6 Şubat 2016 Cumartesi

Yalnızlık Üçlemesinde, Aşk Üçgeni

Lou Andreas Salome (1861- 1937): Alman kökenli kadın edebiyatçı, psikanalist, Rusya'da doğar. Babası Rus generalidir; iyi bir çocukluk dönemi geçirir. Kaliteli eğitimler görür. İnatçı, kendine güveni olan, otoriter bir kişiliğe sahiptir.  Kadının kendi içinde yaşamasını savunan Salome gerçekten de kendi içinde yaşar. Yapıtlarından çok Nietzche, Rilke ile kurduğu ilişkileriyle tanınan Salome, Freud'un öğrencisidir. Bilinen eserleri: Bir Sapma, Nietzche, Dönüp Baktığımda, Kadın Karakterleri.

Salome'nin kimliğini şu sözlerinden tanırız: '' Kimseyi gücendirmemek için her şeyi kendi içine atmak da o kadar acı ki, insanların güvenini ve sevgisini kazanan o uyumlu, itaatkar tavrından yoksun olduğu için insanın yapayalnız kalması o kadar acı ki!''

'' Ben ne önümdeki örneklere göre yaşayabilirim, ne de kendim bir örnek olurum; tam tersine, kendi yaşamımı kendime göre sürdüreceğim, sonuç her ne olursa olsun.'' sözleri bağımsız kişilik yapısını gösterirken, erkeksi davranış eğilimli gibi algılansa da, zamanındaki politik hareketlere katılmaz. ''kendi özgürlüğünden'' yola çıkarak kadın hareketlerinin yanında durur.

Salome on sekiz yaşında ilk aşk deneyimini yaşar, dinsel duygularla çevrilmiş, karşındaki erkeği adeta Yaratıcı gibi gören bir ''aşktır'' algıladığı...
Kırklı yaşlardaki papaz Gillot, evli ve iki kız babası olmasına ramen Salome'ye dinsel duygular aşarak aşık olur. Aşık olmakla kalmaz, karısından ayrılıp Salome ile evlenmek ister. Sonuçta Salome aşkın ikilemli tercihiyle baş başa kalır. Yaratıcı olarak kabul ettiği Gillot'yla evlenip sakin, papaz eşi olarak sükunlu bir hayat yaşayacaktır; veya hayatın ilgin yönlerini keşfedecek kendi yolunda yürüyüp kendi tercihlerini yaşayacaktı. Salome, ikinci yolu kendi tercihlerinin hayatını belirlemesine karar verir.

 Amacı hayatı yurt dışında tanımaktır. Entelektüel çevreye girmek, oradaki dünyalarda kendine dünya kurmak hayallerinin en büyüğüdür. Annesini  zoraki ikna ederek 1880'de  Zürih'e taşınırlar. Felsefe ve sanat tarihi eğitimi görmek üzere okula yazılır, zaman içinde sıradan öğrenci olmadığını gösterir. Kadınsı olmayan görüşleriyle, davranışlarıyla, güzelliğiyle dikkatleri üzerine çeker.

Eğitimi sırasında Salome hastalanır. Hava değişimi yapmasını öneren doktorlar, kışın Zürih'te kalmasının sağlığı üzerinde olumsuz şartları ağırlaştıracağı tehlikeli olduğunu söylerler. Salome ve annesi hava şartları ılıman olan Roma'ya giderler. 
Roma'da, otuz iki yaşında hukuk öğrencisi ve aynı zamanda felsefeye ilgi duyan Paul Ree ile tanışır. Ree'nin yaşamı iddiasız, kendiyle barışık olmayan, hayatı anlamsız gören, kötümserlik filozofu Schopenhauer'in hayranı bir erkektir. 


Mutsuz Ree'nin dünyasına güneş gibi doğan, zeki Salome gökten bir armağan gibi düşer. Kısa zaman içinde de Salome'ye aşık olur ve aşkını itiraf etmekten kaçınmaz. Ree'yi bekleyen yanıt ise ''hayır''dır. Salome aşk değil, beynini geliştirebilecek bir ilişki-arkadaşlık istemektedir. Ree'den öğrenebileceği şeyler vardır; ama ikisi arasındaki ilişkinin aşktan uzak olmasını, dostluk zemininde yürümesini talep eder. Ree aşkını öldürmek için Salome'den uzak kalmaya çalışıp denese de, başaramaz. 

Aşkın, seveni bilinçsizce zorlayan '' sevilen biri olma isteğine'' hep yenik düşer. Aşkını vermeyen Salome'nin adeta kölesi gibi onun istemlerine boyun eğer Ree. Bu tek taraflı aşkın kölelik halidir...

Oysa Salome'nin hayali ilginçtir; entelektüel iki erkekle aynı evde aşkı işin içine karıştırmadan dostça yaşamaktır. Ree, Salome'nin aşkını kazanabilmek umuduyla bu hayalin gerçekleştirilmesine yardım edeceğine söz verir. Sorun üçüncü kişiyi bulmaktır...

Nietzche 1882 yılında otuz sekiz yaşında emekli bir profesördür. Ree'nin değer verdiği arkadaşıdır. İsviçre'den aldığı emekli maaşıyla geçinen Nietzche yalnız yaşamaktadır. Yalnızdır... Uzun yıllar yalnızlığını paylaşacak kadın aramıştır. Hep reddedilmiştir. Kadınlar konusunda umutsuz olan Nietzche özel hayatında ise  pansinyonlarda yaşamaktadır. Birkaç eşyasıyla,ilaç şişeleriyle, gözünün bozukluğuyla, migren ağrılarıyla, mide kramplarıyla oradan oraya sürüklenmektedir. Tam da bu sırada Ree'nin aklına 1882'de başlayacak ''üçlü yaşamın'' üçüncü adamı olarak Nietzche'yi ikna eder.

Salome'nin ''üçlü yaşam'' teklifinde ne evlilik ne aşk vardır.  Nietzche, Salome ile tanışmak için Roma'ya gelir. Tanıştıktan birkaç gün sonra Ree aracılığıyla Salome'ye evlenmeyi önerir. Tabii ki Salome öneriye karşı çıkar ve bunu Ree'ye kesin bir dille ifade eder. Ree hem üçüncü kişiyi kaybetmemek, hem de dostunu üzmemek amacıyla olumsuz yanıtı yumuşatarak Nietzche'ye aktarır.

Nietzche, Salome'yi elde etmeyi kafasına koymuştur. Dostu Ree'nin ise Salome'ye olan aşkını bilmemektedir. Ree'yi, Salome ile aralarında engel olarak görür, Ree'ni varlığından uzak Salome ile başbaşa kalma planlarını yapar. 

Nietzche'ye göre aşk, kadınların zekiliğinin bir icadıdır. 






4 Şubat 2016 Perşembe

AÇLIK

Norveçli romancı Knut Hamsun, anne ve baba tarafından burjuva bir aileden 4 Ağustos 1859 tarihinde dünyaya geldi.
Hamsun'u, o dönemde ilginç kılan on dokuz yaşında, bir şiir, bir de romanının yayınlanmasıdır. Çeşitli mesleklerde şansını deneyen Hamsun, otuz yaşına geldiği halde, daha henüz hayatı belirli bir şeye yönelmemiştir.
Hamsun, yoksulların nasıl yaşadıklarını acı denemeler sonucu öğrenmişti.
Tabiata ve insanlığa sonsuz bir sevgi besliyordu.
Duygularını kalemiyle anlatacak güce de sahip olan Hamsun, 1888'de bir Danimarka dergisinde ''Açlık'' adını verdiği ilk romanı tefrika edilmeye başlandı.
Daha ilk tefrikalarda eser geniş bir ilgi uyandırdı. O günden sonra Hamsun tanınmış bir yazar oldu. Hamsun'un en sevdiği şey, yalnızlıktı. Çalışırken mutlaka yalnız olmak isterdi. Çoğu zaman kasaba oteline kapanırdı. Hamsun'un eserlerinin çoğu kendisiyle ilgilidir. 1920'de Nobel Edebiyat Ödülünü kazanmış, eserleri çeşitli dillere çevrilmiştir.

AÇLIK: Yazarını şöhrete ulaştırmış eserdir. Gerçekçi bir konuyu işler. Hamsun'un yeni ve canlı deyişi hemen kendini belli eder. Hamsun, kişilerin dış görünüşlerinden çok, ruh hallerini ve bilinç altlarında kalmış düşünce ve emellerini anlatmakta ustalık gösterir. ''Açlık''ta ağır şartlar altında yaşayan bir adamın ruh halleri, düşünce çabaları incelenir. Fakat bu, bir klinik deneyleri raporunda olarak değil de, güzel bir edebiyat eseri halinde verilir. Diğer eserlerinde olduğu gibi, ''Açlık''ta da Hamsun'un gençlik ve macera günlerinden paçalar bulmak mümkündür. ''Açlık'' kusursuz bir gerçekçi romandır.

Hamsun'd, hayatı şöyle betimler: "İnsan yaşlandı mı hayatı paylaşmaktan el çeker, artık yalnız anılarla beslenir.  Gönderilmiş mektuplara benzeriz:  görevimiz bitmiştir, yollandığımız adrese gelmişizdir. Üzerimizde yazan şeylerle ister sevinç, ister keder yaratalım, istersek hiçbir etki bırakmamış olalım, böyledir bu."

İnsanın iç dünyasını betimlediği açlık düşüncelerinde, insan kabul etmeyeceği, tadını beğenmediği, zorla yedirilen lokmayı midesinden çıkartabilir, kusabilir de...Ya bilinçaltındaki kötülükleri nasıl kusup çıkartacaktı. Erdem, ahlakına uymayan düşüncelerini nasıl kabul edebilir... Toplumun nasıl bozulduğuna işareti şu sözleriyle verir: ''Tadı hiç birşeyin tadına benzemiyordu, bayatlamış kanın bulantı veren kokusu içime doluverdi, hemen kusmak zorunda kaldım. Bir daha denedim. İçim kaldırabilse, elbette yararlı bir etkisini görecektim. Önemli olan midemi yatıştırmaktı. Gene kustum. Öfkelendim, hınçla eti ısırdım. Bir parçasını koparıp kendimi zorlaya zorlaya yuttum. Bir işe yaramadı .Küçük et parçaları midemde ısınır ısınmaz hemen geri geliyorlardı.''


Maksim Gorki tarafından "Avrupa'nın en büyük sanatçısı" olarak tanımlanması da tesadüfi değildir. Bunun yanında Nazi sempatizanlığı ve ülkesinin Alman tehdidi altında olduğu bir dönemde Almanya'yı desteklemesi sanat camiası tarafından dışlanmasına neden olur.  Pek çok sanatçı da Hamsun'un bu sempatizanlığının sebebini çağdaş batı uygarlığını temsil eden ülkelere karşı duyduğu tepkiden kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir.  Yine de bir yazar olarak dehasına, verdiği eserlerle  gölge düşürmüyor.

Sabahattin Ali, Hamsun'a ithafen şöyle seslenir : ''Gürültüsüz, patırtısız ve tabiat kadar büyüktür. Kitaplarını okurken orada geniş, hudutsuz ve derin bir insan ruhundan başka bir şey aranmamalıdır.''der

Hamsun için bir anlamda sonun başlangıcını siyasi görüşü hazırlamıştır. İkinci dünya savaşı sırasında Nazileri desteklemesi, ülkesinin Almanya'ya karşı koymaması gerektiğini söylemesi ve rivayet olarak kalsa bile kazandığı Nobel Madalyasını Hitler'e armağan etmek istemesi gibi etmenler nedeniyle savaş sonrası Norveç toplumunda Hamsun büyük bir prestij kaybına uğrar ve vatana ihanet suçlamasından ötürü rekor bir para cezasına çarptırılır. ''Göçebe'' romanında olduğu gibi bir yaşlılar evine yerleştirilir ve 1952 yılında odasının banyosunda da ölü bulunur…

Hamsun bir doğa, inziva ve yalnızlık yazarı denebilir.
Toplumların unuttuğu, bir yazarın siyasi duruş ve görüşlerini eserlerinden ayrı olarak ele almak gerekir. Hamsun,  bu şekilde ele alınması gereken yazarların en önde gelenidir. Her ne olursa olsun Norveçliler onu hiçbir zaman tam olarak affetmemişler ve belki de tarihin en zarif protestosu ile bu büyük yazarı büyük bir utançla da baş başa bırakmışlardır.
Gustave Flaubert'de yazarın tarafsız olması gerektiği tezini savunur: '' Tanrı gibi yazarın da, taraf tutması doğru olmaz'' diyor ve '' Aynı zamanda yazarın her yerde gözü olmalı, fakat o kimseye görünmemeli,'' der. Hamsun'un yaptığı hata da kim bilir...Burada yatıyor olmalı...


ÖZET: Sabahleyin altıda uyandım, acıkmıştım. Ceplerimde ağzıma atacak bir şeyler araştırdım, ama bir ekmek kırıntısı bile bulamadım. Sabah erken kalkıp iş aramaya gitmem gerektiğini biliyordum, ama o güne kadar o kadar çok geri çevrilmiştim ki, gene bir yere başvurmaktan korkar gibiydim.
En sonunda biraz kağıt alıp dışarı çıktım. Hava elverirse parkta yazı yazabilirdim. Gazetelere yazabilecek birtakım güzel konular bulmuştum. Sokakta, ihtiyar, sakat bir adam, elinde ağır yük olduğu halde benden hızlı yürümeye çalışıyordu.
Adama yetiştiğim zaman süt alabilmek için benden yarım peni istedi. Cebimde kuruş bile olmadığını için, telaşla geri döndüm, eskicinin dükkanına girdim, yeleğimi çıkarıp önüne attım. Eskici bana biraz para verdi, ihtiyar sakat adamı buldum, istediği parayı verdim. Adam, bana bakarken hayretten ağzı açık kalmıştı. Fazla durmadan yoluma devam ettim. 

Devamını okumanız dileğiyle...


"Bahtımın hep kapalı oluşuna sebep neydi acaba? Yaşamak, başkaları kadar benim de hakkım değil miydi? Eski kitapçı Pascha, sevkiyatçı Hennechen kadar? Yoksa omuzlarım mı yoktu bir devin omuzları gibi; iki kuvvetli kolum mu yoktu çalışmak için? Günlük ekmeğimi kazanmak için, Möller caddesinde odun yarıcılık bile aramamış mıydım? Tembel miydim? İş bulmak için didinmemiş, üniversite derslerine devam etmemiş, gazete makaleleri yazmamış, gece gündüz deli gibi okuyup çalışmamış mıydım? Bir cimri gibi yaşamamış, param fazlaca oldu mu ekmek ve sütle, param az olunca kuru ekmekle karnımı doyurmamış mıydım? Hiç parasız kalınca açlığa katlanmamış mıydım? Otellerde mi oturmuş, ilk katlarda ayrı daireler mi tutmuştum? Bir izbede; şu son kış içeriye yağan karlarla, bütün dünyanın boşlayıp kaçtığı bir teneke atölyesinde barınıyordum. Bütün bu olup bitenlerden, artık hiç bir şey anlayamıyordum, hiçbir şey:
Yoluma devam ederken hep bunları düşündüm; aklımda garazın yahut kıskançlığın zerresi yoktu, zerresi."


"Aklıma sığdıramıyordum karanlığı. Bütün ölçülerin üstünde bir karanlıktı bu; yakınlığı altında eziliyordum. Gözlerimi kapadım, yarı sesli bir şarkı tutturdum, oyalanmak için yatağa uzandım, fakat boşuna!.. Karanlık, zihnimi kavramış, beni bir an olsun kendi halime bırakmıyordu. Ya içinde erir, karanlığa karışır gidersem?"


"Fakir aydın, zengin aydından çok daha kuvvetli görür. Fakir, attığı her adımda etrafına bakınır, insanlardan işittiği her kelimeyi şüpheyle dinler; her adım onun düşünce ve duygularına böylece bir vazife, bir iş yüklemiş olur. Onun kulağı deliktir, duygusu ince; o tecrübelidir, ruhu yanık yaralarıyla doludur."

Knut Hamsun - Açlık




3 Şubat 2016 Çarşamba

Bir Delinin Haykırışı

Nostalji, başrollerinde Oleg YankovskyDomiziana Giordano ve Erland Josephson'un oynadığı ve Andrey Tarkovski'nin 1983 yılında İtalya'da çektiği ilk filmdir.
Film, ülkesini terk etmiş ve vatan özlemi duyan bir entelektüelin hikâyesini anlatır. Sinema dilinde pek rastlanmayan monologlar bu filmde fazlaca kullanılmış, böylelikle vatana duyulan özlem pekiştirilmiştir. Filmin çekimleri sırasında Tarkovski'nin sürgünde olması filmin başrol oyuncusunun aslında Tarkovski'yi oynadığı fikrini ortaya çıkarmıştır. Burada filmin eleştirisini değil, insanı ve var olduğu dünyayı sorgulatmaya yönelik kendi penceremden anlatmaya çalışacağım.

 Nostalghia filminde, Tarkovski, beynimize buzdan balyoz gibi inen monolog unutulmaz!
"Deli bir adam size kendinizden utanmanızı söylüyorsa ne biçim bir dünyadır burası!"

Ne zaman hayal kırıklığına uğrasak beynimizdeki zigzag düşünceler, düz bir çizgi oluveriyor sanki...
Duyduğumuz her olumsuz cümle, olumsuz bir bakış tepetaklak ediyor.
İçimiz mezarlıklar şehri gibi, neyin yükü, neyin hamallığı bu?
İnsanın yüklendiği ''anlam'' ne olabilirdi?
Şairlerin, şiirleri yazdıkları kadar güzel okuyamamaları, nedense hep garip gelmiştir insanlara!
İnsan, kendi üzerindeki ''benlik'' şairane duygularını mı kaybediyordu?
Her şeyi görünür etmek, görünür kılma,  nesneye dönüştürmek...
Bir nesneden öte de anlamımız kalmamıştı sanki...
Film, bizlere,'' sahi gerçekte bizler kimleriz?'' Sorusunu sorgulatıyor:
Kendi varlığını anlamlı kılmaya çalışan bizler, kimleriz, nerede duruyoruz?
Bu yaşamın neresindeyiz?




"Her insanda dünyanın, gördüğü ve algıladığı şekilde var olduğunu sanma eğilimi vardır. Ancak dünya ne yazık ki bambaşkadır''der Tarkovsky
Bir Delinin Haykırışı'nı şu sözlerle, içinde bulunduğumuz sistemi özetler gibi seslenir: ''İnsanlar arasında ilişki öyle şekil almıştır ki, sonuçta hiç kimse kendinden bir şey beklememekte, herkes kendisini etik çabalardan soyutlayarak kendisiyle ilgili talepleri diğer insanların, bir anlamda tüm insanlığın sırtına yıkmaktadır. Uyumlu olmak, kendini feda etmek, geleceğin inşasına katılmak; bunlar hep başkalarından beklenen hasletlerdendir. kişinin kendisi bu sürece hiçbir şekilde katılmamakta, dünyada olup bitenlerden kişi olarak kendisini sorumlu tutmamaktadır. 

Bu sorumluluktan kaçmak, kendi bireyci çıkarlarını genelin yüce görevlerine feda etmemek için de binlerce neden öne sürmektedir. Hiç kimsede dönüp kendine bakacak, kendi hayatına, kendi ruhuna karşı olan sorumluluğunu ele alacak ne bir istek, ne de cesaret vardır."
Hayatımıza dair bir sürü izlenimleri böylece özenle katlayarak saklarız. 
Hemen her şeyi yazmak mı, yazmamak mı? Kim bilir...Biraz kendimize, iç kabuğumuza çekilmek... Dünyamızı dinlemek, doğayı dinlemek nasıl olurdu?

İnsanın kendisiyle tanışması, tanışma korkusu yutar benliğindeki gerçek var olma özünü...
Tanımak istediğiniz kendinizle tanışın, tanıyın. Her tanışıklıkta kişi bir başka boyuta evrilen benliğinizdeki kendi  tablonuzu seyredin, yoksa bir başkası kendi duvarındaki ayna blokların da var olursunuz...

Kendinizi, var olma gerçekliğinizi seyretmediğiniz de, bilmediğiniz de, başkalarının aynasında gölgenizin izin verildiği kadar izlersiniz, kendi aldığınız oyun payını. 
İnsan için değişmenin vakti geldiğinde, hayat bazen öyle rahatsız kılar ki sonunda değişmek ya da gelişmekten başka çareniz kalmaz da...

Görüntülerle oynamak, pekala kelimelerle oynamaktan daha eğlenceli olabilir. 
Ve daha tehlikeli...
Çünkü "Yağmur birleştirir, şemsiye böler.''  Bir Delinin Haykırışı filmi, yağmurla bedenin birleşmesinin ince temasını işler. Avucumuzun içinde bir "sevgi-merhamet-saygı" kaldı,  savurun gökyüzüne doğru, bir başka sevgiyle, bir başka merhametle, bir başka saygınlıkla buluşsun maviliklerde, ıssız derinliklerinizde...

Görüntümüzle değil, iç ses kelimelerimizle oynamak hayatı eğlenceli, tutkulu daha doğal ve yaşanılır kılacaktır.

Freud ve Kant İlişkisi

Sigmund Freud, İmmanuel Kant'ı derinlemesine incelemişti ve Kantçı aşkın idealizm teorisini, psikanalitik deneyimin temellerini değerlen...