Edebiyatın mızmızlara, nazeninlere ait bir alan
olmadığının en güzel kanıtını Zweig'in derin duygulu kelimeleridir. Sert
bir yumruk, hatta surata atılmış bir tekme gibi iner adeta...
STEFAN ZWEİG Avusturyalı romancı, öykücü, araştırmacı,
oyun yazarı ve şair. Tarih, psikoloji üzerine eğitim görür. Tolstoy, Nietzche,
Balzac, Dostoyevski, Baudelaire üzerine yaptığı psikolojik içerikli incelemeler
onun tanınmasını sağlar. Duygulu bir kişiliği Zweig savaşa karşıtlığı,
barış yanlısıdır. Şu sözü onun ne kadar barışçıl olduğunu ortaya koyar. ''
Savaşa karşı savaşmak gerek'' diyerek insanın, insancıl yönüne dikkat çekmek
ister. Faşizm'den nefret eder.
Maksim Gorki'nin yakın dostudur. Hitler döneminde
kitapları meydanlarda yakılır. Eserleri arasında Duygu Karmaşası, Yıldızın
Parladığı Anlar, Bir Satranç Öyküsü, Kalbin Sabırsızlığı, Masalımsı Bir Gece ve
Vicdan Zorbalığa Karşı, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu eserleri önemli yer tutar. Zweig'in
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Eserinde oluşturduğu kadın portresi tarihe ışık
tutacak niteliktedir.
Orta Avrupa'da 1870' lerde başladığı kabul edilen bu
dönem kozmopolit, Yani çok-kaynaklı kültürün Avrupa'daki doruk noktasını
oluşturur ama aynı zamanda çarpıcı bir çelişkiyi de sergiler. Sözü edilen bu
zaman parçasında belli bir çöküş ve yine belli bir yükseliş eş zamanlı ve
birlikte yaşanır. Çöküş aileden devlete ve iktidar mekanizmalarına kadar uzanan
çok geniş bir yelpaze boyunca, hemen bütün toplumsal kurumlarda yaşanır.
Kültürdeki eskimişlikten ya da Sigmund Freud’un doğru nitelendirmesiyle, bu
eskimişlik sonucu “Kültürde Tedirginliğin” başlamasından kaynaklanan bir
çöküştür.
Böyle bir
çöküşü eşi bulunmaz bir hesaplaşma fırsatı sayan dönemin sanatçıları,
düşünürleri ve bilim adamları, alanlarındaki hesaplaşmalarını somutlaştıran
eserleriyle ve buluşlarıyla, bu defa aynı çöküşe koşut ilerleyecek bir
yükselişin altına imza atacaklardır. Bu arada özellikle psikoloji alanında
Freud, Adler ve Jung’un buluşları ile bu buluşlar temelinde geliştirilen
kuramlar, insana ve topluma ait o güne kadar bütün bilinenlere artık çok farklı
açılardan bakılmasını kaçınılmaz kılacak,
insan karakterinin belirleyici etmenlerini yeni
yorumların süzgecinden geçirtecek ve bu arada insanlar arasındaki türlü
iletişim biçimleri ve ilişkiler de bu yorumlardan paylarını
alacaklardır. Yaşadığı yıllar bağlamında (1881-1942) bütünüyle orta
Avrupa’nın bu kendine özgü kozmopolit yapısıyla biçimlenen bir “çöküş ve
yükseliş” döneminin ürünü olan Stefan Zweig, bir yandan Rönesans’ın ve onun has
çocuğu Erasmus’un büyük mirası olan Batı Hümanizmi’ni tam olarak özümsemiş,
aynı mirasın bir başka temsilcisinin ve yaratıcısı, Montaigne’in düşünsel
eğitiminden geçmiş kimliğiyle –bu kimliği yüzünden Zweig, ölümünden sonra çoğu
çağdaşlarınca “Son Avrupalı” diye anılacaktır–, öte yandan da bu kimliğin
doğal Rönesans uzantısı olan araştırmacılığıyla, sözünü ettiğimiz
dönemin önderlerinden biridir.
Psikoloji
alanında, Freud öncesinden Freud’a ve ondan sonrasına uzanan çok geniş bir
birikime sahip olan Zweig, dünya edebiyat tarihinde biyografi türünün en büyük
birkaç ustasından olmasını da özellikle bu birikimine borçludur. Çünkü belli
dönemlerin, tarihe geçmiş kişilerden yola çıkılarak ve o kişiler açısından
anlatılması diye tanımlayabileceğimiz biyografi türünün başarısı, ele alınan
kişilere ilişkin psikolojik çözümlemeler aracılığıyla tarihe “onlar açısından
bir bakış”ın ne ölçüde gerçekleştirilebildiğinden bağımlıdır.
Zweig, bu
bağlamda biyografi türünde yakaladığı ustalığı biyografi dışındaki
anlatılarının karakterlerini oluştururken de sergiler. Örneğin bu
açıdan bakıldığında, yazarın en ünlü biyografilerinden Marie
Antoinette ile Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı uzun
öyküsünün adsız kahramanı arasında çok ilginç bir koşutluk vardır; gerek Marie
Antoinette’in Habsburg’ların Viyana’daki sarayları Schönbrunn’dan Paris’te,
Versailles Sarayı’ndaki Fransa Kraliçeliği tahtına uzanan yolu, gerekse
öyküdeki bilinmeyen kadının inanılmaz bir aşkın örgüsüne yerleştirilmiş olan
kaderi aynı taşlarla, her iki karakteri oluşturan psikolojik özelliklerle ve
aşamalarla örülmüştür. Bu örgüler okura Marie Antoinette örneğinde, büyük
Fransız Devrimi’nin hemen öncesinde ve gerçekleşme sürecinde dünya tarihinin
çok önemli bir dönemini, yazarın nitelendirmesi ile “sıradan bir karakterin
portresi” aracılığıyla ve portre de resmedilen kişinin karakter özellikleri
temelinde sunulur. Burada Zweig’ın sözünü ettiği “sıradan bir karakter”, Fransa
Kraliçesi Marie Antoinette’e aittir; gerçekten de Marie Antoinette sonunda
merdivenlerini çıkacağı taht bağlamında kendisini aday kılacak hiçbir niteliğe
ve özelliğe sahip değildir. XVIII yüzyıl sonlarının çalkantılı Fransa’sında o,
ancak hep aklına estiğini yapan, bulunduğu yer bakımından hiçbir sorumluluk
duygusu taşımayan, zengin bir sosyete kadını olmaya aday bir kişiliktir ve
yoluna “devrim” gibi sıra dışı bir olay çıkmasa, bu sıradanlık onu taşıyanın
eceliyle ölümüne kadar varlığını hiç sarsılmadan sürdürebilecektir.
Ne var ki,
adına “devrim” denilen olay, zengin bir sosyete kadını için suçlanan hiçbir
yanı bulunmayan bir hayatın milyonların kaderine hükmeden bir mevkide,
kraliçelik tahtında oturan bir kadın için ne büyük bir yıkıma sürüklenişin kaynağı
olabileceğini çok acı bir biçimde kanıtlar. Ancak
iktidarın zirvelerinde iken bulunduğu yerin sorumluluklarını hiç
umursamayan bu kraliçe, iktidardan düşüşünden giyotine kadar uzanan yol boyunca
şaşırtıcı karakter özellikleri sergiler; Devrim Mahkemesi’nin suçlamaları
karşısındaki kişilik onurundan hiç ödün vermeyen tutumuyla, ölüm karşısındaki
yürekliliği ile Marie Antoinette, sıradan bir kimliği geride
bırakıp, çok güçlü bir eş, sorumluluğunun bilincinde bir anne olarak
karşımıza çıkar. Zweig’ın ifadesiyle, tahtta iken sergileseydi kendisini
Avrupa’nın ve Fransız Halkı’nın gözünde gelmiş geçmiş sayılı iktidar
sahiplerinden biri kılabilecek bu karakter özellikleri, Marie Antoinette’e
ancak ölüme uzanan yolunda yardımcı olabilir.
Tek bir
mektuptan ibaretmiş gibi görünen Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, bir kadının
yıllarca süren, umutsuz, Acı dolu fakat bir yandan da her şeyin farkında olan
bir fedakârdır, Adeta tek bir hayat amaçsallığı bağlamında okunabilir.
Saplandığı aşkı öyle bir derinlikle anlatır ki, Ortak bir acıyı paylaştığınız
hissine kapılırsınız. Tüm kitap boyunca umuda dair tek bir cümle arar
gözleriniz.... Ve adamın kayıtsızlığı, duygusuzluğu, umursamaz ve önemsemeyen
halleri, nazik tavırlarıyla sevilesi görünse de kıymet vermez unutuşları. Hepsi
ama hepsi okurken duygularınızı oradan oraya fırlattırır
adeta...
Kızar,
kırılır, yıpranırsınız. Adamın kayıtsızlığına, duygusuzluğuna, kadının
hissettikleri uğruna yaşadıklarına, kendine yaşattıklarına... Fakat bir yandan
da yazarın bu denli hisleri okuyucuya geçirebilmesi karşısında kalemine bir kez
daha şaşkınlık ve takdire şayandır.
R. doğum
gününde isimsiz bir mektup alır. Bu mektup yıllar yılı süren uzun, ıstıraplı,
Asla tanımamış, Ait olamamışlık...
Sessizlik
içindeki sancılı bir aşkın son seslenişidir. Bir kadının sevdiği, uğruna ömrünü
adayıp, yine de hayatında yer bulamadığı adama açık yüreklilikle ilk ve son
seslenişidir...
“Beni
hiç tanımamış olan sana,”ifadesiyle başlar mektubuna.
“Senin
içinde hiçbir şeyin artık beni tanımadığını, senin hayatındaki küçücük bir
anının bile benim hayatımla ilişkili olmadığını gösteren bakışının karşısında
uyanarak gerçeği ilk defa gördüm, kaderimi ilk defa fark ettim...”
“Aslında
sadece biraz bakıp bırakacaktım elimden. Ne ara o ilk cümleyi okudum, ne zaman
ara bile vermeden son sayfayı çevirip kapağını kapattım bilmiyorum. İçimde
anlatılmaz bir enkaz hissi, çöküklük ve kederle kalıverdim. Yazar durgun deniz
hisleri keskin dalgalarla coşturup; ıstırap ve acıyla karışık kumu, taşı,
çakılı kaldırdı diplerden.” Kısacası Zweig, yine kaleminin ustalığıyla kadın portresi yaratır.
“Sana her
şeyi başından anlatmamı sabırla bekle sevgilim, senden rica ediyorum, on beş
dakika beni dinleyiver! Ben bir ömür boyu seni sevmekten usanmadım..."
“Tek arzum
sadece seni bir defa görmek, sadece seninle bir defa karşılaşmak, sadece
yeniden gözlerimle yüzüne uzaktan sarılabilmekti...”
“Ama sen,
beni hiçbir zaman, asla tanımayan sen, su kenarından geçer gibi, yanımdan geçip
giden, bana bir taşa basar gibi basan, hep giden ve sürekli giden ve beni hep
bekleten sen benim için kimsin?”
“...seni ne
kadar sevmiş olduğumu biliyorsun artık; hayır, anlıyorsun ve bu aşk sana hiç
yük olmuyor. Beni özlemeyeceksin, bu benim için bir teselli. Güzel, aydınlık
hayatında hiçbir şey değişmeyecek...”
“Beni
teselli edecekler ve birtakım sözcükler söyleyecekler, sözcükler, sözcükler;
fakat ne yardımı dokunabilir ki sözcüklerin bana? Biliyorum, ondan sonra yine
yalnız olacağım. Ve insanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey
yoktur.”
“O andan
başlayarak seni sevdim. Biliyorum, kadınlar bu kelimeyi sana, senin gibi hep
şımartılan bir erkeğe çok sık söylemişlerdir. Fakat inan bana, seni kimse o kız
kadar, yani benim kadar, olduğum ve senin için hep
öyle kalan ben kadar köle gibi ve bir köpeğin sadakatiyle
kendini adayarak sevmedi, çünkü yeryüzünde hiçbir şey kuytuluklardaki bir
çocuğun fark edilmeyen sevgisiyle karşılaştırılamaz; çünkü bu sevgi,
yetişkin bir kadının tutkulu ve bilinçaltında hep talep eden aşkının hiçbir
zaman olamayacağı kadar umarsız, kendini karşısındakine hizmet etmeye adayan,
boyun eğen, hep pusuda yatan ve tutkuyla yoğrulmuş bir sevgidir. Sadece
yalnızlık çeken çocuklar tutkularını bütünüyle, dağılmaksızın koruyabilirler,
ötekiler, duygularını başkalarıyla beraberlik atmosferinde gevezeliklerle
harcarlar, yakınlıklarla köreltirler, aşk hakkında çok şey okumuşlardır,
duymuşlardır ve aşkın ortak bir kader olduğunu bilirler. Onunla bir
oyuncakmışçasına oynarlar, tıpkı ilk sigaralarını içen erkek çocukları gibi,
onunla böbürlenirler.”
“Senin için
bir hiç olduğumu, bana ait herhangi bir hatıranın en hafif biçimde bile seni
etkilemediğini bilseydim eğer, herhalde nefes bile alamazdım.”
“Şimdi artık
benim için yalnız sen varsın dünyada, yalnızca sen, benimle ilgili hiçbir şey bilmeyen
sen, bu arada hiçbir şeyden haberi olmayanı oynayan veya her şeyi ve herkesi
alaya alan sen. evet, yalnızca sen, beni asla tanımamış olan ve hep sevdiğim
sen.”
“Yalnızca
seninle konuşmak istiyorum. sana ilk defa her şeyi söylemek istiyorum; bütün
hayatımı bilmelisin, o hayat ki, hep senindi ve sen onu asla bilmedin. Fakat
benim sırrımı ancak öldüğümde, artık bana cevap vermek zorunda kalmadığında,
uzuvlarımı şimdi bunca buz gibi ve bunca ateşle sarsmakta olan şey gerçekten
son bulduğunda öğrenmelisin. Hayata devam etmek zorunda kalırsam eğer, o zaman
bu mektubu yırtacağım ve hep sustuğum gibi, bundan sonra da susmayı
sürdüreceğim. Fakat mektubum ellerinde ise eğer, o zaman bil ki, burada artık
ölmüş olan biri sana hayatını, ilk dakikasından son nefesine kadar hep senin
olmuş olan hayatını anlatmaktadır. Kelimelerim seni korkutmasın; ölmüş olan
biri artık hiçbir şey istemez, sevilmeyi de, kendisine acınmasını da, teselli
edilmeyi de istemez. Senden tek istediğim, şu anda sana kaçmakta olan acımın hakkımda
ele verdiği her şeye inanmandır.”
“Matemdeydim
ve matem tutmak istiyordum, seni görmekten yoksun oluşuma, kendimi mahkûm
ettiğim bütün öteki yoksunlukların esrikliğini ekliyordum. Ve ayrıca,
dikkatimin sadece sende yaşamaya ilişkin tutkumdan başkaca bir şeye kaymasını
istemiyordum. Yalnız başıma evde oturuyordum, saatlerce, günlerce ve seni
düşünmekten başka hiçbir şey yapmıyordum, sana ait yüzlerce küçük anıyı, her
karşılaşmayı, her bekleyişi kendim için yeniliyordum, bu küçük olayları birer
tiyatro oyunu gibi kendime oynuyordum.”
“Hayatımdakilerin
hepsi ancak seninle bağlantılı olduğu ölçüde anlamlıydı.”
“Sen, beni
asla, asla tanımayan, bir su birikintisinin yanından geçercesine yanımdan geçip
giden, bir taşa basarcasına üstüme basan, hep, ama hep yoluna devam eden ve
beni sonsuz bir bekleyiş içerisinde bırakan sen, kimsin ki benim için?”