okula gittiği büyük bir Elizabeth evini ilgilendirir. Okulu, Gıcırtılı bir hapishane olarak tanımlamış, çentikli menteşeleri olan çivili bir demir kapı ile tanımlamıştır. Ayrıca kilisenin papazı olarak görev yapan müdür, okulun ağır kurallarını uygular. Çevresinin ciddiyetine rağmen, anlatıcı renkli bir öğrenci olarak ortaya çıkar ve bir öğrenci dışında, sınıf arkadaşlarına belli bir üstünlük hisseder. Anlatıcıya göre, bu öğrenci aynı adı taşıyor: William Wilson. Bu ikinci William Wilson, anlatıcının sınıf arkadaşları üzerindeki ustalığına müdahale eder, böylece anlatıcı için bir korku ve rekabet nesnesi haline gelir. Bu rekabet ancak aynı gün okula katıldıklarını öğrendiğinde ve iki William Wilsons'un aynı kıyafetler ve kıyafet tarzları nedeniyle, birçok yaşlı öğrencinin kardeş olduklarına inandıklarını anlatan, anlatıcı için daha belirgin hale geliyor. Anlatıcı'nın rakibi, sesini asla bir fısıltının üzerine yükseltememesi dışında, konuşma tarzını bile taklit eder. Bununla birlikte, anlatıcı, kendisiyle rakibi arasındaki herhangi bir bağlantıyı reddeder.
Bununla birlikte, ilişki kısa sürede kötüleşir ve iki William Wilsons arasında şiddetli bir kesişme meydana gelir. Dolandırıcılık, anısına, bebeklik döneminin anılarını hatırlatır ve bu da onu William Wilson'a daha fazla takıntılı hale getirir. Mücadeleden kısa bir süre sonra, anlatıcı pratik bir şaka yapmak için rakibinin yatak odasına gizlice girer. Işığını rakibinin yüzündeki ışığına yansıtan anlatıcı, karanlığa özgü bir yüz olan farklı bir William Wilson gördüğüne inanıyor. Hayal ettiği yüz dönüşümünden korkan anlatıcı odadan fırlar.
Birkaç ay sonra, anlatıcı başka bir okul olan Eton'da bir öğrenci olur ve diğer William Wilson'ın anılarını geride bırakmaya çalışır. Geçmişi unutmak için bu çabalarda alkolü kötüye kullanıyor ve özellikle bir dengesiz partiyi hatırlıyor. Sarhoş isyanın ortasında bir hizmetçi, anlatıcıya dikkat çağıran gizemli bir misafirin varlığını ilan eder. Heyecanlı ve sarhoş edici olan anlatıcı, yalnızca aynı büyüklükte ve giysili bir gençliği keşfetmek için antre koşuşturur. Işığın solukluğu, anlatıcının ziyaretçinin yüzünü ayırt etmesini önler. Anlatıcı'nın kolunu tutan konuk, anlatıcı'nın kulağına "William Wilson" ı fısıldar ve hızlı bir şekilde kaybolur.
Yine okulları değiştiren anlatıcı, kumarhanenin yardımcısı aldığı Oxford'a taşınır. Bu başkan yardımcısı yetenekli olan anlatıcı, abartılı parasal kazanımlar için avlanacak zayıf fikirli sınıf arkadaşları seçer. Oxford'da iki yıl geçtikten sonra, anlatıcı Glendinning adlı genç bir asille tanışır ve onu bir sonraki kumar hedefi haline getirir. İlk başta kazanmasına izin veren anlatıcı, düzenlediği büyük partiye daha fazla başarı gösterme şansı verir. Bu partide, Glendinning, tam olarak anlatıcının beklediği gibi oynuyor ve büyük borçları hızla toparlar. Borcunu dört katına çıkardığı anda Glendinning aşırı solgunlaşır ve anlatıcı zaferini gerçekleştirir. Ancak, aniden, yabancı bir kişi odadaki tüm mumları söndüren acele ile partiye girer. Anlatıcıyı bir aldatmaca sanatçısı olarak görür ve derhal geri çekilir.
En sonunda Roma'ya yerleşen anlatıcı, Dük Di Broglio'nun sarayındaki maskeli baloya katılıyor. Anlatıcı gizlice, giyeceği kostümden haberdar olan Dük'ün karısını istiyor. Anlatıcı onu ararken, kolunda hafif bir el hisseder ve kulağına bir fısıltı duyar: "William Wilson." Fısıldayan, anlatıcıyla aynı kostümü giyer, siyah ipek maskeli bir İspanyol pelerini. Bir yan odaya çekildiğinde, anlatıcı öfkelenir, kılıcını çekip rakibini bıçaklar. Anlatıcıların korkularına göre, odanın düzeni gizemli bir şekilde değişir ve bir ayna düşmanının gövdesinin yerine geçer. Vücudunun bıçaklandığını ve kanardığını bulmak için aynaya bakıyor ve rakibinin kendi sesiyle konuşuyormuş gibi duyduğunu duyuyor: "İçimde sen vardın - ve benim ölümümde, kendiki olan bu imgeyle görüyorsun."

"William Wilson", Poe'in doppelganger hakkındaki en uzun süredir devam eden karakter çalışması ya da yakın zamanda popüler film Fight Club tarafından benzer bir şekilde keşfedilen bir tema .Poe ikizleri Roderick ve Madeline Usher'i "Usher Evi'nin Düşüşü" ve "William Wilson" da iki katına çıkardı. Poe, Roderick ve Madeline'nin "Usher Evi'nin Düşüşü" ndeki fiziksel ilişkisine odaklanırken, "William Wilson" da iki William Wilsons'ı üreten psikolojik öz-bölünme. Poe'un odak noktası şüphesiz ki değişimin ego'su (özümün bizi isteğimize karşı koruyan kısmı) - bu psikolojik durumu başka bir bedenin tezahürü aracılığıyla canlandırıyor. Cinayet intiharının son görüntüsü beden ve zihnin nihai ayrılmazlığına işaret ediyor. Anlatıcı, zihinsel ve entelektüel olarak rakip çiftiyle rahatsız edilebilir, ancak intikamını yalnızca, işkence gördüğü aklının açısını taşıyan kılıcının itişi gibi, fiziksel, fiziksel terimlerle kaydedebilir.
Poe'nun "William Wilson" da psikoloji çalışması, psikanalizin kurucusu ve yirminci yüzyılın en önemli psikologlarından biri olan Sigmund Freud'un temel teorilerini öngörüyor. Poe'nun rakip çift olan anlayışı, Freud'un bastırılmış, bilinçdışı değişimini ego kavramını en az yarım yüzyıl öncesinden yiyor. Freud gibi, Poe da egoyu zamanın ve mekanın özelliklerinden etkilenmeyen evrensel bir psikolojik durumla ilişkilendirir. William Wilson'ın çifte Avrupa'yı (İngiltere’den İtalya’ya) ve çocukluktan yetişkin yaşamına kadar onu takip ediyor. Anlatıcının kendini zihinsel olarak iki William Wilsons'a bölmesinin, belli bir çevrenin ağırlaştırıcı faktörlerinden kaynaklanmadığı açıktır, çünkü anlatıcı, amacını ikiye katlama girişimi amacıyla farklı ortamlara taşınır. Doppelganger, anlatıcının dış dünyaya bir iç kötülük yansıtma girişimini temsil eder. Oysa "Tell-Tale Heart" deli anlatıcının dışsal bir şeye içsel olarak nasıl sabitlendiğini gösterir - yaşlı adamın gözünde - "William Wilson" bu psikolojik yörüngenin tersini gösterir.
"Tell-Tale Heart" gibi, "William Wilson" tematik olarak sevgi ve nefretin belirsiz iki katını araştırıyor. Anlatıcı direndiği sürece, başlangıçta rakibi için sevgi hissetmesine yardımcı olamaz. Aslında, masalın ölümcül çözümü, nefret değiştiren ego'nun yaşamın devamlılığı için ne kadar gerekli olduğunu göstermektedir. Çifte uzun zamandır beklenen cinayeti, anlatıcıların intiharını da oluşturduğu için Poe, yaşamda en çok reddetmek istediğimiz unsurları bilmeden geliştireceğimizi ileri sürüyor. Bir takım duyguları reddetme veya bastırma eğilimi - rakiplerin nefreti gibi - bu duyguların kendi için ne kadar önemli olduğunu gösterir.

"Kırmızı Ölümün Maskesi" ve "Amontillado'nun Fıçısı"nda olduğu gibi, "William Wilson"un dramatik çözünürlüğü bir maskeli balo partisi sırasında gerçekleşir. Poe, anlatıcının cinayet dürtülerini salıvermek için maskeli balo motifine güvenir. Ancak, anlatıcıların öldürücü olmasa da, asıl arzusunun hala erdemli olmadığından daha az olduğunu öne sürüyor: yaşlı dükün genç ve güzel karısına doğru romantik ilerlemeler yapmak istiyor. Poe, şehvetle anlatıcının kendi kimliğini saplantısına bağlar. Poe, erkekleri özdeş kostümlerle giydirerek, anlatıcı bir kılık değiştirdiğinde bile kendi iblislerinden kaçamayacağını ima ederek rekabeti abartıyor. Sadece düşes arzusuna hizmet eden anlatıcı, çocukluğundan beri onu rahatsız eden düşmanlık üzerinde hareket eder.

Poe'nin hikayesini, 1913'te yapılan ve savaşın ön habercisi niteliğinde olan  Alman Sineması'nın ilk uzun metrajlı filmler arasında yer alan "Der Study von Prag" filmi üzerinden okunduğunda daha bir anlam kazanacaktır.

17 Şubat 2017 Cuma

İvan İlyiç Öldü mü?

Tolstoy'un İvan İlyiç'in Ölümü (1886) adlı romanının baş kahramanı karısından soğuyalı çok olmuştur, çocukları onun için bilinmezlerle doludur, etrafında sevdiği arkadaşları olmadığı gibi arkadaşlarının ondan daha iyi mevkilere gelmeleri ya da işlerinde yükselmeleri kendisi için korku kaynağıdır. İvan İlyiç statüyle fena halde kafayı bozmuş bir adamdır. Petersburg' da günün zevklerine uygun dayayıp döşenmiş büyük bir dairede oturur, sık sık ruhsuz akşam yemeği toplantıları düzenler, bu toplantılarda sıcaklık ve samimiyetten eser yoktur. Kendisi yüksek mahkemede yargıçtır, işini sevmesinin başlıca nedeni, işi sayesinde kendisine duyulan saygıdır. İvan İlyiç bazı geceler geç saatlerde "şehirde çokça adı geçen" kitaplardan birini okur, nasıl davranması gerektiğini de gazetelerden öğrenir. Tolstoy, yargıcın yaşamını şöyle özetler: "İvan İlyiç'in işinden haz almasının nedeni işiyle gurur duyması, toplumdan hoşnut olmasının nedeni de gururunun okşanmasıydı; onun samimi bir şekilde haz aldığı tek şey 'vint' oynamaktı."

İvan kırk beş yaşına geldiğinde bedeninde bir ağrı hissetmeye başlar, daha sonra bu ağrı bütün vücuduna hükmeder. Doktorlar, ona tam olarak ne olduğu konusunda kesin bir şey söyleyemezler. Karaciğerinde bir sorun olduğundan ya da tuz seviyesindeki uyumsuzluktan söz ederler ama bütün bu sözler belirsiz ifadelerle doludur, reçetesine yazdıkları ise pahalı ama hiçbir işe yaramayan ilaçlardır. İvan çalışamayacak kadar yorgundur, bağırsakları yanıyormuş gibi hisseder kendini. 

Yemeden içmeden kesilir ve her şeyden önemlisi çok sevdiği "vint" oyununu bile oynamak istemez artık. Kendisi de etrafındaki insanlar da bu sürecin yakın zamanda ölümle sonuçlanacağını anlamışlardır. Bu durum İvan'ın adliyedeki arkadaşları için hiç de can sı­kıcı bir durum değildir. Fiodor Vasilyeviç, İvan'ın ölmesi durumunda Ştabel'in ya da Vinnikov'un görevini devralacağını öngörür; böylece maaşı 800 ruble artacak üstelik kendisine masraflar için ayrıca bir ödenek ayrılacaktır. İvan'ın bir başka meslektaşı Piotr İvanoviç, İvan'ın ölmesi durumunda Kaluga' dan eniştesini çağırıp İvan'ın yerine işe başlatabileceğini hesap eder; bu durumda karısı pek memnun olacak, ev hayatı daha hoş bir hal alacaktır. Ailesine gelince: İvan'ın öleceği haberi onlar için de büyük bir felakete yol açmaz. 

Karısı karalar bağlamaz; ancak evin gelirinin azalacağını düşünerek biraz sıkıntıda hisseder kendini. Partilerde boy göstermeyi pek seven kızı ise babasının cenazesinin kendi evlilik planlarına gölge düşüreceğini düşünerek endişe duyar. İvan'ın tarafındaysa her şey çok farklıdır. Birkaç haftalık ömrü kalan İvan, yaşamının harcanmış olduğunu fark eder. Onun yaşamı dıştan bakıldığında saygı uyandırır belki ama gerçekte bir değer taşımaz. 
Yetiştirilişini, aldığı eğitimi ve kariyerini bir kez daha gözden geçirdiğinde yaptığı her şeyin başkalarının gözünde önemli olabilmek için yapılmış şeyler olduğunu görür. Kendi ilgi alanları ve duyarlılıkları, kendisini bir nebze bile umursamayan insanlar uğruna feda edilmiş­tir. Bir gece acılar içinde kıvranırken içine bir his doğar: "Belki de nadir olarak yaşadığı ve belli belirsiz fark ettiği o içgü­düler, insanların yüksek statü anlayışlarına duyduğu o tepki, bütün o bastırdığı, derinlerde kalmış duygular: asıl önemli olanlar onlardı. 
Belki geriye kalanların hiçbiri gerçek değildi. Resmi görevleri, yaşama biçimi, toplumdaki insanların kendisine ve mesleğine biçtiği değer: bunların hepsi gerçek olandan son derece uzaktı belki." Kısacık ömrünü bitirip tüketmiş olma hissi yetmezmiş gibi İvan bir de etrafındaki insanların kendisiyle ilgili önemsedikleri ve sevdikleri tek şeyin statüsü olduğunu fark etti. Etrafındakiler onun gerçek benliğini, o kırılgan benliği hiç önemsemiyorlardı. Bir yargıç, varlıklı bir baba ve ailenin reisi olduğu için sevilip sayılıyordu. İşte şimdi bütün bu özellikler silinip gitmeye yüz tutmuşken İvan acı ve korku içindeydi, hiç kimsenin kendisini seveceğine güvenemezdi artık. 

"İvan İlyiç'i en çok çileden çıkaran şey hiç kimsenin ona hasretini çektiği şefkati göstermiyor oluşuydu. Uzun süre acı çektikten sonra bir an geliyor, (bunu itiraf etmek utanç verici olsa da) yalnızca ve yalnızca küçük bir çocuk gibi merhamet görmek ve sevilmek istiyordu. Sırtının sıvazlanmasını, öpülmeyi, ok­şanmayı istiyordu, hasta çocukların gördüğü o özenli muameleyi görmek istiyordu. Biliyordu ki kendisi bu yaşında, aklar düşmüş sakalıyla mühim bir memurdu; ama olsun, onun istediği tam da buydu işte." 

İvan son nefesini verdikten hemen sonra, sözde arkadaşları olan insanlar başsağlığı dileklerini sunmak üzere evini ziyaret ettiler; ancak asıl üzüldükleri şey, İvan'ın ölümüyle "vint" oyunu programlarının sekteye uğramış olmasıydı. Cenazesi başında İvan'ın balmumu gibi eriyip gitmiş içi boş suratına bakan Piotr İvanoviç bir gün ölümün kendisini de bulacağını düşünmeye başladı. 

Enerjisinin çoğunu iskambil oyunlarına adamış biri olduğu için ölümü çok ciddi etkiler doğuracaktı. "Eyvah, aynı şey her an beni de bulabilir" diye düşündü Piotr İvanoviç; ölüm paniği o an onu can evinden vurmuştu. Buna karşın, Piotr İvanoviç'in kendisi farkında de­ğildi belki ama bütün bu olan bitenin İvan İlyiç'in başına gelmesi ama onun henüz ölmeyeceği düşüncesi çok geleneksel bir düşünceydi. Piotr İvanoviç'i de içinde bulunduğu kasvetli durumdan kurtaran, bu düşünce oldu. Eğer bu düşünce olmasaydı Piotr İvanoviç çok kısa sürede kendini bunalımın kucağında bulurdu.

"Ölüm, bu özellikleri hiçe sayarak, sistem içinde var olmak ya da yer edinmek için çırpınmamızın değersizliğini ve geçiciliğini yüzümüze vurur. Sağlığımız yerindeyken ve iktidarımızın zirvesinde olmanın tadını çıkarıyorken, bize iltifat edenlerin gerçekten bizi sevip saydıkları için mi yoksa kendi çıkarlarına uyduğu için mi iltifat ettiklerini hiç düşünmeyiz. Buna benzer sorgulamalarda bulunmak aklımıza gelmez. "Ben miyim önemli olan yoksa toplumdaki konumum mu ?" gibi sorular soracak kadar cesur ve kinik hissetmeyiz kendimizi. Ancak ölümcül bir hastalık, aradaki ayrımı hızlı ve zalim bir hamleyle belirginleştirir. 

Ölüm gelip kapımızı çaldığında, hastanede pijamalar içinde yatarken, statümüze odaklanmış olan sevdiklerimize karşı öfke duymaya eğilimlinde olabiliriz; onları kalpsiz bir biçimde bizim konumumuzu önemsemekle suçlar, onların çekim alanlarına girdiğimiz için de kendimize öfkeleniriz. Ölüm fikri toplumsal yaşama sahicilik kazandırır. Hastanede hasta döşeğinde yatıyorken kimlerin bizi ziyarete geleceğini sorgulamak, ajandamızı düzenlememiz ve bazı isimleri telefon defterimizden çıkarmamız için başvurduğumuz en kolay yöntemlerden biridir. 

Koşullu sevgi ilginç olmaktan çıkınca, onu elde etmek için izlediğimiz yollar da cazibesini yitirir. Zenginlik, saygı ve güç, bize sadece toplumsal yapı içinde elimizde tutabildiğimiz süreyle sınırlı bir sevgi sunuyorsa eğer ve eğer yaşamlarımızı savunmasız, dağılmış, çocuk gibi ilgi bekler bir halde noktalıyorsak, o zaman koşullu sevgilerden uzaklaşmaya başlar, bütün enerjimizi, altımızdaki zeminin ve konumun kayıp gittiği durumlarda bile yanımızda olacak insanlara yönlendirmeyi düşünü­rüz. Tolstoy, İvan İlyiç'in Ölümü'nde hayatın görünmez ya da görmezden geldiğimiz noktalarını kıymık gibi gözümüze batırır.
Meksikalıların özdeyişi vardır: "Bencillik ve oburluk yaşlılıkla birlikte başlar."

7 Şubat 2017 Salı

Kumdan Bir Hayat Saate Benzer

Asıl ismi Amantine-Aurore- Lucile- Dupin olan George Sand Temmuz 1804'te Fransa'da dünyaya gelir. Eğitimini manastıra kapatılarak tamamlar. Kendine güvenen ateşli kişiliğe sahiptir. Yaşamını kendi ayakları üzerinde kurma özlemiyle büyür. Kadın olarak güzellik- çirkinlik sorununu kendi üzerinde örnek vererek anılarını anlattığı kitabında şöyle değerlendirir:

"Kısacası; saçlarım, gözlerim, dişlerim ve daha bozulmamış vücudumla gençliğimde ne çirkin, ne de güzeldim. Ben bunu önemli bir kazanç sayarım. Çünkü çirkinlik bir anlamda, güzellik bir anlamda saplantı yaratır insanda. (...) En iyisi kimsenin gözünü kamaştırmayacak, kimseyi ürkütmeyecek düzgün bir yüzü olmalı insanın. Ben böyle biri olduğum için kız arkadaşlarımla olsun, erkek arkadaşlarımla olsun anlaşmakta zorluk çekmedim."

Sand gençlik dönemini kitaplar okuyarak, kendini eğlendirmek için ufak yazılar kaleme alarak geçirir. Gelecek üzerine planlar yapmaz, varolanı yaşamayı ilke haline getiren yapısı vardır. Bilinmeyen gelecekten korkar, nostaljiyi sever, bugünkü anı (şimdiki an) zamanı yaşar. Hayatım isimli kitabında yaşama dair düşüncelerini şöyle aktarır:

"Gelecek günleri özlemekten çok onlardan korkuyorum. Geleceği düşünmeyi hiç sevmemişimdir. Bilinmeyen korkutur beni. Hüznü veren geçmişi daha çok severim. Şimdiki zaman, istenilmiş olanla elde edilmiş olan arasında bir çeşit uzlaşmadan başka bir şey değildir. İnsan şimdiki zamanı olduğu gibi kabul eder ve ona ses çıkarmadan katlanır. Çünkü daha başka şeylerin de olduğu gibi ses çıkarılmadan katlanıldığı bilinmektedir. Ama yarın neyi kabul edeceğimizi ve neye katlanacağımızı kestirebilir miyiz?"

1822 yılında "Casimir" diye bilinen Francois Dudevant'la tanışır. Casimir güleç yüzlü, asker tavırlı bir gençtir. Sand onun şakacı mizacından hoşlanır. Casimir, Sand'a "yaman bir delikanlı" olarak görür. Belki de Casimir'i, Sand'la evlenmeye isteklendiren bu bakış açısıdır. Bir Sand'a gösterdiği ölçülü, güvenilir dostça tavırları... Sand, Casimir'in evlenme teklifini onaylarken bir aşık olarak davranmaz; mantığını kullanır, onun sevimli, iyi bir insan olmasıyla yetinir. Kararını verdiren aşk duyguları değil, hayatı boyunca sürecek olan mantıklı düşünceleridir. Sand'ın şu sözlerinden bunu anlayabiliriz:

"Gönlüm hiçbir vakit kafamın haberi olmayan bir şey yapmamıştır. Bedenimden gelen tedirginlik de hiçbir vakit doğru düşünmemi kösteklememiştir, hiçbir vakit insanların sözlerini kuşkuyla karşılamamı engellememiştir. Demek Casmir'in düşünceleri sevimli gelmişti bana."

Eylül 1822'de evlenirler; ama kısa süre sonra Sand evliliğin ona göre olmadığını anlar. Paris'in dışında oturdukları köy evindeki monoton yaşam, evliliği iyice çekilmez kılar. Sıkıntılı, iki kişiyi içeren tek kişinin yalnızlığı başlar. Sand'da hayattan iğrenme duygusu gelişir. Kendisini Casmir'in hayatını engelleyen ayak bağı gibi görür. Casmir de onun gelişiminin önünde engel olarak durur. Sıradan aile yaşamının, kuralların, görevlerin yükü Sand'ı mutsuzluğa iter. 1823'te ve daha sonra 1828'de doğuracağı çocuklar evlilik hayatını mutlu kılmaz. Kendini bir tutsak gibi görür. Evlilik, kadın için erkeğin gardiyan olduğu bir hapishanedir ona göre. Sand bu duyguyu nefretle yaşar. 1831 yılında "özgürlüğünü" kazanmak amacıyla karar verir. Kocasından, yılda ikikez üç ay Paris'te çocuklarıyla yalnız kalmak ve kendi geçimini ileride kendisi sağlamak için izin ister. Casimir bu isteğin geçici bir heves olduğunu, karısının bir süre sonra pes edeceğini düşünerek izin verir. Sand'ı tanımamıştır.
Sand çok az parayla Paris'e taşınır, bir evin ufak çatı katına yerleşir. Veresiye eşya satın alır, yoksul hayatı yaşamaya başlar. Firgaro gazetesinde işe bulur. Soğuk çatı katının elverişsizliğine aldırmayarak hem okur hem yazar. Günlük yaşamını ucuza getirebilmek için her şeyden kısıntı yapar. Bir kadın için kadın giysilerinin çok pahalı olduğunu düşünerek kendisine erkek elbisesi yaptırır; üzerine kadın mantosu giyerek dolaşır. Sanat çevrelerine girmeye başlar. Balzac'la tanışır. Bu arada ünlü eseri İndiana romanını bititir ve zar zor yayınlatır. Roman büyük başarı kazanır; böylece George Sand erkek takma ad kullanarak yazarlık dünyasına adım atmış olur.

1833 yılında ünlü Fransız yazarı Alfred de Musset ile bir akşam yemeğinde karşılaşır. O dönemde Musset yirmi üç, Sand yirmi dokuz yaşındadır. Ortak ilgileri olan edebiyat sayesinde aralarında dostluk ilişkisi gelişir. Musset, Casmir'in tersine romantik kişiliğe sahiptir. Dokunaklı, içtenlikli kişiliği şiirlerine yansır:

"Kalbime dedim ki, zayıf kalbime:
-Yetmez mi çektiğim bugüne kadar                                       
Değişe değişe süren acılar
Keder katmıyor mu kederleri me!...
Kalbim cevap verdi:
-Yeter ne demek,
Yetmez çektiğimiz bu güne kadar,
İşte bizi asıl bu yükseltecek!..."
kum saati

Şiirlerinde duygusallığa koşan Musset,aşk yaşamında da aynı şeyi yapar; aşkın pençesine bir anda esir düşer; Sand'a aşık olur. Aşkın şairi Musset artık kendi adına konuşur:

"Sevgili George, saçma ve gülünç bir şey söyleyeceğim size. Bunu o gezintiden dönerken söylemiş olmak yerine nedendir bilmem, yazıyorum işte aptalca. Bu akşam üzüleceğim yazdığıma. Açıkça alay edeceksiniz benimle, sizinle şimdiye kadar olan bütün ilişkilerimde, boş konuşanın biri olarak göreceksiniz beni.  Kovacaksınız, yalan söylüyorum sanacaksınız. Size aşığım ben. Evinize ilk geldiğim günden beri aşığım. Sizi dost olarak görürsem kolayca iyileşirim sanmıştım. Sizin karakterinizde çok şey vardı beni bundan kurtarabilecek. Elimden geldiğince kendimi buna inandırmaya çalıştım; ama sizinle geçirdiğim anlar bana çok pahalıya mal oluyor."

Sand, Musset'in yöneldiği aşk kapısını açık bırakır; onunla aşkı yaşamaya başlar. Ocak 1834 yılında birlikte Venedik'e giderler. Şubat ayında Musset tifoya yakalanır. Sand o günleri şöyle anlatır:

"Beni Musset'ye özen göstermeye iteleyen bütün bitkinliime rağmen bana umulmadık güç veren büyük bir dahiye karşı duyduğum saygı değildi sadece. Onun sevimli bir insan oluşu da şair tabiatlı insanın kalbiyle düş gücü arasında hiç eksik olmayan kimi atışmaların doğurduğu acılar da benim onun üzerine titrememe yol açmıştı. (...) Hastalığı atlattıktan sonra iyileşmesi de bir o kadar sürdü."

Musset tifodan hasta yatarken, Sand hastaya çağırdığı Dr. Pagello ile ilişki kurar. Musset iyileştiğinde Sand yaşadığı ilişkiyi kendi ağzıyla itiraf eder. Musset'in aşk dünyası başına yıkılır. Mart ayında Musset Venedik'ten ayrılır, Paris'e geçer. Sand, Pagello ile birlikte Ağustos ayında Paris'e döner. İlişki uzun sürmez anlaşamazlar. Pagello tekrar İtalya'ya döner. Sand, tekrar Musset ile yaşamaya başlar. Deprem yemi Sand- Musset aşkının yaşaması olanaklı olmaz; kesin olarak ayrılırlar. Aldatılan erkek veya kadın aldatılma acısını beyinlerinde unutmamacasına hep taşır. Yıkılmış bu aşkın değerlendirmesini Sand'ın Musset'ye yazdığı buluruz:

"Haklısın bizim kucaklaşmamız bir yasak aşktı, ama biz bilmiyorduk bunu. (...) Peki bu kucaklaşmaların lekesiz ve kutsal olmayan bir tek anısı var mı bizde acaba? (...) Sen ateşli olduğun ve sayıkladığın bir gün, sana aşkın zevklerini vermeyi hiçbir zaman beceremediğimden dolayı sitem etmiştin bana. O zaman ağlamıştım buna ben, şimdiyse bu sitemin içinde gerçek olan bir şeyin bulunmamasından hoşnutum. (...) En azından, başka kadınların kollarındayken beni anımsamayacaksın."

Sand Nisan 1835'te avukat Michel de Bourges ile tanışır ve onunla yeni bir aşka daha adım atar. 1836 yılı Temmuz ayında Casimir'den boşanır. Aynı yıl çocuklarıyla birlikte İsviçre'ye, tanınmış besteci, piyanist Franz Liszt ile birlikte yaşaan Marie d' Agoult'un yanına gider. 
Maria d' Agoult'un sevgilisi olan Litsz 1837 yılında otuz üç yaşındaki  Sand'ı, yirmi yedi yaşındaki "Piyano şairi" olarak anılan Frederic Chopin ile tanıştırır. Chopin, Sand tanıştıkları ilk gece ona hiç ilgi göstermez. Hatta onu kadın olarak görmez. Arkadaşlarına Chopin, "Ne biçim bir kadın bu! Gerçekten kadın mı? Bundan bile kuşku duyuyorum," der. Ama Sand onu yanıltır. Sand, Chopin'i gözüne kestirmiştir. Onun ilgisini çekmek için yoğun uğraşıya girer. Chopin'e o sıralar Alice adındaki başka bir kadın da ilgi göstermektedir. Alice, Sand'ın çocukluk arkadaşıdır. Güzeldir. Sand güzellik noktasındaki güçsüzlüğünü bilerek bir arkadaşına şöyle yazar:

"Bir çocukluk arkadaşıma karşı çarpışacak değilim; hele karşımdaki Alice gibi dürüst, güzel bir kadın olursa. Yalnız, şunu da düşünmeliyiz: Chopin'in mutluluğunu hangimiz sağlayabiliriz: o mu, ben mi?"

Duygusal Chopin sıcaklığa, şefkate muhtaçtır. Sand, güzelliğiyle değil, şefkatle onu etkilemeyi başarır. Şefkat aşkı doğuran ebelerden en iyilerinden biridir. Sand o sıralar birlikte olduğu avukat Bourges'ten ayrılır. 1838 yılının Ocak ayında Chopin'in aşkını kazanır. Aşkta ayrılık acısının iyileştirilmesinde veya zamandan başka çaresi yoktur ikisi için...Sand, Chopin'in aşkını ilaç olarak kullanır. Şubat 1839'da Sand ve çocukarı Chopin'le birlikte  Mayoka adasına taşınırlar. Eski bir manastırda yaşamak zorunda kalırlar. Kötü yaşam, hava koşulları Chopin'i hasta eder. Psikolojisi bozulur. Mutluluk beklentileri zehirli sarmaşık günler haline gelir. Chopin o zamanki durumu Sand'a şöyle anlatır:

"Geceleyin çocuklarımla manastırın yıkık köşeleri arasında yaptığım geziden döndüüm vakit onu gecenin onunda (10'nunda) piyanosunun başında, gözleri yabanlaşmış, saçları diken diken olmuş ve yüzünün rengi uçmuş bir halde bulurdum. Bizi ancak saniye sonra tanıyabilirdi. Bunun üzerine gülmek için kendini zorlar ve bize yeni bestelediği yüce parçaları çalardı. Daha doğrusunu söylemek gerekirse; çaldığı şeyler bu yalnızlık, bu can sıkıntısı, bu ürküntü saatlerinde sanki kendi haberi olmadan kafasından geçen korkunç ve yürek parçalayıcı düşüncelerini yansıtırdı."

Chopin'i güçlükle Paris'e getirirler. 1847 yazına kadar Sand ile ilişkileri inişli-çıkışlı sürer, sonuçta biter. Aşkın sevinçli mutlu günlerinde birbirlerini görmek için çırpınan eski aşıkların son kez karşılaşmalarını Sand şu sözlerle kaydeder ve aktarır:

"Chopin'i Mart 1848'de çok kısa bir süre için gördüm. Buz kesilmiş ve titreyen elini sıktım. Ona bir şeyler söylemek istiyordum, dinlemedi kaçtı. Artık beni sevmediğini söylemek sırası bana gelmişti. Ama onu bu acı sözleri duymaktan kurtardım."

Aşk başlangıçta iki insandan uyumlu tek insanı yaratır; bitişte ise uyumsuz iki parçaya böler. Otuz dokuz yaşında Chopin ölür. Ölmeden önce Sand ile ilgili şu sözleri bırakır:

"Sand iyi kalplidir, cömerttir, güzel bir ruhu vardır. Yalnız, kadın ruhu bu; kendisinin inanmak istediği gibi erkek ruhu değil. Ben onun ilerisini hüsranla, umut kırıklığıyla görüyorum."

Sand 1876 yılına kadar yaşar. Ölmeden önce hayattan anladığını şu cümlede özetler:

"Biz bir dereceye kadar kendi hayatımızı çizebiliyoruz, ondan ötesini başkaları çiziyor."

Sand aşka gerçekte şu sözüyle bakar: "Aşk, bir defa ayaklar altında çiğnendikten sonra bir daha doğrulamayacak kadar nazik bir çiçektir." Sand, hayatını sonradan yazarlıkta kullandığı ad ve soyadına uygun yaşadı. O bir kumdu...Hayat onu sadece cam faunus içine yerleştirmişti. Kum bittiğinde yaşamın şimdiki anı içinde ölçülmüştü....

Kaynakça: Sand, George, Hayatım, Milliyet Yayınları, 1971


















6 Ocak 2017 Cuma

AVATAR'IN METAFORLARINI KEŞFETMEK


Sinema da Alt-Metin Okuması: AVATAR
İnsanların drama eserlerinde, başka sanat formlarında olduğundan daha fazla şekilde kastettiklerinin fiilen telaffuz etmedikleri belirtilir. Fakat bunun her zaman bu yolla "alt-metin" yoluyla yalan söylendiği anlamına da gelmeyeceği savunulur. Bir gerçeğin  ya da uydurma yadsıma da söz konusu değildir. Büyük drama eserlerinde bir sözler vardır, bir de sözlerin altında yatan gerçekler. Metin ve alt-metin. Bunların ikisinin aynı şey olmadığı da vurgulanır. 

 

AVATAR'IN METAFORLARINI 
KEŞFETMEK

2009-2010 sezonun en çok gişe hasılatı yapan filmlerinden Avatar, alt-metin duygusal (görme, işitme, koku alma ve dokunma duyularıyla ilgili) metaforlarla gösteren bir yapımdır. Filmin başında Jake Sully'nin arkaplan hikayesini izler, bir savaşta yaralandığını, deniz piyadesi olduğunu ve Pandora görevinde kardeşinin yer aldığını öğreniriz. Alt-metin, bu hikayenin aslında, atları, bazı kuşları ve ejderhalarıyla Kutsal Ağacın Ruhu'yla tinsel uyum içinde yaşayan gezegenin yerlilerine meydan okuyarak makineleri, teknolojileri, donanımları, haritaları, planları ve şemalarıyla kudretli dünyalılar hakkında olduğunu gördükçe belirginleşmeye başlar.

Alt-metin, güçlü uygar insanların görünüşte uygar olmayan, pek insan da olmayan bir ırka karşı koymayı temsil eder. Buradaki hırs bizde bir sürü çağrışım uyandırır; 1800'lerin başlarında Amerikalı yerleşimcilerin Doğu, Ortabatı ve daha sonra Batı'daki toprak arayışları, yolu onları öldürmekten geçse bile bu toprakları yerlilerin elinden zorla almaları, üstelik yerlileri daha az elverişli yerlere sürmeleri bu çağrışımlardan biridir.

Tema da çağrışımlar fikrine bağlanır: Na'vi'ler Büyük Ruh'la, hayvanlarla bağlı, bir topluluk olarak da birbirlerine bağlıdırlar. Dünyalılar ise birbirlerine bağlı değillerdir, savaş olsun isterler ve uyum-barış içinde yaşayamazlar. 
Bu çağrışımlar ırkçılık ("bu insanlar benden geri, o yüzden onları sömürebilirim"), sınıf ayrımcılığı(" bizim kadar ileri değiller", "altını olan kazanır- bu sefil insanların ise kesinlikle altınları yok"), yaşlıların aşağılanması ("her  tarafı buruşmuş, ne kadar iyi olabilir ki") ya da cinsiyetçilik ("bebek, senin yerin mutfak") gibi bazı evrensel temaları barındırır. 
Fatihler başkalarının kaynaklarında hakları olduğuna inanırken, açgözlülük ve sömürü temaları çoğalır. Avatar'da sömürgecilerin 'yerlileştiği'ni, diğer kolonistlerin gibi Na'vi'lerin giysileriyle ritüellerini benimsediklerini görürüz.



Duyguya karşı mantık, kalbe karşı akıl gibi temalar da vardır. Dünyalılar her şeye saniyesine kadar ayarlamaya, planlamaya, bir stratejiye bağlamaya ve kitaplardan öğrendikleri her şey ile engin deneyimlerine sorunsal bir gözle baktıkları şeye uygulamaya çalışırlar. Ana fonksiyonu yerine getirirler. 

Oysa gezegenliler sezgileriyle, hayvanların ruhuyla temas kurarak, dinleyerek, kalpten ağlar oluşturarak kalpten kararlar alarak yaşarlar. Daha duygusaldırlar. Ağlarlar. Dilek tutarlar. Şarkı söyleler.
Seyrettiğimiz ritüellerde amaç, yerli insanlarda gördüğümüz birçok ritüelin aklımıza getirdiği (bazısı ürkütücü, bazısı aptalca ya da bazısı batıl gelecek ritüel) çağrışımları uyandırır. Buradaki ritüeller Afrikalı, Yerli Amerikalı, Asyalı, Pagan ve Pasifik ritüellerine benzerdir ve gerek toprağa, gerekse ruha yakın olmayı amaçlamaktadır. Bir parça King Kong'daki (1933, 1976) şarkıları ve ritüelleri de andırmasına rağmen, bu filmdeki ritüeller tehditkar içerik taşıdığı halde, Avatar'dakiler bize daha tinsel (ruhani) hayatlar süren, Na'vi'lerle saf tutmamıza yönlendirmektedir.

Irkçılıkla ilgili, kalbe karşı akılla ilgili, ritüellerin anlamıyla ilgili hiçbir  tartışma yapılmaz. Yine bu fikirlere kesinlikle doğrudan değinilmez, sadece alt-metin düzeyinde kalır. Avatar'ın alt-metni, diyaloglarından ziyade görüntülerindedir.



Avatar'da verilenler gerçekten ne anlama geliyor? 
Görüntüler bize ne anlatmak istiyor?
Gezegenin değerli madeninin peşindeki dünyalıların hikayesinin ötesinde: Na'vi halkının özel ağacının altında yatan daha büyük, daha derin anlamlar var mıdır?
Bazı eleştirmenlere göre," Bu, kapitalizmin eleştirisidir"; bazılarına göre, "Amerika'dan nefret etmek". Filmin başlangıç sahnelerinde, düünyalıların Pandora gezegenine gidişlerini ortaya koyar. Fark edebileceğimiz ilk imge koyu renklerdir. Uzay karanlıktır. Uzay gemisi karanlıktır. Yönetmenin dünyalılar için belirlediği palet, gri koyu mavi ve siyah bezelidir. 
Dünyalıların dünyası bize kapalı, monokromatik, boyutlu olmayan, mantıksal dünya olarak takdim edilir. Bu, aklın dünyasıdır- planlar, takip edilecek tarifeler, saniyeleri geri sayan zaman aletleri, küçük mekanlar ve muhayyile konan sınırlar vardır. İşçilerden kurallara uymaları, talimatları yerine getirmeleri, doğrudan hedefe odaklanmaları beklenir. Her şey düzenli, mantıklı ve doğrusaldır.

Jake, Avatar'ın bedenine girdiğinde renker hemen değişir. Jake denetimcisinden kurtulup sevinçle koşar. Yine bacaklarına güvenmiştir. Renk, hız ve sınırları olmayan bir dünyadır. Jake'in parmaklarını içine sokacağı kadar koyu kumlar, parlak renkli çiçekler, gür bitkiler görüntüsü ne anlatır? Kurallar ile muhayyile, sınırlar ile özgürlük arasında karşıtlıklardan biridir. Dağlar bile özgürdür ve sereserpe uzanmaktadırlar. 

Gezegenin asıl dünyasına girdiğimizde, güzel harkulade bir alemle karşılaşırız (cennet). O dünyanın içine daha da girersek şelaleler, yüksek dağlar, renkli kuşlar, iri yaratıklar görürüz. Yemyeşil, zengin ve sulaktır. Burada her şey büyür, boy atar, hayvanlar, bitkiler ve ağaçlar. Hayatın kurallarından, gezegenin fiziksel alanından daha büyük olduğu boyutlu bir alemdir. Na'vi'lerin dünya görüşü ölümden sonraki hayata inanmayı kapsar; derinlikli tinsel hayatları vardır, Doğa'nın kutsallığını duyumsarlar ve hayvanlara ve birbirleriyle bağ kurmaya önem verirler.

Na'vi'lerle belli ki yerlilerin, özellikle Yerli Amerikalıların tasavvur edilmesi istenmiştir. Bazısı zehir uçlu ok atarlar. Savaşmadan önce vücutlarını boyarlar. Şarkılar söylerler. Atlar ve kuşlarıyla savaşa gitmeden önce kan dondurucu sesler çıkarırlar. Uzun rahat elbiseler giyer, süslü başlıklar takar ve kendi usullerini Jake'e öğretirler. Jake, Yerli Amerikalıların kabilelerine yetişkin olarak alınmalarında yaşlıların usullerini öğrenmesi gibi, bir törenine katılır. Jake, üst ile Na'vi'ler arasında gidip gelirken, üssün bir rüyaya benzediğini, yemyeşil gezgenin ise gerçekliğin ta kendisi olduğunu hissedene kadar iki dünya karşıtlık iyice belirginleşir. Avatar ayrıca güvenmekle ilgili görüntüler seyrettirir. 
Derin farklılıklar çıkması tehlikesine rağmen Jake, burada ağaçlara güvenmeyi, yapraklara güvenmeyi, hocasına güvenmeyi, hatta kendileriyle bağ kurdukça hayvanlara güvenmeyi öğrenir.

Yine, tinsel görüntüler seyrederiz- bunların ilki, özgürce boy atan fidelerdir. Tohum görüntüsü çeşitli dinlerde kullanılan öğelerdir. İsa manevi hayatını, küçük olan ama tıpkı inanç gibi, maneviyatın büyüyüp gelişmesi gibi en büyük ağaçlara kadar uzanan hardal tanesine benzetir. Jake'in hayatını kurtardığında, Jake hemen kendisinin seçilmiş olduğunu anlar. Neytiri onu kabullenmek ve yaşamasına izin vermek zorundadır.

Daha sonra üç ağaç görürüz. Ağaçlar da tinsel birer metafordur. Yaradılış kitabı, hayat ağacından ve iyiyle kötüye bilme ağacından bahseder. Tanrı, Adem ve Havva'ya hayat ağacı dahil bahçedeki her ağaçtan yiyebileceklerini, ama iyiyle kötüyü bilme ağacına dokunmamaları gerektiğini söyler.

Norse mitolojisindeki dünya ağacı, Druid'lerin kutsal meşeleri, Kabala'daki mistik Musevilik ağacı ve Buda'nın incir ağacı misali, ağaçlar başka kültürlerin mitolojilerine geçmiştir.  Bu hikayede üç ağaç vardır- bir tanesi, DNA sarmalını hatırlatırcasına topluluğu sarmal oluşturan bir merkez etrafında biraraya getiren bir ağaç; diğer ikisiyse, topluluğu atalarına bağlayan kutsal ağaçlar. Ağaçların hepsinin kökleri birbirine bağlıdır ve tek hayat ağacının parçası olduklarını göstererek, birbirleriyle temas halindedirler.

Ağaçların üçü de can veren ve hayatı besleyen ağaçlardır. Kendi başına İyi ve Kötü ağacı olmamasına rağmen, (Albay gibi) fetihçi dünyalılar uyumsuz olup, yaptıkları kötülüğün bilincinde olmayan güçleri temsil ederler.
Koşan hayvanların vurulması (güçlü bir fiziksel güç) topluluğun şarkı söylemesi (tinsel bir komünal güç), savaş gürültüleri ve saldırı altındaki ağaçların çatırdaması (insanlık bağ köklerinin koptuğu) gibi sesler metaforlardır.

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...