26 Şubat 2025 Çarşamba

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlendirmek için paradigmatik bir yaklaşım olarak benimsemişti. Ancak, bu, psikanalizin aşkın idealizmi onayladığı anlamına gelmez. Freud'un kendisi, bu kavramı reddetmiş olsa da, bir nesne (das Ding) ile fantezi arasındaki uçurumun ilk kez Kant tarafından ortaya atıldığını söylemek mümkündür. Kant'a göre, sezgi, yani duyusal deneyim, insanın öznel deneyimi aracılığıyla mantıkta bir rol oynar, bu da nesnelerin anlaşılmasını sınırlayan bir faktördür.

Kant'ın Das Ding (şey) kavramı, Freud'un bilinçdışı üzerine yaptığı çalışmalarla güçlü bir ilişki kurar. Kant’ın das Ding teorisi, herhangi bir nesnenin, olduğu gibi bilinmesinin mümkün olmadığını savunur. İnsanlar yalnızca duyuları aracılığıyla bu nesnenin somut yönlerini bilebilir, yani das Ding'in tam özü, insan algısının ötesindedir. Kant, insanın deneyimlediği şeyin, sadece duyusal algılar yoluyla somut özelliklerinden ibaret olduğunu belirtir. Ancak bu, insanın nesneler hakkında sahip olduğu bilginin sınırlı olduğu anlamına gelir. Das Ding, insan algısına her zaman kapanık, gizemli bir öğedir.

Freud, bu felsefi yaklaşımdan yararlanarak, bir bireyin, das Ding ile karşılaştığında yaşadığı travmayı yalnızca sınırlı bir kapasitede anlayabileceğini öne sürmüştür. Kant'ın, das Ding'in insan algısı tarafından tamamen bilinemez olduğu fikri, Freud için önemli bir açılım sağlar. Freud, bir bireyin karşılaştığı travmatik olayın yalnızca belirli yönlerini anlayabildiğini savunur. Bu, Kant'ın Das Ding ile ilgili düşüncesine dayanan bir gözlemdi. Kant, nesnelerle karşılaşmaların, ancak duyuların sınırları nedeniyle özümsenebileceğini ileri sürerken, Freud da benzer şekilde, travmatik bir olayın, birey tarafından sadece sınırlı bir biçimde algılanabileceğini belirtmiştir.

Freud'un psikanalizindeki "semptom" kavramı, bu düşüncenin bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Semptomlar, bir bireyin, das Ding ile karşılaştığı travmatik anı nasıl deneyimlediğinin bir yansımasıdır. Kant, sentetik bir deneyim anlayışına sahipti; yani, insan deneyimi, algılar ve anlamlar arasında birleştirici bir biçimde şekillenir. Freud, bu anlayışı psikanalizinde kullanarak, semptomların, bilinçdışındaki bir travmaya yanıt olarak geliştiğini öne sürmüştür.

Kant'ın sentetik a priori deneyim anlayışı, psikanalizin imkanlarını açan bir kavram olarak önemli bir rol oynar. Çünkü sentetik deneyim, duyuların ötesine geçerek, bilinçdışını etkileyebilecek a priori bir yapıyı ortaya koyar. Psikanaliz, aşırı soyut bir Kantçı aşkın idealizme indirgenemez, ancak yine de Kant'ın sentetik a priori deneyim fikri, Freud'un bilinçdışı teorisinin şekillendirilmesinde önemli bir iz bırakmıştır.

Freud'un psikanalizi ve Kant'ın felsefesi, insanın içsel dünyasını anlamada benzer sınırlılıkları paylaşır. Kant, das Ding'in insan algısına asla tamamen açılmadığını belirtirken, Freud da bireyin bilinçdışındaki travmaların ancak sınırlı bir biçimde anlaşılabileceğini vurgulamıştır. Kant'ın das Ding kavramı, psikanaliz için bir temel teşkil etmiş ve Freud'un bilinçdışı anlayışının şekillenmesinde önemli bir felsefi zemin oluşturmuştur. Freud, Kant'ın bu felsefi kavramını, travmanın algısal ve semptomatik deneyimlerinin anlaşılması için kullanmıştır.

Arthur Schopenhauer ve Sigmund Freud İlişkisi

Arthur Schopenhauer ve Sigmund Freud arasındaki ilişki, hem felsefi hem de psikolojik açıdan son derece derin bir tartışma alanı yaratır. Her iki düşünür de insanın bilinçaltı, arzular ve içsel çatışmalarını anlamaya çalışmış, fakat bunu farklı bakış açılarıyla ele almışlardır. Schopenhauer'ın, bilinçaltına dair ortaya koyduğu kavramlar, Freud'un psikanaliz teorileriyle şaşırtıcı bir şekilde paralellik gösterse de, aralarındaki yaklaşım farkları, her iki düşünürün de insan doğasına dair benzersiz görüşler geliştirmelerine neden olmuştur.

Schopenhauer, bilinçaltını "İrade" kavramı üzerinden tanımlar. "İrade", sadece bireysel arzuların bir toplamı değil, insanın tüm varoluşunu şekillendiren, evrensel bir güçtür. Bu "İrade", acı, ıstırap ve varlık mücadelesiyle ilişkilidir. Schopenhauer için hayatın özü, acı ve mücadeleyle iç içe geçmiştir ve insanın yaşamı, bu evrensel iradenin yansımasıdır. Freud ise bilinçaltını daha çok bastırılmış arzular ve psikolojik yapılarla ilişkilendirir. Onun psikanalizinde, bilinçaltı, özellikle geçmişte yaşanan travmaların ve bastırılmış arzuların etkisiyle şekillenir. Freud, Schopenhauer'ın "İrade"sini, insanın içindeki kötücül, hayvansı güdülerle ilişkilendirerek, bu kavramı olumsuz bir güç olarak tanımlar. Ancak Schopenhauer için "İrade" sadece olumsuz bir güç değildir; o, aynı zamanda insanın varoluş mücadelesinin ve hayatın acı veren doğasının temel itici gücüdür.

Freud'un, Schopenhauer'ı tam olarak anlamadığı görüşü de bu farkı derinleştirir. Schopenhauer'ın felsefesi, bireysel ve evrensel ölçekte bir varlık mücadelesini tanımlar. Onun "İrade" kavramı, insanın arzularının ötesinde, daha geniş bir evrensel güçtür. Freud ise bu kavramı, daha dar bir perspektiften, insanın bastırılmış arzu ve içsel çatışmalarıyla ilişkilendirerek yorumlamıştır. Bu nedenle, Freud’un fikirleri Schopenhauer'ın felsefesinin derinliğini tam anlamıyla kavrayamaz ve onun "İrade" kavramını, Schopenhauer'ın ortaya koyduğu anlamda bir varoluşsal güçten ziyade, bireysel bir psikolojik etmen olarak daraltır.

Schopenhauer'ın, Doğu felsefesiyle olan ilişkisi de önemli bir noktadır. Özellikle Budizm ve Upanişadlar gibi öğretilerde, Schopenhauer benzer bir düşünsel derinlik ve yaşamın acı veren doğasına dair benzer bir bakış açısı bulmuştur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: Schopenhauer, Doğu felsefelerini doğrudan taklit etmemiştir. Bunun yerine, bu öğretileri, kendi içsel düşünce sürecinde bağımsız bir şekilde değerlendirmiştir. Schopenhauer'ın felsefesi, hiçbir dogmaya dayanmadan ve başka bir düşünürün etkisinde kalmadan, tamamen onun kişisel içsel sorgulamalarının ürünüdür. Bu, onun entelektüel bağımsızlığını ve özgün düşünme tarzını gösteren önemli bir unsurdur.

Schopenhauer'ın felsefesinin önemi, özellikle bağımsız düşünmeye çalışan bireyler için büyüktür. O, yalnızlık, acı ve insan doğasıyla ilgili derin düşüncelerini, kişisel bir yolculuk olarak geliştirmiştir. Bağımsız düşünmenin zorluğu, özellikle dışarıdan gelen baskılar ve toplumsal normlarla çatışma yaşayanlar için oldukça belirgindir. Schopenhauer, insanın bu baskılara karşı durarak kendi iç yolculuğunu yapmasının önemini vurgular. Onun felsefesi, yalnızca toplumsal ve dışsal dünyaya bakmakla kalmaz, aynı zamanda bireyin içsel dünyasına da derin bir bakış açısı sunar. Schopenhauer'ın yazıları, yalnızlık ve acıyla yüzleşmeye çalışanlar için bir rehber, bir yol arkadaşı işlevi görür.

Özetle, Schopenhauer'ın felsefesi, yalnızca kendi zamanında değil, günümüzde de büyük bir öneme sahiptir. O, dış dünyadaki dogmalara ve öğretmenlere değil, içsel düşünceye ve sorgulamaya dayalı bir yolculuk arayanlara derin bir anlam taşır. Schopenhauer, insanın gerçeğe ulaşmasının tek yolunun, dış dünyadaki öğretmenlere ve dogmalara değil, içsel düşünceye ve özgün sorgulamalara dayandığını hatırlatır. Onun felsefesi, insanın varoluşuna dair derin bir anlayış geliştirmek isteyen, bağımsız düşünmeyi arzulayanlar için bir ışık kaynağıdır.

Nietzsche Zamansız Filozoftur

F. Nietzsche zamansız filozoftur. 

Nietzsche, gerçeğin fanatik bir arayıcısıydı ve entelektüel bütünlüğü en yüce erdem olarak görüyordu. Kesin bir amacı vardı ve hiçbir zaman belirsizlik içinde çelişkili bir konumda bulunmadı. "En güçlü özelliğim kendimi aşmak" diyerek, kendi içindeki ikili doğayı aşmaya çalıştığını vurgulamıştır.

Nasyonal Sosyalistlerin Nietzsche'ye olan ilgisinin gelişimini burada detaylandırmaya gerek yok; bu konuya daha sonra değineceğim. Ancak, onun düşüncelerinin belirsizliği veya Nasyonal Sosyalizmle olan varsayılan bağlantısı konusundaki efsane, temel bir sorunun göz ardı edilmesine dayanmaktadır: Nietzsche neye karşı çıktı? Neyin üstesinden gelmeye çalıştı? Hangi sorunlarla uğraştı? Bu soruların yanıtlanmasıyla, efsane aşılabilir ve öznel yorumların etkisi en aza indirilebilir. Tarihsel gerçeğin göreliliğine teslim olmak, bilimsel disiplinden vazgeçmek anlamına gelmez; bu nedenle, Nietzsche'yi çağdaş ideolojilerle özdeşleştirme eğiliminden kaçınmalıyız.

Nietzsche'nin "İktidar Felsefesi"nin yeterli bir analizini yapabilmek için, düşüncelerinin tarihsel gelişimini takip etmek gerekir. Eserlerinin yazım tarihleri ve notlarının çoğu bilindiğinden, bu mümkün görünmektedir. Bu çalışma, Nietzsche'nin felsefesinin belirsizlik veya tutarsızlıkla suçlanamayacağını göstermek adına, onun gerçek düşünsel arka planını incelemeyi ve onun bir filozof mu yoksa bir değer yasa koyucu mu olduğunu sorgulamayı amaçlamaktadır.

Öncelikle, Nietzsche'nin hayatının düşüncelerine etkisini ele alarak başlamak istiyorum. Nietzsche'nin aile geçmişi ile felsefesi arasındaki tezat çarpıcıdır. Onun milliyetçiliğe, Lutherciliğe, Hristiyanlığa, küçük kasaba ahlakına ve Almanlara karşı tutumları, çocukluğuna tepki olarak yorumlanabilir. Ancak bu basitleştirici yaklaşım, onun felsefesini tam anlamıyla kavramamızı engeller. Bir filozofun düşüncesi erken deneyimlerinden etkilenebilir, ancak düşünsel süreçlerin yalnızca bu deneyimlere indirgenmesi hatalıdır. Bir kez ortaya atılan felsefi sorunlar, kendi ivmesini kazanır ve filozofu yeni çözümler aramaya yönlendirir.

Nietzsche, 15 Ekim 1844'te Prusya'nın Saksonya eyaletindeki Röcken'de doğdu. Babası Ludwig Nietzsche, genç yaşta ölen bir Lutheran papazıydı. Annesi Franziska, bir papazın kızıydı. Nietzsche'nin atalarının çoğu kasap olup, onun inandığı gibi Polonyalı soylular değildi. Babası, doğum günü olan Prusya Kralı IV. Friedrich Wilhelm'in adını ona vermişti. Ancak Nietzsche, yıllar içinde ailesinin vatanseverliğini, dinini ve ikinci adını reddetti. Ocak 1889'da o da zihinsel çöküş yaşadı.

Nietzsche, 1858’de Pforta'daki prestijli yatılı okula tam bursla kabul edildi. Disiplinli bir eğitim alırken, din, Alman edebiyatı ve klasiklerde başarılı oldu, ancak matematik ve çizimde zayıftı. 1864'te Theognis üzerine bir tezle mezun oldu ve Bonn Üniversitesi'ne gitti. Burada bir öğrenci topluluğuna katılsa da, kısa sürede topluluğun yüzeysel vatanseverliğinden iğrendiğini fark etti. Bu süreçte, gerçeğin peşinde olmanın inançtan daha önemli olduğuna dair görüşleri gelişti.

Nietzsche, Schopenhauer'in "İrade ve Tasarım Olarak Dünya" adlı eserini Leipzig'de bir sahaf dükkânında keşfetti ve büyük bir etki altında kalarak bitirene kadar elinden bırakmadı. Henüz doktorasını tamamlamamışken, Basel Üniversitesi'nden bir profesörlük teklifi aldı ve 1869'dan 1879'a kadar burada ders verdi. Sağlık sorunları nedeniyle görevinden ayrılmak zorunda kaldı.

1872'de "Tragedyanın Doğuşu" adlı ilk kitabını yayımladı. Bu eser, akademik filoloji normlarına uymayan yenilikçi bir çalışmaydı. Nietzsche'nin en ünlü dostlarından biri besteci Richard Wagner'di. Gençliğinde Wagner’e hayranlık duydu, ancak daha sonra aralarındaki dostluk, Wagner’in milliyetçiliği ve Hristiyanlığı yücelten görüşleri nedeniyle bozuldu.

Nietzsche'nin felsefesini anlamak için onun entelektüel gelişimini takip etmek gerekmektedir. Onun düşüncesi, yaşam deneyimleriyle bağlantılı olsa da, salt biyografik bir yaklaşımla açıklanamaz. Bu çalışmada, Nietzsche'nin düşüncelerini tarihsel bağlamda ele alarak, onun gerçekte neyi aşmaya çalıştığını analiz edeceğim.

GÜÇ ARZUSU

Schopenhauer ve Nietzsche, Batı felsefesinin iki büyük ismi olarak, düşünce dünyamızda derin izler bırakmışlardır. Ancak her ikisi de hayatı, insanı ve toplumu çok farklı bir şekilde kavramış, farklı bakış açıları geliştirmişlerdir. Bu iki filozof, özellikle yaşam, ahlak ve insan doğası gibi temel konularda birbirlerinden çok farklı yollar izlemişlerdir.

Arthur Schopenhauer, yaşamı kötücül bir İradenin ürünü olarak görmüş, dünya üzerinde yaşamanın bir ıstırap olduğuna inanmıştır. Bu felsefi bakış açısına göre, dünyadaki her şey, bir tür içsel istek ve arzu tarafından yönetilmektedir; ve bu arzular, insanlar için sürekli bir acı kaynağıdır. "İnsan istediğini yapabilir, ancak istediğini isteyemez." şeklindeki ünlü sözü, bu felsefi bakış açısını çok güzel bir şekilde özetler. Schopenhauer'a göre, arzularımızı tatmin etmek, nihayetinde daha fazla arzu yaratır ve bu da sonu gelmeyen bir kısır döngüye yol açar. Böylece mutluluk bir yanılsama, huzur ise ulaşılması neredeyse imkansız bir hedef haline gelir. İnsanlık, ancak arzularından ve dünyevi bağlılıklarından arınarak bir tür içsel huzura ulaşabilir. İşte bu yüzden, Schopenhauer çilecilik, iffet ve şefkat gibi erdemleri, insanın içsel huzura ulaşabilmesi için kaçınılmaz bir yol olarak görmüştür.

Ancak Schopenhauer'ın felsefesinin en dikkat çeken yanı, Tanrı'yı reddetmesidir. Schopenhauer, eğer Tanrı varsa, O'nun da kötü olması gerektiğini savunur. Çünkü dünya, acı ve ıstırapla doluysa, bu durum ancak kötü bir İrade'nin varlığıyla açıklanabilir. Bu noktada, Schopenhauer'a göre, dünyanın kötücül doğası, Tanrı'nın varlığını sorgulatır. Dolayısıyla, geleneksel dini inançları ve ahlaki değerleri de eleştirir, ama bu eleştirilerini kendi karamsar bakış açısına uygun şekilde şekillendirir.

Felsefi dünyada Schopenhauer'ın en büyük etkilerinden biri Nietzsche üzerinde olmuştur. Friedrich Nietzsche, Schopenhauer’ı genç yaşlarda keşfetmiş ve onun düşüncelerinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Schopenhauer ona, hayatın anlamı ve değerini sorgulayan bir çerçeve sunmuş, ancak Nietzsche, bu düşüncelere karşı daha radikal bir yaklaşım geliştirmiştir. Nietzsche, Schopenhauer'ın karamsar dünyasında bir şekilde sıkışıp kalmak yerine, hayatı onaylayan bir felsefe geliştirmiştir. O, "hayatın kendisini" kutlamış ve dünyevi değerleri benimsemiştir. Schopenhauer'ın aksine, Nietzsche için hayatın amacı, mutluluğu ve anlamı sadece dünyevi deneyimlerde, bu dünyada aranmalıdır. Nietzsche, ahlakın evrensel bir dayanağı olmadığına, her bireyin kendi değerlerini yaratması gerektiğine inanmıştır. Ona göre, insanların "iyi" olarak kabul edilen davranışları, çoğu zaman bencil saiklere dayanır ve bu durum, toplumun idealize ettiği ahlaki değerlerin sorgulanmasını gerektirir.

Nietzsche'nin "güç arzusu" fikri, onun insan doğasına ve topluma dair en radikal görüşlerinden birini ortaya koyar. Nietzsche, "iyi adam" olarak kabul edilen kişinin aslında güç ve egoyu arzulayan bir varlık olabileceğini savunur. "İyi adam" olarak tanınan kişi, toplumun değerlerine uyan, ama bu değerlerin ardında egoist ve bencil saikler taşıyan bir insandır. Nietzsche, bu çelişkili durumu "insan - çok insan" olarak tanımlar ve insanın, kendi zaaflarını ve içsel güç arzusunu kabul etmesi gerektiğini söyler.

Nietzsche'nin düşüncelerinin en belirgin yönlerinden biri de, onun ahlaki ve dini değerlere karşı gösterdiği radikal eleştiridir. Schopenhauer gibi, Nietzsche de geleneksel dini ve ahlaki anlayışları reddetmiştir; fakat onun bunu yapma biçimi çok daha keskin ve serttir. Nietzsche, "Tanrı öldü" diyerek, hem geleneksel dini inançları hem de bu inançların yarattığı ahlaki normları reddetmiştir. Nietzsche'nin felsefesi, insanın kendi değerlerini yaratma sorumluluğuna sahip olduğu, kendi gücünü keşfetmesi ve kendi hayatını özgürce inşa etmesi gerektiği vurgusunu yapar.

Bu iki filozofun fikirleri, birbirlerinden çok farklı olsa da, insanın varoluşunu ve dünyaya bakışını sorgulayan derin düşünceler içerir. Schopenhauer, dünyanın acı ve ıstırapla dolu olduğunu söylese de, Nietzsche hayattan anlam bulmak için dünyevi değerleri benimsemiştir. Schopenhauer, Tanrı'yı ve geleneksel ahlakı reddederken, Nietzsche bu reddi çok daha güçlü bir biçimde yapmış, insanın kendi gücünü ve değerlerini yaratma fikrini ortaya atmıştır. Sonuç olarak, Schopenhauer ve Nietzsche, Batı felsefesinin iki önemli ismi olarak, insanın ve dünyanın anlamını sorgulama yolunda birbirinden farklı ama etkileyici izler bırakmışlardır.

23 Şubat 2025 Pazar

Goethe’nin Faust Eserinde İnsanlık, Varoluş ve İçsel Yolculuk

Johann Wolfgang von Goethe’nin başyapıtı Faust, insanlık tarihinin en derin varoluşsal sorgulamalarını içerir. Faust’un içsel çatışmaları, bireyin anlam arayışına ve varlık sorunlarına dair birçok felsefi soruyu gündeme getirir. Eserin derinliklerine inildiğinde, Goethe'nin insanın içsel yolculuğu, dünyevi tatminin sınırlılığı ve varoluşsal arayışı üzerine yaptığı önemli yorumlar görülebilir. Faust’un bu yolculuğu, insanın yalnızca kendi içindeki çatışmalarla değil, aynı zamanda toplumla olan ilişkileriyle de şekillenir. Faust, başlangıçta dünyevi zevklerin peşinden koşarken, sonraları insanlık için daha anlamlı bir yaşam arayışına yönelir. Bu dönüşüm, Goethe’nin insan doğasına dair derin bir anlayışa sahip olduğunun göstergesidir.

 

Dünyevi Tatminin Sınırlılığı ve Aydınlanma

Faust’un Mephistopheles ile yaptığı anlaşma, başlangıçta dünyevi tatmin ve haz arayışına dayanır. Faust, bilgelik ve bilgiye olan arzusunun doyumsuzluğuna karşılık, dünyada sahip olabileceği her şeyin peşinden gitmeye karar verir. Bu noktada Faust’un arzuları, yalnızca bilgi ve entelektüel tatminle sınırlı değildir; o, hayatta her türlü zevki yaşamak, insanın dünyevi potansiyelini sonuna kadar keşfetmek ister. Ancak bu tatmin, onun içsel boşluğunu doldurmaz. Goethe, insanın bu dünyevi zevklere olan aşırı bağımlılığını eleştirir ve insanın yalnızca dış dünyadaki arayışlarla mutlu olamayacağına dikkat çeker.

 

Faust’un hikayesinin ilerleyen bölümlerinde, Mephistopheles’in vaatleri onu tatmin etmekten çok, daha derin bir boşlukla yüzleştirir. Bu noktada, Faust’un varoluşsal soruları ve içsel krizleri ön plana çıkar. Faust’un hayatındaki bu dönüşüm, yalnızca dünyevi tatminin geçici ve sınırlı olduğunu keşfetmesiyle gerçekleşir. Goethe, Faust’u bir yandan dünyevi zevklerin ve hazların peşinden sürüklerken, diğer yandan insanın bu tatminlerin ötesinde, derin bir anlam ve içsel huzur arayışına girmesi gerektiğini vurgular.

 

Mephistopheles’in Rolü ve Kötülük

Mephistopheles, Faust’un en karmaşık ve çok katmanlı karakterlerinden biridir. İlk bakışta, Mephistopheles’in yalnızca kötülüğü temsil eden bir figür olduğu düşünülebilir. Ancak Goethe, Mephistopheles aracılığıyla insanın içindeki karanlık tarafları ve zaafları gözler önüne serer. Mephistopheles, Faust’a sadece dünyevi zevkleri sunmakla kalmaz, aynı zamanda Faust’un ruhsal ve moral çatışmalarını derinleştirir. O, Faust’un içindeki kötülüğü ve zaafları su yüzeyine çıkaran bir figürdür.

 

Mephistopheles’in kötülüğü, doğrudan Faust’a zarar vermekten çok, onun içsel yolculuğunda bir katalizör görevi görür. Goethe, Mephistopheles’i bir “dışsal kötülük” olarak değil, insanın içindeki karanlıkla yüzleşme aracı olarak tasvir eder. Faust, Mephistopheles ile anlaşmaya vardığında, bu anlaşma yalnızca bir şeyler elde etme arayışı değil, aynı zamanda bir içsel farkındalık yaratma sürecidir. Mephistopheles’in varlığı, insanın bencillik, hırs, karanlık duygular ve maddi tatmin peşindeki heveslerine karşı durmak, onları derinlemesine sorgulamak için gereklidir. Kötülük, yalnızca bir tehdit değil, Faust’un kendisini tanıması ve olgunlaşması için gerekli bir araçtır.

 

Varoluşsal Sorgulamalar ve “Ne Yapmalıyım?” Sorusu

Faust’un içsel çatışmalarının temelinde, insanın varoluşuna dair büyük sorular yer alır. Faust, hayatını anlamlandırmak ve amacını bulmak için sürekli bir sorgulama içindedir. Bu sorgulamalar, klasik felsefi düşüncelerin temel soruları ile paralellik gösterir. Örneğin, Descartes’ın “Düşünüyorum, o halde varım” ifadesi, Faust’un hayatının temel sorularını dile getirir: “Ne bilebilirim? Ne yapmalıyım? Ne umabilirim?” Bu sorular, Faust’un hayatına anlam katmaya yönelik arayışını simgeler.

 

Goethe, Faust’un bu soruları sorarak içsel bir kriz yaşamasını sağlar. Bu kriz, yalnızca dış dünyadaki olaylardan kaynaklanmaz; Faust, kendi varlığının ne olduğunu ve neye hizmet ettiğini anlamaya çalışırken, içsel bir dönüşüm geçirir. Faust’un bu varoluşsal sorgulamaları, bireysel anlam arayışının evrensel bir simgesi haline gelir. İnsan, varoluşunun anlamını sadece dünyevi zevklerde değil, aynı zamanda içsel bir farkındalık ve manevi bir gelişimle bulabilir. Faust’un bu süreci, felsefi anlamda bir aydınlanma süreci olarak kabul edilebilir.

 

Faust’un Evrimi ve Toplumsal Hizmet

Faust’un sonundaki evrimi, yalnızca bireysel bir içsel gelişimi değil, aynı zamanda topluma hizmet etmeyi de içerir. Faust, başlangıçta yalnızca kendi arayışlarını ve arzularını takip ederken, zamanla başkalarına hizmet etmeye başlar. Bu dönüşüm, Goethe’nin insanın erdemli yaşamı, başkalarına hizmet etmeyi ve insanlık için anlamlı bir şey yapmayı savunduğuna işaret eder. Faust’un sonundaki kurtuluşu, onun içsel gelişimiyle ve topluma hizmet etme isteğiyle ilişkilidir.

 

Faust’un topluma katkı sağlama çabası, onun bir kahraman olarak evrilmesini sağlar. İnsan yalnızca kendi çıkarları için değil, başkalarına hizmet ederek ve onlara anlamlı katkılarda bulunarak gerçek içsel huzura ulaşabilir. Bu dönüşüm, insanın yalnızca maddi tatmin peşinden koşan bir birey olmaktan, başkalarına katkı sağlamaya çalışan bir birey haline gelmesini simgeler. Faust’un bu evrimi, Goethe’nin insanın hem bireysel olarak hem de toplumsal olarak gelişmesini savunduğunu gösterir.

 

Doğa, Toplum ve Modernizm

Faust’ta eski dünya ile yeni dünya arasındaki çatışma oldukça belirgindir. Faust’un içsel yolculuğunda, doğa ile toplum arasındaki gerilim de önemli bir yer tutar. Goethe, modern dünyadaki belirsizlikleri ve toplumsal değişimleri sorgular. Faust, eski güvenlikleri ve geleneksel değerleri terk ederken, yeni dünyada kaybolan kimliğini bulmaya çalışır. Bu süreç, modern insanın karşılaştığı varoluşsal zorlukları simgeler.

 

Faust’un bu evrimi, modernizm ile ilgili önemli bir yansıma sunar. Modern insan, yalnızca bireysel anlamda değil, toplumsal olarak da değişimlere uğrar. Goethe, eski güvenliklerin kaybolmasını ve yeni bir kimlik arayışını, modern insanın yaşadığı varoluşsal krizle ilişkilendirir. Faust, bir yandan toplumsal normlarla çatışırken, diğer yandan bireysel özgürlüğünü ve anlam arayışını sürdürmeye çalışır. Bu çelişki, modern insanın en derin zorluklarından biridir.

21 Şubat 2025 Cuma

James Clavell’in Shogun’unda İnsan Doğası

 

James Clavell’in Shogun adlı romanı, sadece bir tarihsel roman olmanın ötesinde, derin psikolojik ve kültürel katmanları barındıran bir eserdir. Japonya’nın feodal yapısını ve Batı ile Doğu arasındaki uçurumu anlatırken, aynı zamanda bireylerin içsel çatışmalarını ve kültürel kimliklerinin nasıl evrildiğini gözler önüne seriyor. Shogun’daki karakterler, farklı kültürlerin ve ideolojilerin, insanların düşünce süreçlerine ve davranışlarına nasıl yansıdığına dair derinlemesine bir inceleme sunuyor. Bu bakış açısı hem psikolojik bir dönüşümün hem de kültürel çatışmanın ne denli iç içe geçtiğini anlamamıza yardımcı oluyor.

Kültürel Şok ve Psikolojik Uyum: Blackthorne’un Yolculuğu

Romanın baş karakteri olan John Blackthorne, Batı dünyasında bir denizci olarak yaşamış bir adam olarak, Japonya’ya düşer ve burada bambaşka bir dünya ile karşılaşır. Kültürel şok, onun hem psikolojik hem de fiziksel bir dönüşüm geçirmesine neden olur. Batı’nın bireyci, rasyonel dünyasından Japonya’nın katı hiyerarşik ve kolektif yapısına geçiş yapmak, Blackthorne için başta bir travma gibi görünse de zamanla bu yeni dünyada hayatta kalmak için bir psikolojik adaptasyon sürecini başlatır. Bu sürecin ilk aşamalarında, Blackthorne’un içsel çatışmaları belirginleşir. Batılı bir denizci olarak sahip olduğu kimlik, Japon toplumunun geleneksel değerleri karşısında sorgulanır. Bu noktada, Blackthorne’un psikolojik olarak yeniden şekillendiğini ve aslında sadece fiziksel bir yolculuk yapmadığını, aynı zamanda kendi iç dünyasında derin bir keşfe çıktığını görmek mümkündür.

Kültürel bir yapının içinde kendi kimliğini yeniden inşa etmek, bir anlamda psikolojik olarak yeniden doğmaktır. Blackthorne’un karşılaştığı bu kültürel engeller, onun Batı’nın bireysel özgürlük ve egoyu ön planda tutan değerlerinden, Japonya’nın kolektif sorumluluk, sadakat ve özdenetim gibi değerlerine geçişini gerektirir. Bu geçiş, onun benlik algısını dönüştürürken, aynı zamanda kendisini daha derin bir anlam arayışına itmektedir. Shogun’da Blackthorne’un bu içsel değişimi, psikolojik anlamda bir yeniden doğuşu temsil eder.

Sadakat, Güç ve İnsan Doğası

Roman, sadakat kavramını çok derinlemesine işler. Japonya'da, özellikle savaşçı sınıfı olan samuraylar için sadakat, bir hayat felsefesi olmuştur. Bu değer hem toplumsal hem de bireysel bir yükümlülüktür. Psikolojik açıdan bakıldığında, sadakat insanları bir hedefe, bir otoriteye bağlar; bunun ötesinde, bireyin kendi benliğini ortaya koyma biçimi haline gelir. Blackthorne’un Japon kültürüne uyum sağlaması, aynı zamanda ona sadakat ve güç ilişkilerinin anlamını yeniden öğretir. Japonya’da sadakat sadece bir toplumsal değer değildir; bu değer, bireyin kimliğinin en önemli parçası haline gelir.

Güç mücadelesi de romanda sıkça yer alan bir temadır. Shogun’da güç, sadece fiziki değil, kültürel ve psikolojik bir faktördür. Blackthorne, bir yabancı olarak bu mücadeleye katılırken, sadece kendi hayatta kalma içgüdüsünü değil, aynı zamanda kendi egosunu da bir kenara bırakması gerektiğini öğrenir. Bu noktada güç, sadece bir liderin değil, aynı zamanda bir kişinin içsel gücünün ve sadakatinin bir yansımasıdır. Japon kültüründe, bir kişinin sahip olduğu güç, genellikle başkalarına hizmet etme kapasitesiyle ölçülür. Bu felsefe, Batı’nın bireysel özgürlük ve kendini ön planda tutan anlayışından çok farklıdır ve Blackthorne’un psikolojik olarak yeniden şekillendiği yer burasıdır.

Toplum ve Birey: Shogun’da Psikolojik Denge

Shogun’daki toplumsal yapılar, bireyi sınırlayan ve şekillendiren sistemler olarak karşımıza çıkar. Yabu, Omi, Mura gibi karakterler, Japonya'nın feodal yapısını temsil ederken, Blackthorne gibi Batılı bir karakterin bu yapıya uyum sağlaması gerektiği gerçeği, onun bireysel kimliğini bir tür yeniden yaratma sürecine sokar. Psikolojik açıdan bakıldığında, birey toplumla olan ilişkisini sürekli olarak sorgulayan bir varlık olarak belirir. Clavell, Shogun’da bu gerilimi çok ustaca işler. Toplumun bireyi nasıl şekillendirdiğini ve bireyin bu yapıdan nasıl etkilendiğini gösterirken, aynı zamanda kültürlerarası bir çatışmanın da ortaya çıkmasına neden olur. Blackthorne’un Batı'dan getirdiği bireysel özgürlük anlayışı, Japonya'nın kolektivist yapısında yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Romanın sonlarına doğru, Blackthorne’un Japon toplumuna entegrasyonu hem kültürel hem de psikolojik bir olgunlaşma sürecinin zirveye ulaştığını gösterir. Birey ve toplum arasındaki dengeyi bulmak, onu hem dış dünyada hem de içsel dünyasında güçlü kılar. Burada Clavell, kültürlerarası çatışmanın ve psikolojik dönüşümün birbiriyle nasıl iç içe geçtiğini çok başarılı bir şekilde resmeder.

Sonuç olarak, James Clavell’in Shogun’u, kültürler arası bir geçişin psikolojik derinliklerine inerek, bireylerin içsel dünyalarıyla dışsal dünyaları arasındaki gerilimi ustaca işler. İnsan doğasının sadakat, güç ve kimlik gibi temel unsurlarını ele alırken, aynı zamanda kültürel bağlamda bu unsurların nasıl şekillendiğine dair önemli dersler sunar. Bu eser, sadece tarihsel bir anlatı değil, aynı zamanda bir psikolojik ve kültürel keşif olarak okunmaya değerdir.

 

 

 

 

 

 

 

16 Haziran 2024 Pazar

Marx ve Tüketim

Bu yazımda Karl Marx'ı masaya davet ederek kapitalist üretim ve tüketim düzenine odaklanalım mı?

 Marx'ın perspektifinden bakıldığında, kapitalizmin temel sorunu sadece emek sömürüsü değil, aynı zamanda insanların kendi potansiyellerini gerçekleştirmelerinin imkansızlığıdır. Kapitalist sistemde emeği satan işçi, ürettiği şeylerde kendini tanıyamaz hale gelir; bu da Marx'ın yabancılaşma olarak adlandırdığı insanlık onurunun kaybedilmesi sürecidir.

Kapitalizm sadece üretim araçlarının özel mülkiyetini ve üretim sürecinin nasıl organize edileceğini belirleme yeteneğini içermez, aynı zamanda işgücünün de bir meta olarak muamele görmesini sağlar. Artık bir ustamız yok, onu bulmak ve işverenleri tatmin etmek için kendimizi meta haline getirmemiz gerekiyor. Eğer insan ilişkilerini nesnelere genişletme yeteneğimiz olsaydı, kapitalizm piyasa mantığını tüm kültürel ilişkilere uygulardı; eğitimden din ve aşka, boş zaman aktivitelerine kadar her şey ticarileştirilirdi.

Bugün, "tüketim kültürü" denilen noktaya geldik. Her türlü insan ilişkisi, bir değişim objesi haline getirilebiliyor. Bu durum, kapitalizmin yaygınlaştığı ve her yönüyle hayatımıza nüfuz ettiği anlamına gelir. Ancak bir şeyi tam anlamıyla satmak için, alıcıların tam tatmini ve sahiplenme hazzı arayışında olmaları gerekir. Bu da, Hegel'in terminolojisiyle ifade edecek olursak, bir efendi tarafından gerçekleştirilir.

Marx'ın analizi, kapitalizmin insanların doğal ve insani ilişkilerini nasıl metalaştırdığını ve insanların yaşamlarını nasıl biçimlendirdiğini derinlemesine açıklar. Kapitalizm, insanın kendini ve ilişkilerini ticari bir değer biçisi içine sokarak, insanın insan üzerindeki egemenliğini kaybetmesine yol açar. Bu bakış açısıyla, günümüz tüketim odaklı kültürü ve kapitalist düzenin eleştirisi de Marx'ın çözümlemeleri ışığında daha net anlaşılır.

İYİ KÖTÜ

Sorumluluk ve suçluluk kavramları, insan deneyiminde derin izler bırakan, hem ahlaki hem de psikolojik boyutları olan önemli konulardır. Bu kavramlar, eylemlerimizin sonuçlarından nasıl sorumlu hissettiğimizi ve bu hissin nasıl şekillendiğini anlamamıza yardımcı olur. Sigmund Freud'un psikanalitik yaklaşımı, bu konuda önemli bir ışık tutar. Onun id, ego ve süperego kavramları, insanın içsel dürtülerinden bilinç düzeyindeki uyum sürecine ve ahlaki değerlerin temsilcisine kadar uzanan bir yelpazeyi kapsar.

Ego, bilinçli benlik olarak işlev görürken, süperego toplumsal ve ahlaki normların içselleştirilmiş temsilcisidir. Freud'a göre, bu içsel yapılar, insanın vicdani muhakeme süreçlerinde kritik bir rol oynar ve eylemlerimizin ardındaki motivasyonları belirler. Ego'nun gerçeklik ilkesine uyum sağlaması, süperego'nun ise ahlaki değerlerin temsilcisi olarak işlev görmesi, bireyin sorumluluk duygusunu derinlemesine etkiler.

Ancak, sorumluluk duygusu sadece kendi eylemlerimizden değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde de şekillenir. Toplumsal sorumluluk duygusu, bireylerin birbirine ve topluma karşı olan sorumluluklarını tanımlar. Örneğin, toplum içindeki haksızlıklara sessiz kalmak veya bu haksızlıklara karşı çıkmak arasındaki fark, bireylerin ahlaki vicdanlarını ve toplumsal sorumluluklarını nasıl algıladığını gösterir.

F. Nietzsche'nin düşünceleri ise ahlaki değerlerin ve iyilik-kötülük kavramlarının göreceli ve değişken olduğunu vurgular. Nietzsche'ye göre, "iyi" ve "kötü" kavramları, güç dinamikleri ve toplumsal değerler tarafından belirlenir ve zaman içinde dönüşebilir. Bu perspektif, ahlaki değerlerin ve dolayısıyla sorumluluk ve suçluluğun kültürel ve tarihsel bağlamlardaki değişkenliğini anlamamıza yardımcı olur.

Freud'un ve Nietzsche'nin teorileri, sorumluluk ve suçluluk duygularını anlamamıza yardımcı olurken, bu kavramların evrimsel ve kültürel bağlamlardaki değişkenliğini de göz önünde bulundurmamız gerektiğini hatırlatır. İnsanın kendine ve diğerlerine karşı duyduğu sorumluluk duygusu, hem bireysel gelişimin hem de toplumsal düzenin temel yapı taşlarından biridir.

Sonuç olarak, psikanalitik teori ve felsefe, insanın içsel dünyasının karmaşıklığını keşfetmemizde ve toplumsal ilişkilerimizi daha iyi anlamamızda kritik bir rol oynar. 

Michel Foucault: Modern Dünyanın Eleştirmeni

 

Michel Foucault, 20. yüzyılın en etkili düşünürlerinden biri olarak kabul edilir. Fransız filozof, tarihçi, psikolog ve sosyal teorist olarak, iktidar, bilgi ve toplumsal yapıların analizleriyle tanınır. Foucault’nun çalışmaları, disiplin ve cezalandırma sistemlerinden cinsellik ve deliliğe kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. İşte Foucault’nun hayatı ve düşünceleri hakkında daha geniş bilgi:

Hayatı ve Eğitimi

Michel Foucault, 15 Ekim 1926'da Poitiers, Fransa'da doğdu. Ailesi, üst orta sınıfa mensuptu ve babası bir cerrahtı. Foucault, eğitimine Paris'teki Lycée Henri-IV'de başladı ve ardından École Normale Supérieure'de (ENS) felsefe eğitimi aldı. ENS’de, Jean Hyppolite ve Louis Althusser gibi önemli düşünürlerin öğrencisi oldu.

Akademik Kariyer ve Çalışmaları

Foucault'nun akademik kariyeri, 1950'lerde Lille Üniversitesi'nde psikoloji ve felsefe dersleri vermesiyle başladı. 1960'ların başında, Foucault, "Kelimeler ve Şeyler" ve "Hapishanenin Doğuşu" gibi önemli eserlerini yazmaya başladı.

Deliliğin Tarihi (Histoire de la folie à l'âge classique): Foucault'nun ilk büyük eseri olan bu kitap, toplumun deliliği nasıl algıladığını ve delilerin nasıl muamele gördüğünü inceler. Foucault, deliliğin tarih boyunca nasıl değiştiğini ve toplumsal normlar tarafından nasıl şekillendirildiğini gösterir.

Kelimeler ve Şeyler (Les Mots et les Choses): Bu eser, insan bilimlerinin doğuşunu ve gelişimini ele alır. Foucault, bilgi sistemlerinin tarih boyunca nasıl değiştiğini ve bu değişimlerin toplumsal yapılar üzerindeki etkilerini inceler.

Disiplin ve Ceza (Surveiller et Punir): Bu kitap, modern ceza sistemlerinin doğuşunu ve disiplin toplumlarının oluşumunu inceler. Foucault, hapishanelerin, okulların, hastanelerin ve diğer kurumların nasıl bireyleri disipline ettiğini ve kontrol altına aldığını açıklar.

Cinselliğin Tarihi (Histoire de la sexualité): Foucault’nun üç ciltlik bu eseri, Batı toplumlarında cinselliğin nasıl bir bilgi nesnesi haline geldiğini ve nasıl düzenlendiğini araştırır. Cinsellik, iktidar ilişkilerinin ve toplumsal normların bir yansıması olarak ele alınır.

Foucault’nun İktidar ve Bilgi Anlayışı

Foucault’nun düşüncesinin merkezinde, iktidar ve bilgi arasındaki ilişki yer alır. Foucault, iktidarın sadece baskı ve zorbalık yoluyla değil, bilgi ve söylemler aracılığıyla da işlediğini savunur. Ona göre, bilgi iktidarın bir aracıdır ve bilgi üretimi, iktidarın toplumsal yapıların her seviyesine nüfuz etmesini sağlar.

Biyopolitika: Foucault, biyopolitika kavramını geliştirerek, modern devletlerin bireylerin biyolojik yaşamlarını nasıl yönettiğini ve kontrol ettiğini inceler. Devletler, nüfusun sağlığını, doğum oranlarını, yaşam süresini ve diğer biyolojik özelliklerini düzenleyerek iktidarlarını pekiştirirler.

Disiplin Toplumları: Foucault, modern toplumları “disiplin toplumları” olarak tanımlar. Bu toplumlarda, bireyler çeşitli kurumlar (hapishaneler, okullar, hastaneler vb.) aracılığıyla sürekli olarak gözetim altında tutulur ve disipline edilir. Disiplin, bireylerin davranışlarını düzenleyen ve normlara uygun hale getiren bir iktidar biçimidir.

Foucault’nun Geç Dönem Çalışmaları

1980'lerin başında, Foucault'nun çalışmaları önemli bir dönüşüm geçirdi. Bu dönemde, daha çok bireyin kendisiyle ve başkalarıyla ilişkilerini nasıl düzenlediği üzerine yoğunlaştı.

Kendi Kendine İlgilenme (Epimeleia Heautou): Foucault, antik Yunan ve Roma felsefelerinde önemli bir yer tutan “kendi kendine ilgilenme” kavramını incelemeye başladı. Bireyin kendini tanıması ve kendine özen göstermesi gerektiğini savunan bu yaklaşım, Foucault'nun modern bireyin etik ve ruhsal gelişimi hakkındaki düşüncelerini şekillendirdi.

Öznenin Yorumbilgisi (La hermenéutica del sujeto): Foucault, 1982 yılında Collège de France’ta verdiği derslerde, öznenin kendisiyle ilgilenme pratiğini ve bu pratiğin bireyin hakikate ulaşmasındaki rolünü inceledi. Bu dersler, bireyin kendini sürekli olarak sorgulaması ve dönüştürmesi gerektiği fikrini vurgular.

Foucault’nun Mirası

Michel Foucault, 25 Haziran 1984'te AIDS nedeniyle Paris'te hayatını kaybetti. Ancak, düşünceleri ve eserleri, günümüzde de geniş bir etki alanına sahiptir. Foucault'nun iktidar, bilgi ve birey arasındaki ilişkilere dair analizleri, sosyal bilimler, felsefe, tarih ve siyaset bilimi gibi birçok alanda önemli bir referans noktası olmaya devam ediyor. Foucault, eleştirel düşüncenin ve toplumsal yapıları sorgulamanın önemini vurgulayan çalışmalarıyla, modern dünyayı anlamamıza yardımcı olan bir düşünür olarak hatırlanıyor.

9 Haziran 2024 Pazar

Bu Bir Boşluk

 O, soğuk bir kış masalının sona erdirecek milenyumu büyük bir merakla bekliyordu. Sanki milenyum geldiğinde, her şey düzelecek ve yeniden doğmuş gibi hissedecekti. Ancak içindeki kırıklıklar, dağların en derin yerlerine kadar işlemişti ve ne yapılırsa yapılsın, artık geri dönülemez bir noktaya gelmişti. Kırılmıştı ve dağların tüm bakırları onu tekrar bir araya getiremezdi.

Karanlık, köyünü sarmıştı, umudu getiren kişi bile bu karanlık tarafından yutulmuş gibi görünüyordu. O, sadece bir arkadaş değil, aynı zamanda bir kurtarıcıydı; dizeleriyle, sözleriyle çamurdan bir testi gibi şekillendirir, hayata anlam katar ve ruhlara ilham verirdi. Ama şimdi, o yoktu. Gidişinin nedeni ölüm değildi, asla buna cüret edemezdi, ancak deniz ürünü dağlarının parçalanmasını izlemek istemiyordu. Gitti. Ruhunda derin bir kırıklık hissediyordu ve daha fazla parçalanma günlerini görmek istemiyordu. "Sonra tekrar görüşürüz," dedi ve karanlık adasını döven dalgaların arasında kayboldu.

O an zihninde bir vizyon, bir rüya belirdi; özlemekle ilgiliydi. Ama biliyordu ki, bu hissettiklerinin ötesinde bir şey vardı. Ömrünce paylaştığı izler gibi, onun sözlerini hatırlaması gerekiyordu. Evde, büyük ve küçük oyuncaklar toplardı. O oyuncaksız yaşayamazdı. Oynamayan çocuk, çocuk değildir; ama oynamayan insan, içindeki çocuğu sonsuza kadar kaybetmiştir ve bu, onun için çok değerliydi. Ruhunda, büyük ve küçük hayaller topladı; onsuz yaşayamazdı çünkü rüya görmeyen kişi, gerçekten yaşamıyor demekti. Hayal kurmayı unutan insan, solmuş bir çiçek gibidir ve sonunu görmeden ölmüştü. Kalbinde ise, büyük ve küçük ritimler topladı; yaşamak istemiyordu çünkü sevmeyen insan, insan değildir. Ama sevmemiş bir insan, hiç tanımadığı bir hayatı sonsuza kadar kaybetmişti. Sevmeyi unutan insandan daha az insan olan kimse yoktur, dedi ve sessizleşti… Sonsuz boşluğa seslendiği çamurdan dizeleriyle.

Bu bir boşluk. İçimde derin, sonsuz bir boşluk. Bu bir boşluk. Hissediyorum, martı gibi uçarken izlerin sonlandığı yerde artık fırtınaların belirginleşmediği, doğuşların doğmadığı, buzlu güneşlerin ve alınların olmadığı yerde. Burada bir rüzgar saç örgülerini örüyor, dalga tepelerinde, unutuşta ve geçici uçurumda. Dalga tepelerinde, geçici uçurum ve unutuş. Geçici uçurumdan, dalga tepelerine ve unutuşa. Geçici uçurumdan, unutuşa ve dalga tepelerine. Bu bir başlangıç. Son değil. Kuzeye doğru, mavi, parlak... ve keyifli. Burada, bir geçmişin ve bir başkasının yattığı yerde. Nerede sadece mezar taşları yükselir. Onlar ki unutuşun orduları. Bu bir kurşun uçuşu. Bu bir boşluk.

10 Ekim 2023 Salı

Delilik, Platon’u titreten Dionysos’tur.

 

Michel Foucault “Deliliğin Tarihi” eserindeki araştırmalarında delilikten bahsederken konunun dışarıda bırakıldığını gözlemlersiniz. Foucault, deliler adına konuşurken sessiz kalıyor. Davalı yorum yapamaz. Biz ise sadece deliliğin dedikodusunu yapıyoruz ve onun karşısında sessiz kalıyoruz.

Sonuçta çılgınlığın yakalandığını gördük. Güçleri akıl tarafından yutuldu, işleyiş tarzı ele geçirildi, bir başkası tarafından fethedildi.

 


Delilik, Platon’u titreten Dionysos’tur. Delilik, her şeyi sürükleyen diyalektiğe direnen harekettir. Pinel ve psikiyatriyle birlikte delilik, şifa yöntemleriyle ortadan kaldırılması gereken daha önemsiz bir gerçek haline geldi.

Bütün bunlar bize deliliğin uygarlığın erken bir aşaması, düzenli bütünlük içindeki bir isyan gibi olduğunu düşündürüyor. Sonuçta sadece kendi içinde çatışma yaşayanlar delirir. Ve sağlık bu dürtüleri organize edecektir.

Foucault’un deliliği “işin yokluğu” olarak görmesinin nedeni budur. O toplumun diğer tarafı, gezgin tarafıdır. Merkezcil toplumsal gücü bozan merkezkaç kuvveti. Bu anormal bir güçtür (nomossuz), şizonun hareketidir (kopuş/bölünme), farklılaşma gücüdür (kimliğin kopması). Delilik, medeniyetin inşa etmek istediği her şeyin sahte olduğunu, ayakları çamurdan ibaret olduğunu gösterir.

Delilik, diyalektiğin, ilerlemenin, birikimin, devamlılığın inkarıdır. Bu, teleolojik bir aklın sorgulanmasıdır. Evet, tam da bu yüzden Foucault delilikle, onun süreksizlikleriyle, farklı düşünme olasılıklarıyla ilgileniyor.

Şairlerde delilik büyük bir “arzu etmediğim şeyleri yapmamayı tercih ederim”dir, eserin reddidir, üretimsizliktir, birikimden arındırma sürecidir.

Her türlü bütünleştirmeyi, her türlü bütünlüğü reddetmek, özerklik, yeni bir yön, canavarca bir görünüm kazanan farklılıktır. Eğer delilik Dışarının Clausura’sıysa, reddetme süreci aracılığıyla Clausura’nın Dışarısı da olabilir.

 

Ve burada Foucault edebiyata başvuruyor çünkü söylemimiz bu fikirleri ifade etmek için gerekli kaynaklara sahip değil. Deliliğin aradığı kapalılığın dışı, yeni bir düşünme ve konuşma biçimidir.

 

Kendi bilgimizin aşırılığı, bilgimizle cehaletimizi ayıran sınır hakkında düşünme girişimidir. Sürekli sorulan bir soru: Bu yol nereye gidiyor? Öğrenmek için onu kaydıracağım.

 

Şöyle diyebiliriz: “Delilik vardır çünkü günlük rasyonel yaşam yeterli değildir. Daha fazla, daha fazla olasılık, bilmediğimiz yollar vardır.

 

Başka bir deyişle, burada artık “deliliğin ne olduğunu” tanımlamakla ilgilenmiyoruz. Bunu yapamadık ve artık buna gerek bile yok! Mantığın ötesine geçmek istiyoruz! Ve şiir bize daha fazla şey söyleme, dolayısıyla söyleneni söylememe olanağını açar.

 

Foucault’u incelerken, günümüz modern dünyasında deliliğin toplum için tehlikesi inceleniyor ama toplumun deliliğe yönelik tehlikeleri araştırılmıyor! Yani bu düşünce açılımına, bizi aklın oluşturduğu alanın ötesinde başka bir alana iten bu güce bakmıyoruz.

 

Eğer delilik ifade etme güçlerinin etkisi ise eğer mümkün olanın alanının bir kapanması, sınırlandırılması ise, sanat ve felsefi delilik bize bir kaçış çizgisi, yeni düşünce tarzlarına bir açılım açar.

Şimdi deli insanları kafirlerle, çapkınlarla, müsriflerle, serserilerle, kahinlerle vb. hapse atmanın nedenini anlıyoruz. Delilik her zaman yeni bir yaşama olanağıdır. Buna ancak battığında veya diktatörce bir nedenden dolayı korkakça battığında akıl hastalığı diyeceğiz. Bu olmadan önce buna farklılık diyeceğiz.

Kısacası bu uzun yolculuğun ardından deliliğin ortak bir paydasının olmadığını söylenebilir. O pek çok şeydir aslında! Ve eğer onun yolunu barış içinde izlemesine izin verirsek, daha da fazlası olabilir. Neyse, bu uzun yolculukta deliliği kendi içinde bulamıyorsak sorun değil, çünkü sandığımızdan daha fazlası olduğunu gördük.

Kaynak: Michel Foucault, Deliliğin Tarihi

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...