17 Şubat 2017 Cuma

İvan İlyiç Öldü mü?

Tolstoy'un İvan İlyiç'in Ölümü (1886) adlı romanının baş kahramanı karısından soğuyalı çok olmuştur, çocukları onun için bilinmezlerle doludur, etrafında sevdiği arkadaşları olmadığı gibi arkadaşlarının ondan daha iyi mevkilere gelmeleri ya da işlerinde yükselmeleri kendisi için korku kaynağıdır. İvan İlyiç statüyle fena halde kafayı bozmuş bir adamdır. Petersburg' da günün zevklerine uygun dayayıp döşenmiş büyük bir dairede oturur, sık sık ruhsuz akşam yemeği toplantıları düzenler, bu toplantılarda sıcaklık ve samimiyetten eser yoktur. Kendisi yüksek mahkemede yargıçtır, işini sevmesinin başlıca nedeni, işi sayesinde kendisine duyulan saygıdır. İvan İlyiç bazı geceler geç saatlerde "şehirde çokça adı geçen" kitaplardan birini okur, nasıl davranması gerektiğini de gazetelerden öğrenir. Tolstoy, yargıcın yaşamını şöyle özetler: "İvan İlyiç'in işinden haz almasının nedeni işiyle gurur duyması, toplumdan hoşnut olmasının nedeni de gururunun okşanmasıydı; onun samimi bir şekilde haz aldığı tek şey 'vint' oynamaktı."

İvan kırk beş yaşına geldiğinde bedeninde bir ağrı hissetmeye başlar, daha sonra bu ağrı bütün vücuduna hükmeder. Doktorlar, ona tam olarak ne olduğu konusunda kesin bir şey söyleyemezler. Karaciğerinde bir sorun olduğundan ya da tuz seviyesindeki uyumsuzluktan söz ederler ama bütün bu sözler belirsiz ifadelerle doludur, reçetesine yazdıkları ise pahalı ama hiçbir işe yaramayan ilaçlardır. İvan çalışamayacak kadar yorgundur, bağırsakları yanıyormuş gibi hisseder kendini. 

Yemeden içmeden kesilir ve her şeyden önemlisi çok sevdiği "vint" oyununu bile oynamak istemez artık. Kendisi de etrafındaki insanlar da bu sürecin yakın zamanda ölümle sonuçlanacağını anlamışlardır. Bu durum İvan'ın adliyedeki arkadaşları için hiç de can sı­kıcı bir durum değildir. Fiodor Vasilyeviç, İvan'ın ölmesi durumunda Ştabel'in ya da Vinnikov'un görevini devralacağını öngörür; böylece maaşı 800 ruble artacak üstelik kendisine masraflar için ayrıca bir ödenek ayrılacaktır. İvan'ın bir başka meslektaşı Piotr İvanoviç, İvan'ın ölmesi durumunda Kaluga' dan eniştesini çağırıp İvan'ın yerine işe başlatabileceğini hesap eder; bu durumda karısı pek memnun olacak, ev hayatı daha hoş bir hal alacaktır. Ailesine gelince: İvan'ın öleceği haberi onlar için de büyük bir felakete yol açmaz. 

Karısı karalar bağlamaz; ancak evin gelirinin azalacağını düşünerek biraz sıkıntıda hisseder kendini. Partilerde boy göstermeyi pek seven kızı ise babasının cenazesinin kendi evlilik planlarına gölge düşüreceğini düşünerek endişe duyar. İvan'ın tarafındaysa her şey çok farklıdır. Birkaç haftalık ömrü kalan İvan, yaşamının harcanmış olduğunu fark eder. Onun yaşamı dıştan bakıldığında saygı uyandırır belki ama gerçekte bir değer taşımaz. 
Yetiştirilişini, aldığı eğitimi ve kariyerini bir kez daha gözden geçirdiğinde yaptığı her şeyin başkalarının gözünde önemli olabilmek için yapılmış şeyler olduğunu görür. Kendi ilgi alanları ve duyarlılıkları, kendisini bir nebze bile umursamayan insanlar uğruna feda edilmiş­tir. Bir gece acılar içinde kıvranırken içine bir his doğar: "Belki de nadir olarak yaşadığı ve belli belirsiz fark ettiği o içgü­düler, insanların yüksek statü anlayışlarına duyduğu o tepki, bütün o bastırdığı, derinlerde kalmış duygular: asıl önemli olanlar onlardı. 
Belki geriye kalanların hiçbiri gerçek değildi. Resmi görevleri, yaşama biçimi, toplumdaki insanların kendisine ve mesleğine biçtiği değer: bunların hepsi gerçek olandan son derece uzaktı belki." Kısacık ömrünü bitirip tüketmiş olma hissi yetmezmiş gibi İvan bir de etrafındaki insanların kendisiyle ilgili önemsedikleri ve sevdikleri tek şeyin statüsü olduğunu fark etti. Etrafındakiler onun gerçek benliğini, o kırılgan benliği hiç önemsemiyorlardı. Bir yargıç, varlıklı bir baba ve ailenin reisi olduğu için sevilip sayılıyordu. İşte şimdi bütün bu özellikler silinip gitmeye yüz tutmuşken İvan acı ve korku içindeydi, hiç kimsenin kendisini seveceğine güvenemezdi artık. 

"İvan İlyiç'i en çok çileden çıkaran şey hiç kimsenin ona hasretini çektiği şefkati göstermiyor oluşuydu. Uzun süre acı çektikten sonra bir an geliyor, (bunu itiraf etmek utanç verici olsa da) yalnızca ve yalnızca küçük bir çocuk gibi merhamet görmek ve sevilmek istiyordu. Sırtının sıvazlanmasını, öpülmeyi, ok­şanmayı istiyordu, hasta çocukların gördüğü o özenli muameleyi görmek istiyordu. Biliyordu ki kendisi bu yaşında, aklar düşmüş sakalıyla mühim bir memurdu; ama olsun, onun istediği tam da buydu işte." 

İvan son nefesini verdikten hemen sonra, sözde arkadaşları olan insanlar başsağlığı dileklerini sunmak üzere evini ziyaret ettiler; ancak asıl üzüldükleri şey, İvan'ın ölümüyle "vint" oyunu programlarının sekteye uğramış olmasıydı. Cenazesi başında İvan'ın balmumu gibi eriyip gitmiş içi boş suratına bakan Piotr İvanoviç bir gün ölümün kendisini de bulacağını düşünmeye başladı. 

Enerjisinin çoğunu iskambil oyunlarına adamış biri olduğu için ölümü çok ciddi etkiler doğuracaktı. "Eyvah, aynı şey her an beni de bulabilir" diye düşündü Piotr İvanoviç; ölüm paniği o an onu can evinden vurmuştu. Buna karşın, Piotr İvanoviç'in kendisi farkında de­ğildi belki ama bütün bu olan bitenin İvan İlyiç'in başına gelmesi ama onun henüz ölmeyeceği düşüncesi çok geleneksel bir düşünceydi. Piotr İvanoviç'i de içinde bulunduğu kasvetli durumdan kurtaran, bu düşünce oldu. Eğer bu düşünce olmasaydı Piotr İvanoviç çok kısa sürede kendini bunalımın kucağında bulurdu.

"Ölüm, bu özellikleri hiçe sayarak, sistem içinde var olmak ya da yer edinmek için çırpınmamızın değersizliğini ve geçiciliğini yüzümüze vurur. Sağlığımız yerindeyken ve iktidarımızın zirvesinde olmanın tadını çıkarıyorken, bize iltifat edenlerin gerçekten bizi sevip saydıkları için mi yoksa kendi çıkarlarına uyduğu için mi iltifat ettiklerini hiç düşünmeyiz. Buna benzer sorgulamalarda bulunmak aklımıza gelmez. "Ben miyim önemli olan yoksa toplumdaki konumum mu ?" gibi sorular soracak kadar cesur ve kinik hissetmeyiz kendimizi. Ancak ölümcül bir hastalık, aradaki ayrımı hızlı ve zalim bir hamleyle belirginleştirir. 

Ölüm gelip kapımızı çaldığında, hastanede pijamalar içinde yatarken, statümüze odaklanmış olan sevdiklerimize karşı öfke duymaya eğilimlinde olabiliriz; onları kalpsiz bir biçimde bizim konumumuzu önemsemekle suçlar, onların çekim alanlarına girdiğimiz için de kendimize öfkeleniriz. Ölüm fikri toplumsal yaşama sahicilik kazandırır. Hastanede hasta döşeğinde yatıyorken kimlerin bizi ziyarete geleceğini sorgulamak, ajandamızı düzenlememiz ve bazı isimleri telefon defterimizden çıkarmamız için başvurduğumuz en kolay yöntemlerden biridir. 

Koşullu sevgi ilginç olmaktan çıkınca, onu elde etmek için izlediğimiz yollar da cazibesini yitirir. Zenginlik, saygı ve güç, bize sadece toplumsal yapı içinde elimizde tutabildiğimiz süreyle sınırlı bir sevgi sunuyorsa eğer ve eğer yaşamlarımızı savunmasız, dağılmış, çocuk gibi ilgi bekler bir halde noktalıyorsak, o zaman koşullu sevgilerden uzaklaşmaya başlar, bütün enerjimizi, altımızdaki zeminin ve konumun kayıp gittiği durumlarda bile yanımızda olacak insanlara yönlendirmeyi düşünü­rüz. Tolstoy, İvan İlyiç'in Ölümü'nde hayatın görünmez ya da görmezden geldiğimiz noktalarını kıymık gibi gözümüze batırır.
Meksikalıların özdeyişi vardır: "Bencillik ve oburluk yaşlılıkla birlikte başlar."

7 Şubat 2017 Salı

Kumdan Bir Hayat Saate Benzer

Asıl ismi Amantine-Aurore- Lucile- Dupin olan George Sand Temmuz 1804'te Fransa'da dünyaya gelir. Eğitimini manastıra kapatılarak tamamlar. Kendine güvenen ateşli kişiliğe sahiptir. Yaşamını kendi ayakları üzerinde kurma özlemiyle büyür. Kadın olarak güzellik- çirkinlik sorununu kendi üzerinde örnek vererek anılarını anlattığı kitabında şöyle değerlendirir:

"Kısacası; saçlarım, gözlerim, dişlerim ve daha bozulmamış vücudumla gençliğimde ne çirkin, ne de güzeldim. Ben bunu önemli bir kazanç sayarım. Çünkü çirkinlik bir anlamda, güzellik bir anlamda saplantı yaratır insanda. (...) En iyisi kimsenin gözünü kamaştırmayacak, kimseyi ürkütmeyecek düzgün bir yüzü olmalı insanın. Ben böyle biri olduğum için kız arkadaşlarımla olsun, erkek arkadaşlarımla olsun anlaşmakta zorluk çekmedim."

Sand gençlik dönemini kitaplar okuyarak, kendini eğlendirmek için ufak yazılar kaleme alarak geçirir. Gelecek üzerine planlar yapmaz, varolanı yaşamayı ilke haline getiren yapısı vardır. Bilinmeyen gelecekten korkar, nostaljiyi sever, bugünkü anı (şimdiki an) zamanı yaşar. Hayatım isimli kitabında yaşama dair düşüncelerini şöyle aktarır:

"Gelecek günleri özlemekten çok onlardan korkuyorum. Geleceği düşünmeyi hiç sevmemişimdir. Bilinmeyen korkutur beni. Hüznü veren geçmişi daha çok severim. Şimdiki zaman, istenilmiş olanla elde edilmiş olan arasında bir çeşit uzlaşmadan başka bir şey değildir. İnsan şimdiki zamanı olduğu gibi kabul eder ve ona ses çıkarmadan katlanır. Çünkü daha başka şeylerin de olduğu gibi ses çıkarılmadan katlanıldığı bilinmektedir. Ama yarın neyi kabul edeceğimizi ve neye katlanacağımızı kestirebilir miyiz?"

1822 yılında "Casimir" diye bilinen Francois Dudevant'la tanışır. Casimir güleç yüzlü, asker tavırlı bir gençtir. Sand onun şakacı mizacından hoşlanır. Casimir, Sand'a "yaman bir delikanlı" olarak görür. Belki de Casimir'i, Sand'la evlenmeye isteklendiren bu bakış açısıdır. Bir Sand'a gösterdiği ölçülü, güvenilir dostça tavırları... Sand, Casimir'in evlenme teklifini onaylarken bir aşık olarak davranmaz; mantığını kullanır, onun sevimli, iyi bir insan olmasıyla yetinir. Kararını verdiren aşk duyguları değil, hayatı boyunca sürecek olan mantıklı düşünceleridir. Sand'ın şu sözlerinden bunu anlayabiliriz:

"Gönlüm hiçbir vakit kafamın haberi olmayan bir şey yapmamıştır. Bedenimden gelen tedirginlik de hiçbir vakit doğru düşünmemi kösteklememiştir, hiçbir vakit insanların sözlerini kuşkuyla karşılamamı engellememiştir. Demek Casmir'in düşünceleri sevimli gelmişti bana."

Eylül 1822'de evlenirler; ama kısa süre sonra Sand evliliğin ona göre olmadığını anlar. Paris'in dışında oturdukları köy evindeki monoton yaşam, evliliği iyice çekilmez kılar. Sıkıntılı, iki kişiyi içeren tek kişinin yalnızlığı başlar. Sand'da hayattan iğrenme duygusu gelişir. Kendisini Casmir'in hayatını engelleyen ayak bağı gibi görür. Casmir de onun gelişiminin önünde engel olarak durur. Sıradan aile yaşamının, kuralların, görevlerin yükü Sand'ı mutsuzluğa iter. 1823'te ve daha sonra 1828'de doğuracağı çocuklar evlilik hayatını mutlu kılmaz. Kendini bir tutsak gibi görür. Evlilik, kadın için erkeğin gardiyan olduğu bir hapishanedir ona göre. Sand bu duyguyu nefretle yaşar. 1831 yılında "özgürlüğünü" kazanmak amacıyla karar verir. Kocasından, yılda ikikez üç ay Paris'te çocuklarıyla yalnız kalmak ve kendi geçimini ileride kendisi sağlamak için izin ister. Casimir bu isteğin geçici bir heves olduğunu, karısının bir süre sonra pes edeceğini düşünerek izin verir. Sand'ı tanımamıştır.
Sand çok az parayla Paris'e taşınır, bir evin ufak çatı katına yerleşir. Veresiye eşya satın alır, yoksul hayatı yaşamaya başlar. Firgaro gazetesinde işe bulur. Soğuk çatı katının elverişsizliğine aldırmayarak hem okur hem yazar. Günlük yaşamını ucuza getirebilmek için her şeyden kısıntı yapar. Bir kadın için kadın giysilerinin çok pahalı olduğunu düşünerek kendisine erkek elbisesi yaptırır; üzerine kadın mantosu giyerek dolaşır. Sanat çevrelerine girmeye başlar. Balzac'la tanışır. Bu arada ünlü eseri İndiana romanını bititir ve zar zor yayınlatır. Roman büyük başarı kazanır; böylece George Sand erkek takma ad kullanarak yazarlık dünyasına adım atmış olur.

1833 yılında ünlü Fransız yazarı Alfred de Musset ile bir akşam yemeğinde karşılaşır. O dönemde Musset yirmi üç, Sand yirmi dokuz yaşındadır. Ortak ilgileri olan edebiyat sayesinde aralarında dostluk ilişkisi gelişir. Musset, Casmir'in tersine romantik kişiliğe sahiptir. Dokunaklı, içtenlikli kişiliği şiirlerine yansır:

"Kalbime dedim ki, zayıf kalbime:
-Yetmez mi çektiğim bugüne kadar                                       
Değişe değişe süren acılar
Keder katmıyor mu kederleri me!...
Kalbim cevap verdi:
-Yeter ne demek,
Yetmez çektiğimiz bu güne kadar,
İşte bizi asıl bu yükseltecek!..."
kum saati

Şiirlerinde duygusallığa koşan Musset,aşk yaşamında da aynı şeyi yapar; aşkın pençesine bir anda esir düşer; Sand'a aşık olur. Aşkın şairi Musset artık kendi adına konuşur:

"Sevgili George, saçma ve gülünç bir şey söyleyeceğim size. Bunu o gezintiden dönerken söylemiş olmak yerine nedendir bilmem, yazıyorum işte aptalca. Bu akşam üzüleceğim yazdığıma. Açıkça alay edeceksiniz benimle, sizinle şimdiye kadar olan bütün ilişkilerimde, boş konuşanın biri olarak göreceksiniz beni.  Kovacaksınız, yalan söylüyorum sanacaksınız. Size aşığım ben. Evinize ilk geldiğim günden beri aşığım. Sizi dost olarak görürsem kolayca iyileşirim sanmıştım. Sizin karakterinizde çok şey vardı beni bundan kurtarabilecek. Elimden geldiğince kendimi buna inandırmaya çalıştım; ama sizinle geçirdiğim anlar bana çok pahalıya mal oluyor."

Sand, Musset'in yöneldiği aşk kapısını açık bırakır; onunla aşkı yaşamaya başlar. Ocak 1834 yılında birlikte Venedik'e giderler. Şubat ayında Musset tifoya yakalanır. Sand o günleri şöyle anlatır:

"Beni Musset'ye özen göstermeye iteleyen bütün bitkinliime rağmen bana umulmadık güç veren büyük bir dahiye karşı duyduğum saygı değildi sadece. Onun sevimli bir insan oluşu da şair tabiatlı insanın kalbiyle düş gücü arasında hiç eksik olmayan kimi atışmaların doğurduğu acılar da benim onun üzerine titrememe yol açmıştı. (...) Hastalığı atlattıktan sonra iyileşmesi de bir o kadar sürdü."

Musset tifodan hasta yatarken, Sand hastaya çağırdığı Dr. Pagello ile ilişki kurar. Musset iyileştiğinde Sand yaşadığı ilişkiyi kendi ağzıyla itiraf eder. Musset'in aşk dünyası başına yıkılır. Mart ayında Musset Venedik'ten ayrılır, Paris'e geçer. Sand, Pagello ile birlikte Ağustos ayında Paris'e döner. İlişki uzun sürmez anlaşamazlar. Pagello tekrar İtalya'ya döner. Sand, tekrar Musset ile yaşamaya başlar. Deprem yemi Sand- Musset aşkının yaşaması olanaklı olmaz; kesin olarak ayrılırlar. Aldatılan erkek veya kadın aldatılma acısını beyinlerinde unutmamacasına hep taşır. Yıkılmış bu aşkın değerlendirmesini Sand'ın Musset'ye yazdığı buluruz:

"Haklısın bizim kucaklaşmamız bir yasak aşktı, ama biz bilmiyorduk bunu. (...) Peki bu kucaklaşmaların lekesiz ve kutsal olmayan bir tek anısı var mı bizde acaba? (...) Sen ateşli olduğun ve sayıkladığın bir gün, sana aşkın zevklerini vermeyi hiçbir zaman beceremediğimden dolayı sitem etmiştin bana. O zaman ağlamıştım buna ben, şimdiyse bu sitemin içinde gerçek olan bir şeyin bulunmamasından hoşnutum. (...) En azından, başka kadınların kollarındayken beni anımsamayacaksın."

Sand Nisan 1835'te avukat Michel de Bourges ile tanışır ve onunla yeni bir aşka daha adım atar. 1836 yılı Temmuz ayında Casimir'den boşanır. Aynı yıl çocuklarıyla birlikte İsviçre'ye, tanınmış besteci, piyanist Franz Liszt ile birlikte yaşaan Marie d' Agoult'un yanına gider. 
Maria d' Agoult'un sevgilisi olan Litsz 1837 yılında otuz üç yaşındaki  Sand'ı, yirmi yedi yaşındaki "Piyano şairi" olarak anılan Frederic Chopin ile tanıştırır. Chopin, Sand tanıştıkları ilk gece ona hiç ilgi göstermez. Hatta onu kadın olarak görmez. Arkadaşlarına Chopin, "Ne biçim bir kadın bu! Gerçekten kadın mı? Bundan bile kuşku duyuyorum," der. Ama Sand onu yanıltır. Sand, Chopin'i gözüne kestirmiştir. Onun ilgisini çekmek için yoğun uğraşıya girer. Chopin'e o sıralar Alice adındaki başka bir kadın da ilgi göstermektedir. Alice, Sand'ın çocukluk arkadaşıdır. Güzeldir. Sand güzellik noktasındaki güçsüzlüğünü bilerek bir arkadaşına şöyle yazar:

"Bir çocukluk arkadaşıma karşı çarpışacak değilim; hele karşımdaki Alice gibi dürüst, güzel bir kadın olursa. Yalnız, şunu da düşünmeliyiz: Chopin'in mutluluğunu hangimiz sağlayabiliriz: o mu, ben mi?"

Duygusal Chopin sıcaklığa, şefkate muhtaçtır. Sand, güzelliğiyle değil, şefkatle onu etkilemeyi başarır. Şefkat aşkı doğuran ebelerden en iyilerinden biridir. Sand o sıralar birlikte olduğu avukat Bourges'ten ayrılır. 1838 yılının Ocak ayında Chopin'in aşkını kazanır. Aşkta ayrılık acısının iyileştirilmesinde veya zamandan başka çaresi yoktur ikisi için...Sand, Chopin'in aşkını ilaç olarak kullanır. Şubat 1839'da Sand ve çocukarı Chopin'le birlikte  Mayoka adasına taşınırlar. Eski bir manastırda yaşamak zorunda kalırlar. Kötü yaşam, hava koşulları Chopin'i hasta eder. Psikolojisi bozulur. Mutluluk beklentileri zehirli sarmaşık günler haline gelir. Chopin o zamanki durumu Sand'a şöyle anlatır:

"Geceleyin çocuklarımla manastırın yıkık köşeleri arasında yaptığım geziden döndüüm vakit onu gecenin onunda (10'nunda) piyanosunun başında, gözleri yabanlaşmış, saçları diken diken olmuş ve yüzünün rengi uçmuş bir halde bulurdum. Bizi ancak saniye sonra tanıyabilirdi. Bunun üzerine gülmek için kendini zorlar ve bize yeni bestelediği yüce parçaları çalardı. Daha doğrusunu söylemek gerekirse; çaldığı şeyler bu yalnızlık, bu can sıkıntısı, bu ürküntü saatlerinde sanki kendi haberi olmadan kafasından geçen korkunç ve yürek parçalayıcı düşüncelerini yansıtırdı."

Chopin'i güçlükle Paris'e getirirler. 1847 yazına kadar Sand ile ilişkileri inişli-çıkışlı sürer, sonuçta biter. Aşkın sevinçli mutlu günlerinde birbirlerini görmek için çırpınan eski aşıkların son kez karşılaşmalarını Sand şu sözlerle kaydeder ve aktarır:

"Chopin'i Mart 1848'de çok kısa bir süre için gördüm. Buz kesilmiş ve titreyen elini sıktım. Ona bir şeyler söylemek istiyordum, dinlemedi kaçtı. Artık beni sevmediğini söylemek sırası bana gelmişti. Ama onu bu acı sözleri duymaktan kurtardım."

Aşk başlangıçta iki insandan uyumlu tek insanı yaratır; bitişte ise uyumsuz iki parçaya böler. Otuz dokuz yaşında Chopin ölür. Ölmeden önce Sand ile ilgili şu sözleri bırakır:

"Sand iyi kalplidir, cömerttir, güzel bir ruhu vardır. Yalnız, kadın ruhu bu; kendisinin inanmak istediği gibi erkek ruhu değil. Ben onun ilerisini hüsranla, umut kırıklığıyla görüyorum."

Sand 1876 yılına kadar yaşar. Ölmeden önce hayattan anladığını şu cümlede özetler:

"Biz bir dereceye kadar kendi hayatımızı çizebiliyoruz, ondan ötesini başkaları çiziyor."

Sand aşka gerçekte şu sözüyle bakar: "Aşk, bir defa ayaklar altında çiğnendikten sonra bir daha doğrulamayacak kadar nazik bir çiçektir." Sand, hayatını sonradan yazarlıkta kullandığı ad ve soyadına uygun yaşadı. O bir kumdu...Hayat onu sadece cam faunus içine yerleştirmişti. Kum bittiğinde yaşamın şimdiki anı içinde ölçülmüştü....

Kaynakça: Sand, George, Hayatım, Milliyet Yayınları, 1971


















6 Ocak 2017 Cuma

AVATAR'IN METAFORLARINI KEŞFETMEK


Sinema da Alt-Metin Okuması: AVATAR
İnsanların drama eserlerinde, başka sanat formlarında olduğundan daha fazla şekilde kastettiklerinin fiilen telaffuz etmedikleri belirtilir. Fakat bunun her zaman bu yolla "alt-metin" yoluyla yalan söylendiği anlamına da gelmeyeceği savunulur. Bir gerçeğin  ya da uydurma yadsıma da söz konusu değildir. Büyük drama eserlerinde bir sözler vardır, bir de sözlerin altında yatan gerçekler. Metin ve alt-metin. Bunların ikisinin aynı şey olmadığı da vurgulanır. 

 

AVATAR'IN METAFORLARINI 
KEŞFETMEK

2009-2010 sezonun en çok gişe hasılatı yapan filmlerinden Avatar, alt-metin duygusal (görme, işitme, koku alma ve dokunma duyularıyla ilgili) metaforlarla gösteren bir yapımdır. Filmin başında Jake Sully'nin arkaplan hikayesini izler, bir savaşta yaralandığını, deniz piyadesi olduğunu ve Pandora görevinde kardeşinin yer aldığını öğreniriz. Alt-metin, bu hikayenin aslında, atları, bazı kuşları ve ejderhalarıyla Kutsal Ağacın Ruhu'yla tinsel uyum içinde yaşayan gezegenin yerlilerine meydan okuyarak makineleri, teknolojileri, donanımları, haritaları, planları ve şemalarıyla kudretli dünyalılar hakkında olduğunu gördükçe belirginleşmeye başlar.

Alt-metin, güçlü uygar insanların görünüşte uygar olmayan, pek insan da olmayan bir ırka karşı koymayı temsil eder. Buradaki hırs bizde bir sürü çağrışım uyandırır; 1800'lerin başlarında Amerikalı yerleşimcilerin Doğu, Ortabatı ve daha sonra Batı'daki toprak arayışları, yolu onları öldürmekten geçse bile bu toprakları yerlilerin elinden zorla almaları, üstelik yerlileri daha az elverişli yerlere sürmeleri bu çağrışımlardan biridir.

Tema da çağrışımlar fikrine bağlanır: Na'vi'ler Büyük Ruh'la, hayvanlarla bağlı, bir topluluk olarak da birbirlerine bağlıdırlar. Dünyalılar ise birbirlerine bağlı değillerdir, savaş olsun isterler ve uyum-barış içinde yaşayamazlar. 
Bu çağrışımlar ırkçılık ("bu insanlar benden geri, o yüzden onları sömürebilirim"), sınıf ayrımcılığı(" bizim kadar ileri değiller", "altını olan kazanır- bu sefil insanların ise kesinlikle altınları yok"), yaşlıların aşağılanması ("her  tarafı buruşmuş, ne kadar iyi olabilir ki") ya da cinsiyetçilik ("bebek, senin yerin mutfak") gibi bazı evrensel temaları barındırır. 
Fatihler başkalarının kaynaklarında hakları olduğuna inanırken, açgözlülük ve sömürü temaları çoğalır. Avatar'da sömürgecilerin 'yerlileştiği'ni, diğer kolonistlerin gibi Na'vi'lerin giysileriyle ritüellerini benimsediklerini görürüz.



Duyguya karşı mantık, kalbe karşı akıl gibi temalar da vardır. Dünyalılar her şeye saniyesine kadar ayarlamaya, planlamaya, bir stratejiye bağlamaya ve kitaplardan öğrendikleri her şey ile engin deneyimlerine sorunsal bir gözle baktıkları şeye uygulamaya çalışırlar. Ana fonksiyonu yerine getirirler. 

Oysa gezegenliler sezgileriyle, hayvanların ruhuyla temas kurarak, dinleyerek, kalpten ağlar oluşturarak kalpten kararlar alarak yaşarlar. Daha duygusaldırlar. Ağlarlar. Dilek tutarlar. Şarkı söyleler.
Seyrettiğimiz ritüellerde amaç, yerli insanlarda gördüğümüz birçok ritüelin aklımıza getirdiği (bazısı ürkütücü, bazısı aptalca ya da bazısı batıl gelecek ritüel) çağrışımları uyandırır. Buradaki ritüeller Afrikalı, Yerli Amerikalı, Asyalı, Pagan ve Pasifik ritüellerine benzerdir ve gerek toprağa, gerekse ruha yakın olmayı amaçlamaktadır. Bir parça King Kong'daki (1933, 1976) şarkıları ve ritüelleri de andırmasına rağmen, bu filmdeki ritüeller tehditkar içerik taşıdığı halde, Avatar'dakiler bize daha tinsel (ruhani) hayatlar süren, Na'vi'lerle saf tutmamıza yönlendirmektedir.

Irkçılıkla ilgili, kalbe karşı akılla ilgili, ritüellerin anlamıyla ilgili hiçbir  tartışma yapılmaz. Yine bu fikirlere kesinlikle doğrudan değinilmez, sadece alt-metin düzeyinde kalır. Avatar'ın alt-metni, diyaloglarından ziyade görüntülerindedir.



Avatar'da verilenler gerçekten ne anlama geliyor? 
Görüntüler bize ne anlatmak istiyor?
Gezegenin değerli madeninin peşindeki dünyalıların hikayesinin ötesinde: Na'vi halkının özel ağacının altında yatan daha büyük, daha derin anlamlar var mıdır?
Bazı eleştirmenlere göre," Bu, kapitalizmin eleştirisidir"; bazılarına göre, "Amerika'dan nefret etmek". Filmin başlangıç sahnelerinde, düünyalıların Pandora gezegenine gidişlerini ortaya koyar. Fark edebileceğimiz ilk imge koyu renklerdir. Uzay karanlıktır. Uzay gemisi karanlıktır. Yönetmenin dünyalılar için belirlediği palet, gri koyu mavi ve siyah bezelidir. 
Dünyalıların dünyası bize kapalı, monokromatik, boyutlu olmayan, mantıksal dünya olarak takdim edilir. Bu, aklın dünyasıdır- planlar, takip edilecek tarifeler, saniyeleri geri sayan zaman aletleri, küçük mekanlar ve muhayyile konan sınırlar vardır. İşçilerden kurallara uymaları, talimatları yerine getirmeleri, doğrudan hedefe odaklanmaları beklenir. Her şey düzenli, mantıklı ve doğrusaldır.

Jake, Avatar'ın bedenine girdiğinde renker hemen değişir. Jake denetimcisinden kurtulup sevinçle koşar. Yine bacaklarına güvenmiştir. Renk, hız ve sınırları olmayan bir dünyadır. Jake'in parmaklarını içine sokacağı kadar koyu kumlar, parlak renkli çiçekler, gür bitkiler görüntüsü ne anlatır? Kurallar ile muhayyile, sınırlar ile özgürlük arasında karşıtlıklardan biridir. Dağlar bile özgürdür ve sereserpe uzanmaktadırlar. 

Gezegenin asıl dünyasına girdiğimizde, güzel harkulade bir alemle karşılaşırız (cennet). O dünyanın içine daha da girersek şelaleler, yüksek dağlar, renkli kuşlar, iri yaratıklar görürüz. Yemyeşil, zengin ve sulaktır. Burada her şey büyür, boy atar, hayvanlar, bitkiler ve ağaçlar. Hayatın kurallarından, gezegenin fiziksel alanından daha büyük olduğu boyutlu bir alemdir. Na'vi'lerin dünya görüşü ölümden sonraki hayata inanmayı kapsar; derinlikli tinsel hayatları vardır, Doğa'nın kutsallığını duyumsarlar ve hayvanlara ve birbirleriyle bağ kurmaya önem verirler.

Na'vi'lerle belli ki yerlilerin, özellikle Yerli Amerikalıların tasavvur edilmesi istenmiştir. Bazısı zehir uçlu ok atarlar. Savaşmadan önce vücutlarını boyarlar. Şarkılar söylerler. Atlar ve kuşlarıyla savaşa gitmeden önce kan dondurucu sesler çıkarırlar. Uzun rahat elbiseler giyer, süslü başlıklar takar ve kendi usullerini Jake'e öğretirler. Jake, Yerli Amerikalıların kabilelerine yetişkin olarak alınmalarında yaşlıların usullerini öğrenmesi gibi, bir törenine katılır. Jake, üst ile Na'vi'ler arasında gidip gelirken, üssün bir rüyaya benzediğini, yemyeşil gezgenin ise gerçekliğin ta kendisi olduğunu hissedene kadar iki dünya karşıtlık iyice belirginleşir. Avatar ayrıca güvenmekle ilgili görüntüler seyrettirir. 
Derin farklılıklar çıkması tehlikesine rağmen Jake, burada ağaçlara güvenmeyi, yapraklara güvenmeyi, hocasına güvenmeyi, hatta kendileriyle bağ kurdukça hayvanlara güvenmeyi öğrenir.

Yine, tinsel görüntüler seyrederiz- bunların ilki, özgürce boy atan fidelerdir. Tohum görüntüsü çeşitli dinlerde kullanılan öğelerdir. İsa manevi hayatını, küçük olan ama tıpkı inanç gibi, maneviyatın büyüyüp gelişmesi gibi en büyük ağaçlara kadar uzanan hardal tanesine benzetir. Jake'in hayatını kurtardığında, Jake hemen kendisinin seçilmiş olduğunu anlar. Neytiri onu kabullenmek ve yaşamasına izin vermek zorundadır.

Daha sonra üç ağaç görürüz. Ağaçlar da tinsel birer metafordur. Yaradılış kitabı, hayat ağacından ve iyiyle kötüye bilme ağacından bahseder. Tanrı, Adem ve Havva'ya hayat ağacı dahil bahçedeki her ağaçtan yiyebileceklerini, ama iyiyle kötüyü bilme ağacına dokunmamaları gerektiğini söyler.

Norse mitolojisindeki dünya ağacı, Druid'lerin kutsal meşeleri, Kabala'daki mistik Musevilik ağacı ve Buda'nın incir ağacı misali, ağaçlar başka kültürlerin mitolojilerine geçmiştir.  Bu hikayede üç ağaç vardır- bir tanesi, DNA sarmalını hatırlatırcasına topluluğu sarmal oluşturan bir merkez etrafında biraraya getiren bir ağaç; diğer ikisiyse, topluluğu atalarına bağlayan kutsal ağaçlar. Ağaçların hepsinin kökleri birbirine bağlıdır ve tek hayat ağacının parçası olduklarını göstererek, birbirleriyle temas halindedirler.

Ağaçların üçü de can veren ve hayatı besleyen ağaçlardır. Kendi başına İyi ve Kötü ağacı olmamasına rağmen, (Albay gibi) fetihçi dünyalılar uyumsuz olup, yaptıkları kötülüğün bilincinde olmayan güçleri temsil ederler.
Koşan hayvanların vurulması (güçlü bir fiziksel güç) topluluğun şarkı söylemesi (tinsel bir komünal güç), savaş gürültüleri ve saldırı altındaki ağaçların çatırdaması (insanlık bağ köklerinin koptuğu) gibi sesler metaforlardır.

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...