3 Ağustos 2016 Çarşamba

"Hayat Bana Düşünmeyi Öğretti, Fakat Düşünmek Bana Yaşamayı Öğretmedi"

Rus düşünürü, edebiyatçı, filozof Aleksandr Herzen siyasi görüşleri açısından devrimci demokrat olarak bilinir. 6 Nisan 1812'de Moskova'da dünyaya gelir. Bir Rus Soylusuyla bir Alman çocuk bakıcısının evlilik dışı çocuğu olduğu bilinir. Herzen, düşünsel anlamda tarihsel belirlenimciliğe inanmaz. Umutlarını daha çok oluşun yaratıcı gücüne bağlar. Batıcılığa olan zaafına rağmen , Rus köylü geleneğine inancını korur. 

Köy topluluğunu tarıma dayalı sosyalizmin temeli olarak görür ve bu topluluğu Rusya açısından korunması ve geliştirilmesi gereken bir kurum olarak değerlendirir. Rusya'da bir çeşit küçük burjuva köylü ideolojisi anlamına gelen "Narodnizm"in kurucularındandır. Düşünceleri ve eylemleri nedeniyle Rus Çar'ı tarafından iki kez sürgün cezasına çarptırılır. 1847'de Avrupa'ya göç eder. İngiltere'de "Özgür Rus Basım Evi"ni kurar. Çan dergisini yayımlar. Rus halkının aydınlatılması için kitaplar yazar. Herzen'in önemli kitapları arasında: Bilimsel Heves, Kabahat Kimde?, Geçmişim ve Düşüncelerim yapıtları sıralanabilir.

19. yüzyıl başından ortasına kadar olan sürede Rus edebiyatında, çok tanınmış edebi karakterlerle yaygınlaşmış bir “lüzumsuz adam” geleneği olmuştur. Aylak/Lüzumsuz Adam fikri Rusya’ya özgü olsa da kültürlerin, insanları konformist ve uyumsuz olarak sınıflandırması daha geniş bir olgunun parçasıdır.
Batılılaşma yanlısı olan aydınlar ise Rusya’nın kurtuluşunun bireycilik ve akılcılık değerlerinde yattığını öne sürmüşlerdir. İşte Batılılaşma yanlısı/Batılılaşmış Rusların arzuları lüzumsuz adam portrelerine yansımıştır. Genellikle Batı Avrupa üniversitelerinde okumuş ve ülkelerine geri dönmüş olan aydınlar Batı tarzı eğitimleri nedeniyle Rusya’ya, Rus oldukları için de Avrupa’ya uyum sağlayamamışlardır.
Rus yazarların uyumsuz kahramanı ikircikli bir tavırla yansıtmaları ile Rus edebiyatında lüzumsuz adam geleneği oluşmuştur. 
Herzen, Suçlu Kim? (1846) adlı toplumsal romanında aylak, hayata uyum sağlayamadığı için kendini toplumdan soyutlamış, kitap ve düşünce dünyasına kapanmıştır.


Rus edebiyat tarihinde, saf anlamda ilk “toplumsal” roman olarak değerlendirilmektedir.
Ünlü Rus Edebiyatı eleştirmeni Belinski, Suçlu Kim? adlı romanı, çağdaş Rus yaşamını toplumsal ve psikolojik açıdan ele alması bakımından çok önemli olduğunu niteler.
İngiliz felsefeci Isaiah Berlin ise “Herzen’in romanı 1840’ların düşünsel mayalanmasında ciddi bir rol oynadı. Toplumsal ve ahlaki anlamda önemli bir yapıttır ve Herzen’in kişiliğinin de mükemmel bir ifadesidir” demiştir.
 Aynı zamanda Herzen'in  asi ve uysallık içinde çarpışan kişiliğini, karakterinin parçalarını oluşturan özel yanlarını yaşamını konu aldığı kitapta şöyle özetler:

"En aptalca hataları kendime rağmen yaptım; her zararı, her şey apaçık biçimde gözlerimin önünde gerçekleştiği halde sineye çektim. Bütün önemli olaylarda, kendime itaat etme, irademin sözünü dinleme gücüne sahip olsaydım, acaba yaşamımdan kaç talihsizlik, kaç felaket eksik olurdu? (...)Neden daima itilip kakılmama izin verdim? Uysallığımın nedeni, çocukça bir utanç ve çoğu kez karakterimin iyiliğinden- dostluk, sevgi, düşkünlük- kaynaklanan bir tezcanlılık ve ataklıktır."der

Kendi hayatı da lüzumsuz adam edebi tipi gibidir, içinde yaşadığı toplumla çatışan aciz aristokrat gibi; hayalci ve faydasızdır; başarısızlığa uğramış bir idealisttir; toplumsal ve etik sorunlara duyarlı, ama kısmen kişisel zaafları, kısmen de eyleme geçme özgürlüğü üzerindeki toplumsal ve kişisel sorunlarından dolayı eyleme geçemeyen bir yapısallığı yansıtır.


Her insanın doğası gereği, doğar doğmaz yaşadığı ilk duygular, hayata karşı güvensizlik, umutsuzluk beslemek ve yaşlılık korkusudur. Herzen'in de yaşı ilerledikçe melankoliye kapıldığını, yaşlılığın verdiği korkusunda da başkalarına muhtaç olma korkusu yattığını, hayatın ve insanların onu umutsuzluğa sevk ettiğini 1864 kaleme aldığı şu cümlelerle ifade eder:

"1851'den bu yana hiçbir yıla böyle dehşet duygusu içinde girmememiştim; ne kendimle ilgili olaylarda ne de politik faaliyetlerimde hiçbir umut ışığı göremiyorum... Hayat boyu kurduğum bağlar birer birer kopuyor. Kendimizi birbirimizin gözünde düşürüyoruz. Bu mu yaşlılık? Defne dalları soluyor, geride sadece genç görünmeye çabalayan yaşlı yüzler kalıyor. Aile yaşamımda uyum yok. Görevler gittikçe zorlaşıyor, bencillikler daha inatçı...Hepsi bütün ağırlığıyla yeni kuşağın üzerine çökecek. Her yerde kasvet, dehşet ve kan..."der

Batılı akılcı düşünce onu, yalnızlaşma, bireycilik, maddi ya da manevi ölüm; diğeri ise, dünyayı olduğu gibi kabul eden, karşılıksız sevgiyle ve herkes, herkesten sorumludur yaklaşımıyla belirlenen sona doğru ilerletir. 

Tarihsel süzgeç Herzen'i son yıllarında içine düştüğü umutsuzlukla onu hatırlamaz; tam tersine 1855'te oğlu Aleksandr'a yazdığı ithaf mektubuyla anar:

"Yaratmıyoruz, yıkıyoruz; yeni bir gelecek vaat etmiyoruz, sadece eski bir yalanı reddediyoruz. Çağdaş insan sadece köprü kurar; başkası, yarının henüz meçhul insanı geçsin diye. Belki sen onu göreceksin. Bu yakada kalma. Devrimle birlike mahvolmak, kutsal gericilik içinde kurtulmaktan çok iyidir.
Devrim, büyük toplumsal değişim dini; sana öğütlediğim yegane dindir. Bu din; cennet, ödül vaat etmiyor; kendi bilinci ve vicdanı yok. Zamanı geldiğinde vatanına, halkına bu dini anlatmaya git; onlar bir zamanlar sesimi sevmişlerdi, belki de beni hatırlayacaklardır."der

Aslında tam olarak yaşlanma korkusu değildir onun yaşadığı; dünyada bir iz bırakamadan yok olup gitmekten korkmaktadır. Herzen, hayatını istediği gibi yaşayamamak ve zamanın da haddinden çabuk geçmesi ile hiçbir hayali gerçekleşmez.
İnsanlar hayatı sevdikleri yaşlanınca ya da ölünce unutacaklarını düşünürler. Suyun şelaleden akışındaki intihar gibidir, hayat...

Bu korkunun nedenlerinden biri de ölüme yaklaşması, bir açıdan bilinmeyene yaklaşması. Malum ne olacağını bilmeyen bilmediğinden yaşlanma ve ölüm korkusu iç içe geçer, insanlarda. Herzen'de acı sona doğru hayatı çözümsüz bırakıp ayrılmıştır, 1870 başında akciğer kanserine yakalanan Herzen dünya hayatından ayrılır...
Böylece sorunları biter; ölüm, ölen adına tüm sorunları çözer.
İnsanlar birbirlerini değiştirmeye çalışır. Değişimi isteyen başaramazsa değişmeyene öfke duyar, şayet başarırsa değişen değiştirene öfke duyar...Herzen adına aşk  hayatı onun için dünyanın bir felaketi ve menfur deliliğine yol açmıştır hayatında ve ruhunda...

Tahmin edeceğiniz gibi bir sonraki blog konusu Herzen'in aşkları olacak.

6 Şubat 2016 Cumartesi

Yalnızlık Üçlemesinde, Aşk Üçgeni

Lou Andreas Salome (1861- 1937): Alman kökenli kadın edebiyatçı, psikanalist, Rusya'da doğar. Babası Rus generalidir; iyi bir çocukluk dönemi geçirir. Kaliteli eğitimler görür. İnatçı, kendine güveni olan, otoriter bir kişiliğe sahiptir.  Kadının kendi içinde yaşamasını savunan Salome gerçekten de kendi içinde yaşar. Yapıtlarından çok Nietzche, Rilke ile kurduğu ilişkileriyle tanınan Salome, Freud'un öğrencisidir. Bilinen eserleri: Bir Sapma, Nietzche, Dönüp Baktığımda, Kadın Karakterleri.

Salome'nin kimliğini şu sözlerinden tanırız: '' Kimseyi gücendirmemek için her şeyi kendi içine atmak da o kadar acı ki, insanların güvenini ve sevgisini kazanan o uyumlu, itaatkar tavrından yoksun olduğu için insanın yapayalnız kalması o kadar acı ki!''

'' Ben ne önümdeki örneklere göre yaşayabilirim, ne de kendim bir örnek olurum; tam tersine, kendi yaşamımı kendime göre sürdüreceğim, sonuç her ne olursa olsun.'' sözleri bağımsız kişilik yapısını gösterirken, erkeksi davranış eğilimli gibi algılansa da, zamanındaki politik hareketlere katılmaz. ''kendi özgürlüğünden'' yola çıkarak kadın hareketlerinin yanında durur.

Salome on sekiz yaşında ilk aşk deneyimini yaşar, dinsel duygularla çevrilmiş, karşındaki erkeği adeta Yaratıcı gibi gören bir ''aşktır'' algıladığı...
Kırklı yaşlardaki papaz Gillot, evli ve iki kız babası olmasına ramen Salome'ye dinsel duygular aşarak aşık olur. Aşık olmakla kalmaz, karısından ayrılıp Salome ile evlenmek ister. Sonuçta Salome aşkın ikilemli tercihiyle baş başa kalır. Yaratıcı olarak kabul ettiği Gillot'yla evlenip sakin, papaz eşi olarak sükunlu bir hayat yaşayacaktır; veya hayatın ilgin yönlerini keşfedecek kendi yolunda yürüyüp kendi tercihlerini yaşayacaktı. Salome, ikinci yolu kendi tercihlerinin hayatını belirlemesine karar verir.

 Amacı hayatı yurt dışında tanımaktır. Entelektüel çevreye girmek, oradaki dünyalarda kendine dünya kurmak hayallerinin en büyüğüdür. Annesini  zoraki ikna ederek 1880'de  Zürih'e taşınırlar. Felsefe ve sanat tarihi eğitimi görmek üzere okula yazılır, zaman içinde sıradan öğrenci olmadığını gösterir. Kadınsı olmayan görüşleriyle, davranışlarıyla, güzelliğiyle dikkatleri üzerine çeker.

Eğitimi sırasında Salome hastalanır. Hava değişimi yapmasını öneren doktorlar, kışın Zürih'te kalmasının sağlığı üzerinde olumsuz şartları ağırlaştıracağı tehlikeli olduğunu söylerler. Salome ve annesi hava şartları ılıman olan Roma'ya giderler. 
Roma'da, otuz iki yaşında hukuk öğrencisi ve aynı zamanda felsefeye ilgi duyan Paul Ree ile tanışır. Ree'nin yaşamı iddiasız, kendiyle barışık olmayan, hayatı anlamsız gören, kötümserlik filozofu Schopenhauer'in hayranı bir erkektir. 


Mutsuz Ree'nin dünyasına güneş gibi doğan, zeki Salome gökten bir armağan gibi düşer. Kısa zaman içinde de Salome'ye aşık olur ve aşkını itiraf etmekten kaçınmaz. Ree'yi bekleyen yanıt ise ''hayır''dır. Salome aşk değil, beynini geliştirebilecek bir ilişki-arkadaşlık istemektedir. Ree'den öğrenebileceği şeyler vardır; ama ikisi arasındaki ilişkinin aşktan uzak olmasını, dostluk zemininde yürümesini talep eder. Ree aşkını öldürmek için Salome'den uzak kalmaya çalışıp denese de, başaramaz. 

Aşkın, seveni bilinçsizce zorlayan '' sevilen biri olma isteğine'' hep yenik düşer. Aşkını vermeyen Salome'nin adeta kölesi gibi onun istemlerine boyun eğer Ree. Bu tek taraflı aşkın kölelik halidir...

Oysa Salome'nin hayali ilginçtir; entelektüel iki erkekle aynı evde aşkı işin içine karıştırmadan dostça yaşamaktır. Ree, Salome'nin aşkını kazanabilmek umuduyla bu hayalin gerçekleştirilmesine yardım edeceğine söz verir. Sorun üçüncü kişiyi bulmaktır...

Nietzche 1882 yılında otuz sekiz yaşında emekli bir profesördür. Ree'nin değer verdiği arkadaşıdır. İsviçre'den aldığı emekli maaşıyla geçinen Nietzche yalnız yaşamaktadır. Yalnızdır... Uzun yıllar yalnızlığını paylaşacak kadın aramıştır. Hep reddedilmiştir. Kadınlar konusunda umutsuz olan Nietzche özel hayatında ise  pansinyonlarda yaşamaktadır. Birkaç eşyasıyla,ilaç şişeleriyle, gözünün bozukluğuyla, migren ağrılarıyla, mide kramplarıyla oradan oraya sürüklenmektedir. Tam da bu sırada Ree'nin aklına 1882'de başlayacak ''üçlü yaşamın'' üçüncü adamı olarak Nietzche'yi ikna eder.

Salome'nin ''üçlü yaşam'' teklifinde ne evlilik ne aşk vardır.  Nietzche, Salome ile tanışmak için Roma'ya gelir. Tanıştıktan birkaç gün sonra Ree aracılığıyla Salome'ye evlenmeyi önerir. Tabii ki Salome öneriye karşı çıkar ve bunu Ree'ye kesin bir dille ifade eder. Ree hem üçüncü kişiyi kaybetmemek, hem de dostunu üzmemek amacıyla olumsuz yanıtı yumuşatarak Nietzche'ye aktarır.

Nietzche, Salome'yi elde etmeyi kafasına koymuştur. Dostu Ree'nin ise Salome'ye olan aşkını bilmemektedir. Ree'yi, Salome ile aralarında engel olarak görür, Ree'ni varlığından uzak Salome ile başbaşa kalma planlarını yapar. 

Nietzche'ye göre aşk, kadınların zekiliğinin bir icadıdır. 






4 Şubat 2016 Perşembe

AÇLIK

Norveçli romancı Knut Hamsun, anne ve baba tarafından burjuva bir aileden 4 Ağustos 1859 tarihinde dünyaya geldi.
Hamsun'u, o dönemde ilginç kılan on dokuz yaşında, bir şiir, bir de romanının yayınlanmasıdır. Çeşitli mesleklerde şansını deneyen Hamsun, otuz yaşına geldiği halde, daha henüz hayatı belirli bir şeye yönelmemiştir.
Hamsun, yoksulların nasıl yaşadıklarını acı denemeler sonucu öğrenmişti.
Tabiata ve insanlığa sonsuz bir sevgi besliyordu.
Duygularını kalemiyle anlatacak güce de sahip olan Hamsun, 1888'de bir Danimarka dergisinde ''Açlık'' adını verdiği ilk romanı tefrika edilmeye başlandı.
Daha ilk tefrikalarda eser geniş bir ilgi uyandırdı. O günden sonra Hamsun tanınmış bir yazar oldu. Hamsun'un en sevdiği şey, yalnızlıktı. Çalışırken mutlaka yalnız olmak isterdi. Çoğu zaman kasaba oteline kapanırdı. Hamsun'un eserlerinin çoğu kendisiyle ilgilidir. 1920'de Nobel Edebiyat Ödülünü kazanmış, eserleri çeşitli dillere çevrilmiştir.

AÇLIK: Yazarını şöhrete ulaştırmış eserdir. Gerçekçi bir konuyu işler. Hamsun'un yeni ve canlı deyişi hemen kendini belli eder. Hamsun, kişilerin dış görünüşlerinden çok, ruh hallerini ve bilinç altlarında kalmış düşünce ve emellerini anlatmakta ustalık gösterir. ''Açlık''ta ağır şartlar altında yaşayan bir adamın ruh halleri, düşünce çabaları incelenir. Fakat bu, bir klinik deneyleri raporunda olarak değil de, güzel bir edebiyat eseri halinde verilir. Diğer eserlerinde olduğu gibi, ''Açlık''ta da Hamsun'un gençlik ve macera günlerinden paçalar bulmak mümkündür. ''Açlık'' kusursuz bir gerçekçi romandır.

Hamsun'd, hayatı şöyle betimler: "İnsan yaşlandı mı hayatı paylaşmaktan el çeker, artık yalnız anılarla beslenir.  Gönderilmiş mektuplara benzeriz:  görevimiz bitmiştir, yollandığımız adrese gelmişizdir. Üzerimizde yazan şeylerle ister sevinç, ister keder yaratalım, istersek hiçbir etki bırakmamış olalım, böyledir bu."

İnsanın iç dünyasını betimlediği açlık düşüncelerinde, insan kabul etmeyeceği, tadını beğenmediği, zorla yedirilen lokmayı midesinden çıkartabilir, kusabilir de...Ya bilinçaltındaki kötülükleri nasıl kusup çıkartacaktı. Erdem, ahlakına uymayan düşüncelerini nasıl kabul edebilir... Toplumun nasıl bozulduğuna işareti şu sözleriyle verir: ''Tadı hiç birşeyin tadına benzemiyordu, bayatlamış kanın bulantı veren kokusu içime doluverdi, hemen kusmak zorunda kaldım. Bir daha denedim. İçim kaldırabilse, elbette yararlı bir etkisini görecektim. Önemli olan midemi yatıştırmaktı. Gene kustum. Öfkelendim, hınçla eti ısırdım. Bir parçasını koparıp kendimi zorlaya zorlaya yuttum. Bir işe yaramadı .Küçük et parçaları midemde ısınır ısınmaz hemen geri geliyorlardı.''


Maksim Gorki tarafından "Avrupa'nın en büyük sanatçısı" olarak tanımlanması da tesadüfi değildir. Bunun yanında Nazi sempatizanlığı ve ülkesinin Alman tehdidi altında olduğu bir dönemde Almanya'yı desteklemesi sanat camiası tarafından dışlanmasına neden olur.  Pek çok sanatçı da Hamsun'un bu sempatizanlığının sebebini çağdaş batı uygarlığını temsil eden ülkelere karşı duyduğu tepkiden kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir.  Yine de bir yazar olarak dehasına, verdiği eserlerle  gölge düşürmüyor.

Sabahattin Ali, Hamsun'a ithafen şöyle seslenir : ''Gürültüsüz, patırtısız ve tabiat kadar büyüktür. Kitaplarını okurken orada geniş, hudutsuz ve derin bir insan ruhundan başka bir şey aranmamalıdır.''der

Hamsun için bir anlamda sonun başlangıcını siyasi görüşü hazırlamıştır. İkinci dünya savaşı sırasında Nazileri desteklemesi, ülkesinin Almanya'ya karşı koymaması gerektiğini söylemesi ve rivayet olarak kalsa bile kazandığı Nobel Madalyasını Hitler'e armağan etmek istemesi gibi etmenler nedeniyle savaş sonrası Norveç toplumunda Hamsun büyük bir prestij kaybına uğrar ve vatana ihanet suçlamasından ötürü rekor bir para cezasına çarptırılır. ''Göçebe'' romanında olduğu gibi bir yaşlılar evine yerleştirilir ve 1952 yılında odasının banyosunda da ölü bulunur…

Hamsun bir doğa, inziva ve yalnızlık yazarı denebilir.
Toplumların unuttuğu, bir yazarın siyasi duruş ve görüşlerini eserlerinden ayrı olarak ele almak gerekir. Hamsun,  bu şekilde ele alınması gereken yazarların en önde gelenidir. Her ne olursa olsun Norveçliler onu hiçbir zaman tam olarak affetmemişler ve belki de tarihin en zarif protestosu ile bu büyük yazarı büyük bir utançla da baş başa bırakmışlardır.
Gustave Flaubert'de yazarın tarafsız olması gerektiği tezini savunur: '' Tanrı gibi yazarın da, taraf tutması doğru olmaz'' diyor ve '' Aynı zamanda yazarın her yerde gözü olmalı, fakat o kimseye görünmemeli,'' der. Hamsun'un yaptığı hata da kim bilir...Burada yatıyor olmalı...


ÖZET: Sabahleyin altıda uyandım, acıkmıştım. Ceplerimde ağzıma atacak bir şeyler araştırdım, ama bir ekmek kırıntısı bile bulamadım. Sabah erken kalkıp iş aramaya gitmem gerektiğini biliyordum, ama o güne kadar o kadar çok geri çevrilmiştim ki, gene bir yere başvurmaktan korkar gibiydim.
En sonunda biraz kağıt alıp dışarı çıktım. Hava elverirse parkta yazı yazabilirdim. Gazetelere yazabilecek birtakım güzel konular bulmuştum. Sokakta, ihtiyar, sakat bir adam, elinde ağır yük olduğu halde benden hızlı yürümeye çalışıyordu.
Adama yetiştiğim zaman süt alabilmek için benden yarım peni istedi. Cebimde kuruş bile olmadığını için, telaşla geri döndüm, eskicinin dükkanına girdim, yeleğimi çıkarıp önüne attım. Eskici bana biraz para verdi, ihtiyar sakat adamı buldum, istediği parayı verdim. Adam, bana bakarken hayretten ağzı açık kalmıştı. Fazla durmadan yoluma devam ettim. 

Devamını okumanız dileğiyle...


"Bahtımın hep kapalı oluşuna sebep neydi acaba? Yaşamak, başkaları kadar benim de hakkım değil miydi? Eski kitapçı Pascha, sevkiyatçı Hennechen kadar? Yoksa omuzlarım mı yoktu bir devin omuzları gibi; iki kuvvetli kolum mu yoktu çalışmak için? Günlük ekmeğimi kazanmak için, Möller caddesinde odun yarıcılık bile aramamış mıydım? Tembel miydim? İş bulmak için didinmemiş, üniversite derslerine devam etmemiş, gazete makaleleri yazmamış, gece gündüz deli gibi okuyup çalışmamış mıydım? Bir cimri gibi yaşamamış, param fazlaca oldu mu ekmek ve sütle, param az olunca kuru ekmekle karnımı doyurmamış mıydım? Hiç parasız kalınca açlığa katlanmamış mıydım? Otellerde mi oturmuş, ilk katlarda ayrı daireler mi tutmuştum? Bir izbede; şu son kış içeriye yağan karlarla, bütün dünyanın boşlayıp kaçtığı bir teneke atölyesinde barınıyordum. Bütün bu olup bitenlerden, artık hiç bir şey anlayamıyordum, hiçbir şey:
Yoluma devam ederken hep bunları düşündüm; aklımda garazın yahut kıskançlığın zerresi yoktu, zerresi."


"Aklıma sığdıramıyordum karanlığı. Bütün ölçülerin üstünde bir karanlıktı bu; yakınlığı altında eziliyordum. Gözlerimi kapadım, yarı sesli bir şarkı tutturdum, oyalanmak için yatağa uzandım, fakat boşuna!.. Karanlık, zihnimi kavramış, beni bir an olsun kendi halime bırakmıyordu. Ya içinde erir, karanlığa karışır gidersem?"


"Fakir aydın, zengin aydından çok daha kuvvetli görür. Fakir, attığı her adımda etrafına bakınır, insanlardan işittiği her kelimeyi şüpheyle dinler; her adım onun düşünce ve duygularına böylece bir vazife, bir iş yüklemiş olur. Onun kulağı deliktir, duygusu ince; o tecrübelidir, ruhu yanık yaralarıyla doludur."

Knut Hamsun - Açlık




3 Şubat 2016 Çarşamba

Bir Delinin Haykırışı

Nostalji, başrollerinde Oleg YankovskyDomiziana Giordano ve Erland Josephson'un oynadığı ve Andrey Tarkovski'nin 1983 yılında İtalya'da çektiği ilk filmdir.
Film, ülkesini terk etmiş ve vatan özlemi duyan bir entelektüelin hikâyesini anlatır. Sinema dilinde pek rastlanmayan monologlar bu filmde fazlaca kullanılmış, böylelikle vatana duyulan özlem pekiştirilmiştir. Filmin çekimleri sırasında Tarkovski'nin sürgünde olması filmin başrol oyuncusunun aslında Tarkovski'yi oynadığı fikrini ortaya çıkarmıştır. Burada filmin eleştirisini değil, insanı ve var olduğu dünyayı sorgulatmaya yönelik kendi penceremden anlatmaya çalışacağım.

 Nostalghia filminde, Tarkovski, beynimize buzdan balyoz gibi inen monolog unutulmaz!
"Deli bir adam size kendinizden utanmanızı söylüyorsa ne biçim bir dünyadır burası!"

Ne zaman hayal kırıklığına uğrasak beynimizdeki zigzag düşünceler, düz bir çizgi oluveriyor sanki...
Duyduğumuz her olumsuz cümle, olumsuz bir bakış tepetaklak ediyor.
İçimiz mezarlıklar şehri gibi, neyin yükü, neyin hamallığı bu?
İnsanın yüklendiği ''anlam'' ne olabilirdi?
Şairlerin, şiirleri yazdıkları kadar güzel okuyamamaları, nedense hep garip gelmiştir insanlara!
İnsan, kendi üzerindeki ''benlik'' şairane duygularını mı kaybediyordu?
Her şeyi görünür etmek, görünür kılma,  nesneye dönüştürmek...
Bir nesneden öte de anlamımız kalmamıştı sanki...
Film, bizlere,'' sahi gerçekte bizler kimleriz?'' Sorusunu sorgulatıyor:
Kendi varlığını anlamlı kılmaya çalışan bizler, kimleriz, nerede duruyoruz?
Bu yaşamın neresindeyiz?




"Her insanda dünyanın, gördüğü ve algıladığı şekilde var olduğunu sanma eğilimi vardır. Ancak dünya ne yazık ki bambaşkadır''der Tarkovsky
Bir Delinin Haykırışı'nı şu sözlerle, içinde bulunduğumuz sistemi özetler gibi seslenir: ''İnsanlar arasında ilişki öyle şekil almıştır ki, sonuçta hiç kimse kendinden bir şey beklememekte, herkes kendisini etik çabalardan soyutlayarak kendisiyle ilgili talepleri diğer insanların, bir anlamda tüm insanlığın sırtına yıkmaktadır. Uyumlu olmak, kendini feda etmek, geleceğin inşasına katılmak; bunlar hep başkalarından beklenen hasletlerdendir. kişinin kendisi bu sürece hiçbir şekilde katılmamakta, dünyada olup bitenlerden kişi olarak kendisini sorumlu tutmamaktadır. 

Bu sorumluluktan kaçmak, kendi bireyci çıkarlarını genelin yüce görevlerine feda etmemek için de binlerce neden öne sürmektedir. Hiç kimsede dönüp kendine bakacak, kendi hayatına, kendi ruhuna karşı olan sorumluluğunu ele alacak ne bir istek, ne de cesaret vardır."
Hayatımıza dair bir sürü izlenimleri böylece özenle katlayarak saklarız. 
Hemen her şeyi yazmak mı, yazmamak mı? Kim bilir...Biraz kendimize, iç kabuğumuza çekilmek... Dünyamızı dinlemek, doğayı dinlemek nasıl olurdu?

İnsanın kendisiyle tanışması, tanışma korkusu yutar benliğindeki gerçek var olma özünü...
Tanımak istediğiniz kendinizle tanışın, tanıyın. Her tanışıklıkta kişi bir başka boyuta evrilen benliğinizdeki kendi  tablonuzu seyredin, yoksa bir başkası kendi duvarındaki ayna blokların da var olursunuz...

Kendinizi, var olma gerçekliğinizi seyretmediğiniz de, bilmediğiniz de, başkalarının aynasında gölgenizin izin verildiği kadar izlersiniz, kendi aldığınız oyun payını. 
İnsan için değişmenin vakti geldiğinde, hayat bazen öyle rahatsız kılar ki sonunda değişmek ya da gelişmekten başka çareniz kalmaz da...

Görüntülerle oynamak, pekala kelimelerle oynamaktan daha eğlenceli olabilir. 
Ve daha tehlikeli...
Çünkü "Yağmur birleştirir, şemsiye böler.''  Bir Delinin Haykırışı filmi, yağmurla bedenin birleşmesinin ince temasını işler. Avucumuzun içinde bir "sevgi-merhamet-saygı" kaldı,  savurun gökyüzüne doğru, bir başka sevgiyle, bir başka merhametle, bir başka saygınlıkla buluşsun maviliklerde, ıssız derinliklerinizde...

Görüntümüzle değil, iç ses kelimelerimizle oynamak hayatı eğlenceli, tutkulu daha doğal ve yaşanılır kılacaktır.

20 Ocak 2016 Çarşamba

YILKI ATI

Yazar, şair, ressam ve gazeteci Abbas Sayar 1923 yılında Yozgat’ta dünyaya gelir. Hayatının bir bölümünü orada geçirip 1999 yılında vefat ettikten sonra yine o topraklara dönen Abbas Sayar’ın romanları ve hikayeleri de Orta Anadolu insanının hayatını anlatır. Abbas Sayar’ın hayatı, romanlarındaki hayatlara benzer, ya da o, romanlarını kendi hayatından aldığı ilhamla yazmıştır. Sayar, parasızlık yüzünden geç girdiği üniversiteyi yine parasızlık yüzünden de bitiremez. Üstelik, düşlerindeki okuldur bırakıp gitmek zorunda kaldığı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyat Bölümü… Üniversite öğrenimi, hayatında yarım kalan tek şeydir. Sayar, adını 1970 yılında TRT Sanat Ödülleri Yarışması’nda derece alan ilk romanı Yılkı Atı’yla duyurdu. O yıllarda bir “edebiyat olayı” olarak nitelendirilen bu romanın ardından gelen Çelo (1972) romanı 1973 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü, Can Şenliği (1974) romanı ise 1975 Madaralı Roman Ödülü’nü getirdi Sayar’a. Yozgat’ta bir dönem de çiftçilik yapan yazar, ömrünün son yıllarını Ayvalık’ta resim yaparak, roman ve şiir yazarak geçirdi.

Yılkı Atları...Özgürlüğe koşan atları betimler. Sahipleri tarafından yük taşımada kullanılan ve belli dönemlerde ise doğaya salınan, şayet yaşıyorsa tekrar yük taşımada kullanılan çilekeş atlardır. Belli periyodlarla kendi tabiatına paralel bir başka dünyayla muhattap iken sonrasında vahşi doğaya salınması ve ayakta kalması iki arada kalmış bu hayvanları daha güçlü yaptığı varsayılır. 

''Üssüğünoğlu İbrahim çift sürmektedir. Kış gelmek üzere...Buralarda kış sertleşen rüzgarlardan ve yapraklarını döken kavaklardan belli olur.''
"Duyduk, rüzgar efendi duyduk. Kış geliyor diyorsun. Hoş geldi, sefalar getirdi. Gökten ne yağdı da yer kabul etmedi? Sen öyle delicoş esip durma. İşleme fakirin ciğerine..."
"Yüz yıl yaşamalıydı Doru.. Üç yüz yıl yaşamalıydı Doru.. Dünya genişti. Eni yoktu bucağı yoktu. Allah rızkına kefildi cümle yaratığın."
"Bir at arabaya koşulmaya görsün. Kredisi beş paralık oldu demektir." 
"Ulan Doru, ne de olsan cinsin pak. Piç miç derler ya, halt etmişler. Senin baban atların şahı imiş." 
"Köylüler şubata "güdük şubat" derler, "tez geçer" derler. Aydan saymazlar. Son tembellik ayıdır Martla birlikte talim borusu çalar köyde. İş başa düşer, kanlar kaynar." 
"Daha misafirliğin bitmedi haa.. Dipdiri olsan da bu günlerde yine bırakmam seni... Görmüyor musun havayı? Yine poyraza döndü yel, yine gâvur gibi ciğere işlemeye başladı.
“Güçlü, hırslı bir at kişnemesi ovanın dört bir yönüne dağıldı. Dağınık düzen otlayan sekiz on at başlarını kaldırdılar ve kulaklarını diktiler.
İçlerinde güçlü, kuvvetlileri vardı. Kimi kahra uğramış zavallı, kimi yılkının alışığı?”
“Hesaptan düşülmüş, defterden silinmiş”
Yazar romanında, insanları (Yılkı At) ile sürekli değişmekte olan dünyalarına ilişkin birleştirilmiş yorumlarının onların gerçekliğini oluşturduğunu anlatmaya çalışmaktadır. İnsanlar sürekli dünyaya ilişkin kendi görüşlerini ya da yorumlarını oluştururlar. Çevremize bakındığımızda bazı insanlar sabit fikirlidirler ve dünyaya bakış açılarını nadiren değiştirirler. Gerçek dünya değişse de onlar kendi gerçeklerine bağlı kalmayı tercih ederler. Her insan kendi kişisel yapılarını geliştirir ve bunlara yorumlama, yordama yoluyla böylelikle çevresini kontrol etme açısından kullanma eğilimine girebilmektedir. Kelly: ''Kişi benzerlerini yapılandırmak suretiyle olaylarla ilgili beklentiler geliştirir'' der. Bu düşünceyi Sayar'ın toplumsal bir gözlem yoluyla ve kendi hayatı üzerinden yaptığı sonucu açmak gerekirse: kendi beklentilerini, geçmiş deneyimlerini kullanarak yapılandırmaktadır. Sülüğünoğlu İbrahim ise insan doğası olarak temelde tutucu bir eğilime sahip dünya sistemidir ve olayların daha önce oldukları gibi olmasını bekler. Geleceği yordayabilmek  için geçmiş olayları yapılandırır ve sonra bunlar arasındaki farklılıkları, benzerlikler arasında devamlılığını ortaya çıkartmak istediğinin vurgusu, '' İbrahim'' aslında Sayar'ın gizli özne olarak kullandığı kapitalist sisteme işaret de sayılabilir. Yılkın At ''Doru, Aygır, Demirkır'' ise kendisi ve sistemin içine dahil olmamaya çalışan insanlardır. Romanda anlatılmak istenen temel konu kişinin seçtiği alternatif onun oluşturduğu sistemin tanımı ve genişlemesini mümkün kılacak seçenek olarak kaleme alınmıştır. Romanda konu edilen insanlar, ''İbrahim, Mustafa, Hasan, Hatice'' seçimlerini olayları bekleyişlerine göre yapanlar ve bu seçimler onların iki uçlu alternatifleri arasında olan kişiliklerdir. Köyde yaşan diğer köylülere yer verilmemesi ise sisteme karşın ek eylemleri yazar, okuyucuya yordamlama yoluyla aktarmaktadır. Gölge oyuncuları gibidirler... Okuyucuya anlatılmak istenen 1960-1970'ler de Anadolu'daki toplumun, bugüne aktarılan gerçekliğin bizim yapabileceğimiz ya da yaşayabileceğimiz şeyleri sınırlandırma göstergelerini sunmaktadır. Yaşayabileceğimiz şeyleri sınırlandıran düşüncenin aslında kendimiz olduğunu anlatmaya çalışır. Çünkü biz okuyucular gerçeği yapılandırma ya da yorumlama biçimimizi yine kendimiz seçeriz. Yazar ise gerçekliği bize en fazla yardım edeceğine inandığı yolla anlatmayı tercih eder. Toplumsal yapımız gereği geleceği yordamanın tek yolu olduğu için bizler sürekli biçim değiştirerek kişisel yapılarımızın kullanışlılığını belirlediğimizi gizlice verir...  Bu gizil içinde ise birinci yol harita niteliğinde ve halihazırda içinde yaşadığımız yapılar içinde geleceği-düşünceyi netleştirme de seçtiğimiz en güvenli yoldur. İkincisi ise daha çok yaşamın yeni yönlerini keşfedilmesine yardımcı olan maceracı yoldur. Ancak bu şekilde toplum içinde yapı sistemimizin uygulanabilirliğinin genişletilmesidir. Karanlık bir ufukta gittiğimizde daha fazla şeyin belirli belirsizliği içinde farkına varılmayan ya da farkına varmaya da böylece çalışırız. Güvenli ya da maceracı yollardan hangisini seçmiş olursak olalım herhangi bir kişisel yapının kutbuna daha fazla değer verme eyleminde ya da tam karşısında olabilmeye çalışırız. İşte Yılkı Atı, her iki yolu da tercih etmeyen Doru'nun hikayesidir. Örneğin: dünyayı tehlikeli bir yer olarak gören biri karşılaştığı yabancıya tehlikeli olarak düşünecek ve güvenli yolu seçecektir. Maceracı bir yolu seçen bir diğer kişi yeni tanıştığı kişileri dostça insanlar olarak algılamayla yeni yollar deneyecektir. 
Sayar: '' Bizim millet davulun iki tarafına da vurur.''der
Menfaat sağlamak üzere,bir çıkar beklentisi içinde olup,ahlaki ve insani değerlerden uzaklaşılması insanların elindekilerini de kaybetmesine neden olan sistemi Anadolu Dilinin sadeliği içinde verilmeye çalışılmış.




18 Ocak 2016 Pazartesi

GELECEK, GEÇMİŞİN YANSIMALARIDIR

Napoleon Bonaparte Fransa'ya bağlanmış Korsika Adası'nın Ajaccio kasabasında 15 Ağustos 1769'da doğar. 1779'da Brienne Askeri Okulu'na girer. 1785'te üstteğmen olur. Yirmi dört yaşında general rütbesine erişir. 7 Ekim 1795'te Paris'te isyan çıktığında Kara Kuvvetleri Kumandanı olarak isyanı bastırır. 9 Ekim 1795'te hükümet Paris ve çevresindeki bütün silahların edilmesi kararını alır. Bu kararın en önemli getirisi Napoleon'a aşkı getirmesidir. Evet. Savaşların güçlü kumandanın aşk çemberinde gücünü gösterememiştir. Girdiği savaşlar kadar da hayatına kadın girmiştir. En önemlisi tutkuyla bağlı olduğu Josephine'dir.
Aşkla bağlanabildiği bu kadın 1763 yılında doğmuş olan Josephine 1779'da zengin Beauharnais ile evlenir ve Paris'e taşınırlar. Bu evlilikten iki çocukları olur. Bu evlilik uzun sürmez 1785'te ayrılırlar.  General olan Baurharnais 1794'te öldürülür. Josephine genç, güzel, çok şık giyinen kadındır. İki çocuğuna bakmak zorunda olan Josephine devlet yöneticilerinden dostluklar edinerek rahat yaşam sürer. Hükümetin önemli kişilerinden olan Barras'ın sevgilisidir. 9 Ekim 1795'te Napoleon'un 'silahların teslim edilmesi kararını'  çıkarttığında, Josephine'in on dört yaşındaki oğlu, Napoleon'un huzuruna çıkarak öldürülmüş babasının kılıcını teslim etmeme izni ister. Napoleon bu isteği kabul eder. Gösterilen bu anlayışa Josephine teşekkürlerini sunmak için Napoleon'un huzuruna çıktığında geçmişi geleceğe, geleceği geçmişe bağlayan aşk tohumları toprağa düşmüştür.
Napoleon Josephine kalbini gösterir. 1795'te kalemi kaptığı gibi aşk mektubunu kaleme alır: ''Seninle dopdolu uyanıyorum. Yüzün dün akşamın o insanı sarhoş eden anısı duyularımı bir an bile rahat bırakmadı. Tatlı ve eşssiz Josephine, kalbimde ne garip etki yaratıyorsunuz siz!'' yazar. Bu Napoleon için yeterli değildir. Aşkını güvene almak ister. 1796'da tanışmalarından beş ay sonra Mart ayında resmi olarak evlenirler. Josehine 33 yaşında, Napoleon 27 yaşındadır. Evliliğin hemen ardından Napoleon  İtalya'ya doğru yola çıkar. Mart 1796'lı tarihli mektubunda şöyle seslenir Josephine: '' Ruhum üzgünüm: Yüreğim köle olmuş ve hayal gücüm beni korkutmakta. Beni az seviyorsun. (...) Bir gün gelecek artık beni hiç sevmeyeceksin; söyle bana bunu; hiç değilse acıyı hak etmeyi başarayım...'' sözleriyle güvene almaya çalıştığı evlilikten ilk şüphe kıvılcımlarını yakmıştır. Yine aynı mektupta şöyle seslenir Josephine: '' 'Seni daha az seviyorum' diyeceğin gün, aşkımın ya da yaşamımın son günü olacak.'' Napoleon sevildiğini duymak istemektedir. Her sevgide olduğu gibi, kendi benliklerine güvenlerini, sevdiğinden gelecek sevgi sözleriyle güçlendirmek, yüceltmek isterler. 

Gerçek olan sevgide karşı tarafı konuşturabilmenin bir yöntemi de tersinden konuşmaktır: sevdiğini bildiği halde sevilmediğini söylemektir. Josephine'de gizlice bu taktiği  Napoleon'a uygular. Josephine yazdığı mektupta sevilmediğini söyler. Napoleon sevgisine inandırmaya 1796 Nisan mektubunda Josephine inandırma çabalarını şöyle kaleme alır: '' Saadetim, senin mutlu olman; sevincim senin neşeli olman;zevkim, senin zevk içinde yaşaman. 

Hiç bir kadın böyle bir bağlılıkla, böyle bir ateşle, böyle bir aşkla sevilmemiştir.'' Josephine'den uzakta olan Napoleon bu mektupla da yetinmez. Aşkını ispat etmeye çalışır. Sevgi savunusunu da savaşlardaki cephelere benzetir. Geniş bir cepheye yayar. En iyi savunma aracı saldırıdır. Alınganlık temeline oturmuş eleştirel saldırı, karşı taraftan hem ilgiyi isteme, hem onunla ilgilendiğini göstermeyi amaçlar. Sonuçta insan doğasında olduğu gibi hiç bir varlıkta önemsemediğini eleştirmez. İnsan önemsediğini eleştirir. Kadınların ruhunun altında bu yatar. Napoleon az mektup yazdığını, kıskançlık duygularını yansıtarak karşı saldırıya geçer: ''Hayatım, nasıl mahzun olmayayım? Senden mektup yok; ancak dört günde bir mektubunu alabiliyorum, halbuki beni sevseydin günde iki defa yazardın; tabii, sabahın onunda ziyaretine gelen sayın baylarla gevezelik etmek, sonra gecenin birine kadar oturan bir sürü uçarı çapkının saçmalarını dinlemek lazım.(...) Josehine, sen benim için anlaşılmaz varlıksın...'' Bu mektup Josephine'yi yaralar Napoleon'a üzüntülerini belirten mektup kaleme alır Mayıs 1796. Napoleon iyi bir aşık olduğunu göstermek için avutucu sözler yazar: ''Çok değiştiğimi yazıyorsun bana. Mektubun kısacık, hüzünlü ve titrek bir yazıyla kaleme alınmış. (...) Ah! Köyde kalma sakın. Kentte ol. Eğlenmeye çalış. Ruhum için, senin keyifsiz ve üzüntülü olduğunu düşünmekten daha gerçek acılar bulmadığına inan.(...) Neşelen, memnun ol ve benim mutluluğumun seninkine bağlı olduğunu bil. Eğer Josephine mutlu değilse, eğer ruhunu hüzne, bezginliğe terk ediyorsa, demek ki beni sevmiyor.'' sözleriyle hem teselli eder, hem karşı savunmayı aşk cephesinde  yaymaya devam eder. 
Napoleon, Josephine'i Milano'ya davet eder ama Josephine, söz verdiği tarihte gelmez. Mektup da göndermez. Napoleon'un yüreğinden çıkmayan şüpheler ateşlenmiştir. Josephine'in onu sevmemektedir, belki de başka birini buldu diye düşündüğü kalbini masaya yatırdığı otopsi dönemlerine girer. Geçmiş gözden geçirilmelidir. Önceden fark ettiği ama önemsemediği görmemezlikten gelinen ne varsa otopsi masasındadır artık...
''Bana öyle geliyor ki sen seçimini yaptın ve benim yerime koymak için kime başvuracağını biliyorsun. Sana mutluluklar diliyorum, elbette vefasızlık mutluluğa ulaşabilirse... İhanet demiyorum...Sen beni asla sevmedin. (...) Benim mutsuzluğum seni az tanımış olmak. Seninki de beni, çevrendeki erkeklerden biri olarak yargılamış olmak.'' sözleriyle kaleme alır.

Napoleon, güvenmediğini şüpheli duygularını yansıtır Josephine.  Aynı mektubun sonuna doğru ise: ''Elveda Josephine, Paris'te kal, artık bir daha yazma bana ve en azından sığınağıma saygı göster. Binlerce hançer kalbimi parçalıyor. Sen de onları daha derine batırma. Elveda, mutluluğum, yaşamım, yeryüzünde benim için varolmuş olan her şey.''  Artık sevilmediği duygusuna kapılan hezeyan yaşayan Napoleon üstünde geçmiş izleri yeniden canlanmıştır. Josephine'i, Napoleon'a çeken aşk değil gücü içindeki iktidar, zenginlik, ihtişam önemli rol oynadığı düşünülebilir...Josephine'in hasta olduğunu bir kaç gün sonra Milano'da haber alan Napoleon'un şüpheleri, geçmişin izlerini ortadan kaldırır. Sevgisini yeniden canlandırır. Haziran 1796'da kaleme aldığı mektupta içine kapıldığı duyguları affettirmek istercesine şöyle kaleme alır: ''Duyduğum ıstırap yüzünden belki sana çok acı şeyler yazdım. Eğer mektuplarım seni üzdüyse, yaşadıkça teselli bulamam.(...) İşte o zamandan beri anlatılmayacak haldeyim! (...Her şeyden önce sana yazdığım çılgın, saçma mektuplardan dolayı beni affet. İyileştiğin zaman göreceksin ki, ruhumu yakan ateş bana yolumu şaşırtmış. '' yazar ama bu duyguları çok uzun sürmeyecektir. Kıskançlık duyguları yine kapısını çalacaktır. Ekim 1796'da şöyle seslenir Josephine: '' Mektupların soğuk, tıpkı elli yaşı gibi. On beş yıllık evliliğe benziyorlar. (...) Beni sevmemek mi? Eh! Zaten bunu yaptınız! Benden hoşlanmamak mı? Eh, bunu da ben dilerim. Her şey küçük düşürür insanı, tiksinme dışında.''  

Napoleon sevgisi nedeniyle küçük düştüğünü, karşılık almakta zorlandığını anlamıştır. Bir sonraki mektubunda Kasım 1796'da şöyle seslenir Josephine: ''Artık seni hiç sevmiyorum; aksine nefret ediyorum. Kötüsün, beceriksizsin, anlayışsızsın, tam bir külkedisisin.'' yazar. Josephine iktidar, güç, servet isteyen bir kadındır. Ama aynı zamanda aşk da! Dünya nimetlerini sunan Napoleon, Josephine'i de severek kabul eder.  Napoleon'un toplumsal konumu onu istediği kadına ulaşabilmesini olanaklı kılmaktadır. Kullanmak için karşı çıkmaz da...Napoleon Mısır'da toprak işgal etmekle uğraşmaktadır. Josephine ise bir subayla...Napoleon, Josephine duyduğu güveni çoktan yitirmiştir. Josephine'in ise aşksal güveni ne zaman yitirdiğini bilmek zordur. Evlilik kendini korumaya devam eder ancak aşk ortadan kalkmıştır. Evilik, Napoleon için imparatorluk adına sürdürülmesi ve korunması gereken kurumdur. 
Aslında Napoleon kurduğu sistemin ve kendisinin çıkarı için Josephine'den boşanması gerektiği bilir. Resmi evliliğinden Josephine bir çocuk vermemiştir. Sorun imparatorluk mirası nasıl devam edeceğidir. Bu sorunu gündemine alan Napoleon için vakit erkendir, çünkü geriye haksızlığa uğramış bir kadın bırakmak istemez. Halkın gözünde adaletli bir imparator olmak önemlidir, onun için... 4 Kasım 1804'te yaptığı konuşmada belirtir: ''Hak yerini bulsun diyerektir ki boşanmak istemedim, menfaatim, kurduğum sistemin menfaati yeniden evlenmemi emrediyordu. Fakat şöyle düşündüm: 'Yükseldim diye bir kadıncağızı nasıl kapı dışarı ederim!' Hayır, bu gücümü aşıyordu.'' der
Josephine imparatoriçe olur; fakat ayaklarının altından sahip olduğu güç kaymaya başlar. Doğanın keskin kılıç kanunu her şeyden keskindi.  Napoleon'un aşk sorunlarını başka kadınlar çözebilirdi ama miras sorunlarını çözemez. 15 Aralık 1809'da aile konseyinde boşanma nedeni açıklar: '' Yıllar var ki sevgili eşim İmparatoriçe Josephine'le evlilik hayatımda, çocuklarım olması ümidini kaybetmiş bulunuyorum.
İşte bundan dolayı kalbimde yer eden en güzel duyguları feda edip, yalnızca Devlet menfaatini düşünmeye ve evlilik bağımızın bozulmasını istemeye karar verdim.'' açıklamasında bulunur. Josephine son mektubunda emredici nitelikte ve yılların verdiği şüpheli aşk parodilerini kelimelere dökerek şöyle seslenir: '' Sevgilim, seni gerektiğinden halsiz buldum. Metin davrandın; avunmak için gerekli cesareti de kendinde bulmalısın; benliğini uğursuz melankoliye kaptırmamalısın; memnun görünmeye ve bilhassa benim için çok kıymetli olan sıhhatine özenmeye çalışmalısın. (...) Düşün ki ben öyle istiyorum.''der
Böylece acı çekmeyecektir Napoleon...
Alıntı: Abury, Octave, Napoleon'dan Ölmez Sayfalar, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları

16 Ocak 2016 Cumartesi

SOSYAL MEDYADA İMZALARIMIZ

Hobbes'e göre en kötü durum, insanın doğa durumuna geri dönüşüdür.  Leviathan'nın 13. ve 14. bölümlerinde Hobbes'in tasvir ettiği insanın doğal yaşam durumu mahkum ikilemi durumu bağlamında  örnek olarak sosyal medyada tartışmalara nasıl yön belirlemektedir... İnsanın doğa durumuna geri dönüşü ise rüzgarın şeklini suyun üzerinde görmek gibidir...
Hobbes:

  • Fizik ve fiziksel güçleri bakımından eşittirler. 
  • Kendi çıkarlarını düşünür. Hobbes, tüm insanlar açısından psikolojik egoizmin olduğunu destekler.
  • İnsanlar yaratılışları itibariyle ölümden kaçma eğilimindedir.
  • Diğerlerinkiyle çatışan arzulara sahiptir. Böylece birbiriyle yarışan arzuların olduğu yerde rekabete bağlı çatışma doğar.
  • İleri görüşlüler. En azından asgari derecede rasyonel insanlar, uzun vadeli esneklikleri hesaba katarlar. 
  • Başkalarından gelecek saygı ararlar.
  • Herkes bir başkasının kendisine boyunduruk altına alabileceğinin farkındadır. Ve her insanın fırsat verildiğinde bir başkasının kendisini boyunduruğu altına almaya çalışacağını beklentisi içinde olması da yadsınamaz. 

Yukarıda saydığımız  Hobbes'e göre insan doğa durumundan '' Diğerlerinkiyle çatışan arzulara sahiptir ve Kendi çıkarlarını düşünür'' açısından ele almaya çalışacağım. Bize farklı görüş sunan rakibin üstün olduğunu görüp, haksız çıkacağımızı fark edince işi kişiselleştirerek hakaret, saygısızlık ve kabalığa başvurabiliriz. Kişiselleştirme, tartışılan konudan ayrılarak (ki o alanda oyun zaten kaybedilmiştir) rakibin üzerine gitmek, bir şekilde onun kişiliğine saldırmaktır. İnsana yönelik tartışma ortamından ayrılarak, kişiye yönelik argümana dönüşmüştür. Bir konu hakkında nesnel tartışmalardan uzaklaşmakla birlikte, rakibin söylediklerine ve kabul ettiklerine yönelir. Kişiselleştirme yapılırken konu tamamen terk edilir. Bütün etkenleri rakibin şahsına yöneltilir. Yaralayıcı, kötücül, aşağılayıcı kabalıkta oluruz. Bu insanın ego (benlik hakimiyeti) gücü olarak kullanmasıdır. Kişiselleştirme insan doğasının kitle psikolojisi  genelinde çok sevilen bir yoldur. Çünkü herkes kolayca yapabilir ve bu kolaylıktan dolayı da kullanır. Önemli sorun: Kişisel saldırıya muhatap kalındığında nasıl cevap vereceğimizdir. Aynı yöntemle karşılık verildiğinde aynı yöntemin içinde kalabilme tehlikesi doğacaktır. Tam bu noktada Sokrates'e sorulan soru ve verdiği cevap yol gösterici nitelikte önemlidir. ''Şu adam size küfür ve hakaret etmiyor mu? diye soran adama verdiği yanıt: ''Hayır, çünkü onun söyledikleri bana hitap etmiyor.'' der

Kendimizi kişiselleştirmemede de tek taraflı olarak bunun yeteceğini sanmak da büyük yanılgı olacaktır. Şöyle ki; çünkü sakin tavırla karşıt görüşe haksızlık yaptığını, yanlış yargıda bulunduğunu ya da düşündüğünü gösterebilirsiniz ama böylece karşıt görüşü ancak sakin tavırla daha da öfkeli hale getirebilir. Bunun sonucunda tartışmayı kazanabilirsiniz ya da kaybedebilirsiniz. Hobbes'in dediği gibi; ''Tüm keyif ve sevinçler, insanın kendini onlarla kıyaslayarak üstün göreceği kişiler olmasına bağlıdır'' (Hobbes, de cive, Bölüm 1) İnsanoğlunda hiçbir şey egonun tatmin edilmesi kadar önemli değildir ve hiçbir yarada insanoğlunun canını egonun yaktığı kadar da yakmaz. Bu kıyaslamayı içinizde yapın, insanlara verdiğiniz nedensellik tepkileri nedendir. Dolayısıyla en etkili kuvvetli tartışmalarda kıyaslama zihinsel ya da maddesel unsurların güç alanı önemlidir. Bir tartışmada yenilmiş olanın, kendisine hiç haksızlık yapılmış olmasa da kırılıp öfkelenmesi ve hileye başvurması, kıyaslamalarla yalan söylemesi de buradan gelir. Bunun için en güvenli yöntemlerden biri ya da karşı önlem. Aristotales'in Topika'nın son bölümünde ortaya koyduğu sosyal ve kişisel ilişkilerde iletişim kurarken dikkate almamız gereken kural: ''İlk karşına çıkanla tartışma; yalnızca iyi tanıdığın, saçmasapan şeyleri savunmayacak kadar anlam yetisine sahip olduğunu ve utanılacak durumlara düşmeyeceğini bildiğin kişilerle tartış; otoritenin ( toplum, siyasal erk, din, ekonomik, kültürel) dikte ettiklerine göre değil, nedenlere, gerçeklere dayanarak tartışmayı bilenlerle; sunulan nedenleri dinleyip dikkate alanlarla; ve nihayet gerçeğe değer veren, karşı tarafın ağzından bile olsa iyi nedenleri memnuniyetle dinleyen ve doğruyu karşı tarafa söylediğinde, yani kendisi haksız olduğunda da bunu hazmedebilecek kadar adalet duygusuna sahip olanlarla tartış.'' Aristo'nun önermesi bize kitle içinde tartışabilecek yüz kişi içinde bir elin parmaklarını geçemeyecek önermesi vermektedir. Aslında tartışma akılların karşılaşması, çarpışması için olanak sağlar; kendi düşüncelerimizi de düzeltmek için fırsat, yeni görüşler üretmeye de olanak tanır. Ama bunun için, tartışmacıların bilgi ve zihin gücü bakımından birbirine oldukça yakın düzeyde bulunmalıdır. Birinin bilgisi eksik olunca sonuç içinden geçirilen sürecin kısır döngüsünde akıntıya karşı  kürek çekmek olacaktır. Örneğin: A kişisi aynı konuda B kişisinin kendisinden farklı düşündüğünü saptarsa, önce kendi düşüncesini gözden geçirip hata aramak yerine, ötekinin düşünüşünde hata olduğunu varsayar. Yani kısacası insan doğası gereği dediğim dedik bir varlıktır. Sosyolojik bir gerçektir: Bir yerde sosyal, kültürel, dini ve siyasal tartışmalar kaos içinde varsa orada; dinin, ideolojinin, sosyal tabakaların radikal yorumları da yaygınlık kazanır. Çünkü kaos ya da trajedi, insanın doğası gereği düşündürmeyecek böylece kitle psikolojisi içinde kendini arındırma eylemine girdirecektir. Ve ne zaman bir yalan söylense  dünyanın bir kısmını öldürür. Bunlar insanların hatayla yaşam olarak adlandırdıkları mahkum ikilemi içinde egonun solgun ölümleridir. Düşünsenize bundan 400 yıl sonra var olacak insanlar yazılı dijital kaynakları okudukların da ne düşünecekler....İnsanlığın bilim, tarih ve kültürüne dair atılan imzalarımız gibi sosyal medya paylaşımları....

15 Ocak 2016 Cuma

ÖLÜ YAPRAK, KESEK TOPRAK

Sokrates'e bir gün, '' Neden sakallarını kesmiyorsun? diye sormuşlar. Sokrates: ''Bilinmeyenden korkar insan. Neyle karşılaşacağımı bilmiyorum'' diye cevap vermiş.
Size büyük bir zenginliği olmayan çirkin kuşun basit iddiasız yaşam öyküsü  karşısında  nasıl yaşadığını anlatmaya çalışacağım. Ülkelerin birinde zengin halkın geniş sarayları, devasa yapıda evleri vardı. Çevrelerindeki herşey harikaydı; altın tahtlara oturup, gümüş tabaklarda yemekler yiyorlar, yumuşak yataklarda uyuyorlar, tertemiz mermerden kaymaktaşları üstünde yürüyorlardı. Bahçeleri gerçek bir mücevherdi. Az bulunan bitkilerle süslenmiş çardak halkın yüzünü rüzgara ve yakıcı güneşe karşı koruyordu.

Bir gün halk arasında daha zengin olanlar...alışılandan biraz daha uzaklarda dolaşmaya çıktı, şehri çevreleyen sınırdaki büyük siyah mermerden yapılmış yüksek duvara ulaştılar. Orada ağaçların ardında gizlenmiş sıradan küçük bir yapıyla karşılaştılar. Tabii bu kapı şehir halkı için yapılmış bir kapı değildi. Şüphesiz bahçıvanın kapısıydı bu kapı...Yine de merak eden halk kapıyı açtı. Gördükleri şey onları çok korkuttu. Karşılarında garip bir dünya uzanıyordu. Düzensiz terk edilmiş vahşi bir ormanda ağaçların özgürce büyüdüğü bir evrendi orası...
Otlar disiplinsiz bir şekilde büyümüştü. Görünürde ne bir patika ne bir kaymaktaşlı yol vardı. Halk çiğden ıslanmamak için ipek elbiselerini çıkartmak zorunda kaldı. Çılgın otlar arasında parlayan bir şey göründüğünde, oradan ayrılma zamanıydı. Bu inci görünümüne sahip bir şebnem tanesiydi. O anda gökyüzü de parlak beyaz bir renk aldı. Bir kaç adım daha attılar. İşte o anda yabani ağaçlardan bir kuş sesi yükseldi. Çok tatlı duru bir sesti. Herkesin soluğu kesildi. Hareketsizce kıpırdaman şarkıyı dinlediler. Ruhları derinden etkilenmişti. ''Böyle bir kuşumuz olsaydı!'' diye iç geçirdiler.

Kuş, sessizce gökyüzüne doğru yükselmeyi sürdürdü. Halk gözlerini kapattı. Kapalı göz kapaklarının ardından bu sesi düşlemeye çalışıp; ''pembe miydi sarı mıydı kuş''
Ertesi sabah şehrin en zengini kölelerini çağırıp onlara önceki gün bahçenin arkasındaki ormanda öten harika bir kuş sesi duyduklarını ama göremediklerini söyledi. Onlara şarkıcıları yakalayıp içlerinde en güzelini getirmelerini emretti. Böylece bütün uşaklar ağlarını alıp tüm kuşları yakaladılar. Beylerini etkileyecek kuşun altın sarısı bilgi kuşu olacağı üzerinde birleşirler. Altın gibi tüyleri, güzel gövdesi, gururlu bir görüntüsü vardır. Çok oyalanmadan şatoya getirirler, kuş şatoda törenle karşılanır. ''Ah, benim altın tüylü kuşum! Seni duymak için sabırsızlanıyorum! Öt, çabuk benim için öt Altın bir kafesin olacak.'' Altın sarısı kuş dileği ikiletmedi. Altın tüylerini kabartarak ağzını açarak melodisine başladı ama zengin bey üzüntüye kapıldı. Bu güzel kuş şüphesiz ötmesini biliyor ama düş kırıklığı yaratmıştı. ''Hayır'', diye iç geçirdi adam. ''Benim duyduğum ses dün sen değildin. Beni güzelliğin yanılttı. Yine de sana altın bir kafes armağan ediyorum. Dilersen, orada kalabilirsin.'' Altın sarısı kuş duraksamadan kabul etti. Gururla kafese yerleşti. Bu defa uşaklar yeniden yola koyuldular. Bu defa siyah ipek giysili kuşu seçtiler. Kehribar gagasıyla çok güzeldi. Şatoda Siyah ipek kuşa karşılanma töreni düzenlendi. ''Demek ki sen böylesin!'' dedi kuşu karşılarken adam. ''Beni şaşırttın. Seni çok başka düşlemiştim. Olsun. Böyle de hoşsun. Evet, seni dinliyorum''. Siyah ipek giysisi içinde kuş ilk defa böyle tepki almaktan rahatsız olmuş, öz güvenini yitirmişti. Çalgısını akort etti. Hata yapmadan o da şarkısını söyledi. Adam yine düş kırıklığına uğramıştır. ''Dün duyduğum sen de değilsin güzel kuş. Şüphesiz büyük şarkıcısın. Kalmak istersen, seni ara sıra severek dinlerim. Böylece senin de altın kafesin olacak''. Siyah ipek kuşu bir an duraksadı ama kafes hoşuna gitti. İçine girdi. 

Uşakların işleri zorlaşmıştı. Ormana tekrar dönüp Gri Bulut kuşunu getirdiler. Şatoya gelen Gri Bulut kuşu aniden bağırdı: ''Şarkıcıyı tüyüne göre seçmeniz, ne aptallık!'' Uşaklar kendini bilmez bu kuşun üzerine atladılar. Bunun üzerine birlikte karar aldılar Kuzgun'a danışmaya gittiler. Kuzgun kendisine yalvarttı, kasıldı. Sonunda yanıtlar; bu kadar iyi öten kuş ormanda sadece sıska çirkin bir kuş. Böyle harika öten hiçbir kuş yoktur. Uşaklar, '' Şu kahverengi ceketli, narin neredeyse acınacak yaratık mı!'' Uşaklar bu duruma inanmaz ama yine de korku içinde götürürler. Adam uşaklara kızgın bir bakış attıktan sonra ''Bana getirdiğiniz nedir! Bu mu benim güzel kuşum. Kör müsünüz?'' Uşaklar özür dilerler. Öfkeli adam çirkin kuşa döndü. ''Bir toprak keseğine ya da kuru bir yaprağa benziyorsun. Daha güzel bir giysi bulamadın mı?'' Çirkin kuş koyu gözleriyle  adama baktı:
-'' Bu kadar önemli Beyefendi! İyi ötebilmek için bunca çaba göstermem yetmez mi!
-''İyi ötmek için mi! İşte, bunu duymak isterim. Göster bakalım yeteneğini''.
-''Burada mı!'' dedi şaşıran çirkin kuş çevresine bakarak. ''Burada olmaz.''der
Adam çok kızar. 
-''Söyle bakalım, beni atlatmak için bahane mi arıyorsun!''
-''Hayır Beyefendi, bahane aramıyorum''
-''Ama bu yerin benim şarkım için biraz dar olduğunun farkında değil misiniz!''
-''Dar! Şatomun kocaman salonumu! Benim şatom mu!'' diye bozuldu adam. ''Sanatını yapmak için çalılıkta mı olmalısın!''
-''Evet'', dedi çirkin sıska kuş. ''Sessiz yeşil fidanlara ve kafamın üstünde gökkubbenin  olmasına gereksinim duyuyorum.  Bana kızmamalısın. Sana iyi niyetimi göstermek için burada ötmeyi denerim.'' 
Adam daha bir söz söylemeden aniden sihirli sesle alt üst edici türküyü dinlemeye başladı. Ses kısa süre saf ve duru bir tınıyla çınladı, sonra güçlenip daha yükselmek isteyince ne yazık ki şatonun tavanına çarpıp orada parçalandı. Şaşıran notalar bir bir yere düşüyordu.
-''Görüyorsunuz Beyefendi!'' dedi üzgün bir sesle çirkin sıska kuş.
Adam başını önüne eğerek; ''Özür dilerim küçük kuş'' diye mırıldandı. ''Böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Seni yanımda tutmak istedim yalnızca.''
''Buyrukla ötemem. Altın bir kafes bile olsa, kafes kafestir'', diye yanıtlar kuş.
- ''Ama isterseniz gelip, beni dinleyin. Sesimi çalıştırmak için sık sık ötüyorum. Bu tam güneşin battığı saatte olur. Köpek ile kurdun arasında, gökyüzünün solup gökkubbenin altında her şeyin sessizleştiği anda büyük bir zevkle öterim''. Bir akşam gök pembe taçla taçlandığında  hızla ormana koşturdu. Yüksek duvarın kapısını açtı. Elbisesini çıkartıp terkedilmiş otlara daldı. Soylu kadınlar keskin çığlıklar atıyorlardı.  ''Bizi nereye götürüyor, o kadar güzel bahçelerimiz varken dikenli çalılıklara  soktu!'' Tam bu arada yükseklerden harika ses duyuldu. ''Ne güzel'' bir ses diye iç geçirdiler dalkavuklar.  ''Peki, şarkıcı nerede, onu nereye gizlediniz?'' Adam sessizce; ''Onu çalılıkta bırakalım, böyle söz verdim. Ayrıca görüntüsü hiçte güzel değil; ölü bir yaprak ya da kesek toprağa benziyor.'' 
''Ah!'' diye bağırdı şaşıran dalkavuklar. ''Görüntüsü, öyle mi! Ölü yaprak! Kesek toprak! Öyleyse, nasıl böyle güzel ötebiliyor!''   Oysa onun insanların ne dedikleriyle ilgilenecek vakti yoktu. Çalılığında yapacak çok işi vardı. İnsanların aradığı bulamadığı ele geçiremediği hazinesi vardı onun...

11 Ocak 2016 Pazartesi

Renkler

Hangi çiçek diğerini “sarı açtı” diye ayıplar?
Hangi kuş “farklı ötünce” diğerine yasak koyar?
Derisinden, dilinden ötürü öldürülüyor insanlar?
Ah insanlar, Her şeyi bulup kendini bulamayanlar…der Charles Bukowski
İlk kar yağdığında tatlı, yumuşak ama renksizdi. Aşağılarda vadide yeni otlar binlerce renk içindeki çiçeklerle birlikte çayırları yeşile bürüyordu. Kar gözlerini bu güzelliklerden alamıyordu. Kendi renksiz anlamsızlığından yakınmaya başladı. O da bu güzel renklerden bir kaçıyla süslemek istiyordu.
Birgün ottan şu ricada bulundu:
"Ot, bana biraz yeşil renginden ver. Çok hoşuma gidiyorsun. Sana benzemek istiyorum"der
Ama ot buna yanaşmaz da yumşamaz da...
Kar ormanda bir yabangülünün yanında durdu. "Güzel yabangülü", diye rica etti ona, "bana biraz renginden ver. Senin gibi pembe olmayı çok istiyorum." Ancak yabangülü de hiç etkilenmedi. Her geçtiği yerde aynı ricada bulundu. İrmak kıyısındaki düğünçiçeğine parlak sarı rengi için, unutmabeni çiçeğine gök mavisi için, menekşeye moru için, yamaçtaki karanfil canlı kırmızı için. Ricalarına karşın hiçbiri onu duymadı. Çiçekler renklerini saklamışlar.

Kıskançlıkta koruyordu. Kar derin bir acı duydu. Tüm çiçeklere kin besledi. Böylece onlar onun buz gibi soluğundan korkar oldular. Bir gün çayıra uzanıp uzun süre uyudu. Soğuk paltosunun altındaki bitkiler titredi, güzel rengini yitirdi. Çiçekler iz bırakmadan kayboldu. Tam bu esnada topraktan büyük bir gürültü duyuldu. Hafifçe kenara çekildiğinde, bir çiçek topraktan çıktı.  "Burada ne arıyorsun?" diye soğukca ses tonuyla sordu kar. Çiçek beyaz çanını çaldı: "Ah! Dünyaya geldim sonunda. Bu donmuş topraktan geçen bir yol açmak için ne kadar çaba harcadığımı bilemezsin!" Bu küstah çiçeğe şaşıp kafası karışan kar biraz eridi, sonra bütün cesaretini toplayıp şöyle dedi: "Gördüğüm en saf renge sahipsin. Bana da bir parça renginden vermeyi kabul edermisin!"
"Al öyleyse", diye onayladı çiçek. Birbirimize benzeyen iyi ilişkiler kuracağız. Ama biraz kenara çekil de yeterince benim de yerim olsun. Kar seve seve Söyleneni yaptı, beyaz renkten biraz aldı. İnsanlar da çiçekler gibi doğar, büyür ve ölür... Bu ritüele binmiş dünya geleneğidir. Dünya varolalı bir sistemin içinde herkes bir şey olman gerektiğini veya birine benzemeni söylüyor olacak, fakat hiç kimse sana kendin olmanı söylemiyecektir. Makinemsilik bu olmalı daha kendini bulamayan da Adem'den bu yana insan değil midir...Tornadan çıkmış küçük çicekler gibi insanlık...Bir gün, düşlemeyi bilen dünya toplumu olacak; sevgi dolu, düşlemeye yetecek kadar zengin ve düşlediği için ebediyen zengin kalacak bir insanlık olacak.
Bu katlanılmaz olsa da, insanlıkla ilgili bir gerçeği anlamamıza sebep olan her şey daima iyidir. Renkler, farklılıklar güzeldir.

6 Ocak 2016 Çarşamba

''Başkalarını kendi amaçlarını gerçekleştirmek için araç olarak görme.''

6 Ocak Dünya İyilik Günü olarak kutlanan bu önemli günde Kant'ın, ahlak felsefesi bizlere dünyanın içinde nasıl yaşadığımıza ışık tutacağı düşüncesinden yola çıkarak yazmaya çalıştım. Kant on sekizinci yüzyıl Aydınlanma düşünürüdür.  Kant,''ÖyIe davran ki, davranışIarın geneI kuraI haIine geIsin'' der. Bu bağlamda Kant'a kulak kesilmek gerekir diye düşüyorum. 

Kant ''Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.

 Bireyi, insan aklını merkeze alan ve insan aklını her şeyin başı sayan anlayışa sahiptir. Kant, aklın, insanı diğer varlıklardan ayıran temel yetenek olduğunu belirtir. Bilgi alanından  metafizikten kaçınırken, ahlak alanında tam bir rasyonalisttir; akılda her türlü veriden önce önceden mevcut ilkeler ve yasalar vardır. İnsanı insan yapan işte bu ahlak donanımıdır, önceden mevcut ilkeler ve yasalardır ki bunlar sonradan edinilemez. 

Kant'ın ahlak teorisi (Aristo'nun erdem etiği ve faydacı ahlak anlayışı ile beraber) günümüze kadar gelen ahlak anlayışlarındandır. Ahlak felsefesi, yalnızca mutluluk felsefesi demek olsaydı onun temel oluşturacak a piori bir ilkeyi araştırmak anlamsız olurdu. Ahlak, her kişinin özgür olduğu ve akıl sahibi bulunduğu varsayımından hareket eder. Akıl aracılığı ile insan, kendi algılarını kurallar içinde toplar, bilinç halinde birleştirir. Böylece duyular evreninin fenomenleri konusunda bilgiye ulaşır. Ayrıca insan, akli bir varlık olarak ahlaki özgürlüğe ulaşır. Duyuların ve nedensellik kanunun etkisinden kurtulabilir. 

Kant'ın özgürlük anlayışının temeli de burada belirir. Ahlaki emirler, insanın özel eğilimlerinden değil, özgür ve akıl sahibi benliğine yönelir. Akıl bize nasıl davranmamız gerektiğini gösterir. Hatta bu davranışın herhangi bir örneği bulunmasa dahi. İnsan aklı ile istediğini istemediğinden ayırır, davranışlar arasında seçim yapar. İsteme ve istememe akılla ilgili olduğu veya aklın müdahalesi içinde bulunduğu zaman seçim söz konusu olur. Kant'ta ahlak yasaları da bireyin aklından çıkmaktadır. 
Kant ahlak felsefesinde bireyci ve rasyonalisttir. Ahlak yasaları, yere, zamana, göre değişmeyen, aklın ortaklığında evrensellikleri olduğundan ahlak yasaları evrensel ve mutlaktır. Yani Kant'a göre ahlak yasaları her durumda her birey için geçerlidir. Her hangi bir koşula bağlı değildir, koşulsuzdur. Kant'ın ahlak anlayışını anlatan temel kavram ''ödev etiği''dir. 

Ödev etiği, sonuçlara göre değerlendirilmeyen bir alandır. Çünkü sonuçsalcı yaklaşımda ahlaki davranış dış dünyada yaratacağı sonuca bağımlı ve insan da bu yüzden otonom değilken, Kant etiği insanın pratik olarak tam rasyonel bir varlık olduğu temelinden hareketle özgürlüğü önemsenir.  Kant'a göre ''dünyada, hatta dünyanın dışında iyi niyetten başka kayıtsız şartsız iyi sayılabilecek hiçbir şey düşünülemez.'' Kant'a göre, bize bağlı olmayıp bizi bağlayan sonuçlar ne olursa olsun, bireyin niyetinin önemli olması önemlidir. 
Bireyin bu niyeti, dışardan gelen baskılar ile belirlenmemiştir, bireyin otonom varlığından gelir. Dışarıdan gelen toplumsal baskılar, yaptırım korkusu gibi baskılar (yasal, dini- manevi, maddi yaptırım gibi) nedeniyle hareket etmek Kant'a göre niyet ahlaken iyi değildir, çünkü otonomi bozulur, eylemimiz dışardan gelen bir güçle belirlenmiş olur ve özgürlüğe zarar verir. Bireyin ahlakı dışarıdan belirlenmişse, bireyin niyeti ahlaki değildir.

İyi niyet, insanı (bireyi), yardıma muhtaç bulunan başka bir insana, ona karşı hiçbir sempati, bağlılık ( dini- manevi- sevgi- kan bağı gibi) duymasa dahi ödevi ödev olarak yapma ilkesi dolayısıyla yardıma götürür.  Belli bir sonuca ulaşmak için belli bir şekilde davranması, ya da salt başarıya ulaşmak için belli davranış biçimi benimsemesi yeterli değildir. Ödev etiği, rasyonel olmayı, otonom ve iyi irade sahibi olmasını bireyin ahlak yasalarında kendi koymasını ister. Kant,'' İnsanlar ışığı görmez, ışıkla görür''der. Kısaca ahlak etiği, göreni, görmeyen ile eşitleyen tek şey kendi içimizdeki karanlık dünyadır.

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...